Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

29 Ocak 2015 Perşembe

ilkbahar üzerine varsayımlar


diyelim ilkbaharı ikiye böldük
yarısı kullanılmadan atılıyor
rüyalarımızı uyguladık yarına diyelim
yüzümüzde geleneksel bir gülümseme
diyelim zor yetiştik, sirkeci iskelesinden
sessizce batıp giden gemiye

diyelim bir şair aşk şiirlerini yazmak için
kapı kapı dolaşıp aşk sözcükleri topluyor
diyelim mevsimlerden ilkbahar
elbette aşığız, seni seviyorum'u, alıp başımızı gidelim'i
beni bırakmayı, mutlu aşk yok tur'u,
bildiğimiz bütün aşk sözcüklerini verdik diyelim

leylekler ilkbaharda gelirya genellikle
diyelimki bir şey oldu, bu kez gelmediler
biz geldik onların yerine
badem ağaçları çiçek açar mı yine?

Roni Margulies

Adımlar


[ 1] Gerçeğin katilidir insan.
[ 2] Düşlemek, geçici bir ağrı kesicidir
[ 3] Şiirsel bir melodi: Modigliani.
[ 4] Her kadın Lilith değildir
[ 5] Hologramlar dünyasının sahte kâşifi
[ 6] Âşikardır her şeyi keşfetmeye çalıştığın.
[ 7] Durmayı keşfettiğinde kendini gerçekleştirirsin.
[ 8] "Beni anla, beni hisset" diyen bir tınınız var. 
[ 9] Kendine yenik düşer bazı adamlar.
[10] Ali cengiz oyununa pabuç kaptırmayan kadınlar.
[11] Sen üfürükçü müsün?
[12] Arzu, çokyüzlüdür.
[13] Kadınlar sürüklenmek ister.
[14] Rüya içinde rüya
[15] Riya içre riya
[16] "Hakikat nedir?"
[17] Ayaklar altında ezilip kalan kalbin
[18] Ağaç kovuğunda yazılan öyküler
[19] Nefret: Kalbin derinliklerindeki büyük yük.
[20] Tecrübe her şeyin üstesinden gelmez.
[21] Kalp düşünür mü?
[22] Kendini tekrar eden sesin yankısı duyulur kuyuda.
[23] Parçalar da, boşluklar gibi, bellekte her zaman dağınıktır.
[24] Yazıda bazı bağ'lar yazardan habersiz oluşur.
[25] Şiirler arasına duvarlar girdiğinde ilham ölür.
[26] Durmanın, durarak bakmanın insana kazandırdığı gözlem, sürekli bir gidişten edinilecek gözlemden daha geniş ve derindir.
[27] "Unutmak bir saklanma biçimidir" demişti bir şair.
[28] Tutkusuna meftun bir maşuk.
[29] Geri dönüş sözcüklerinin terkedildiği diyar.
[30] Eşik, sayısız...
...


Semiha Kavak

Yazsonu


"Bir kimse, oltasını neden, içinde tek balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır ve orada, o göl kıyısında oturup saatlerce bekler?

(...)

Sular bizi çağırır. Bizler; yaşamış gibi olanlar ve yaşar gibi yapanlar; bir av mıyız, avlanan mı? İkisi arasına kesin bir çit çekilemeyeceğini, bunun, en azından yaşanan zaman içinde tek bir yanıtı olmayacağını hiç o derece somutlukla algılamamıştım. Düşle gerçek arası gel-gitlerde; yine de somut. Bir ân. Hep o ölçüye, ölçeğe sığmaz, küçük an'lar... O an'lar içnde ansızın bir ışık çakar. Işığın düştüğü yer, nesne, zaman; bu ışık çakımına dek önceden bildiğiniz, algılayıp duyumsadığınız ne varsa hepsi, rengini, biçimini, derinliğini çarpıtır; dönüştürüp değiştirir. Nerdeyse elle tutulur ölçüde belirgin tasarılarınızı da geriletir, örter, siler. Ân, kendi ışığıyla düştüğü yerde, tam kendisi olarak gerçekleşir. Büyük bir dalganın, kumsalda her şeyin üstünü örtüp geri çekilmesi gibi, geride yepyeni, öncekine hiç benzemeyen, el değmemiş bir yüzey bırakarak çekilip gider. O yeni, henüz hiçbir el ve ayağın değmediği kumsalın yüzeyi, başka bir dalgaya -bir an'lık, başka bir ışık çakımına- kadar öylece, gözünü dünyaya ilk açmış bir çocuk bakışı denli saf, lekesiz kalır. Bir ân. Artık çok şey görmüş olduğu için de, o sonsuz saflığı algılama yeteneğinden yoksun bulunan gözlerimiz, en kısa süreli çakışların gerçekler içindeki en yalın gerçeğini bir yanılsama olarak değerlendirir."

Adalet Ağaoğlu/Yazsonu, syf. 8-9

25 Ocak 2015 Pazar

Çıkmazda olan Kim? Şiir mi? Yoksa İdeolojik Saplantılar mı?


Yönetmenliğini Michael Radford'un yaptığı Postacı filmi, Şili'nin dünyaca ünlü şairi Pablo Neruda'nın sürgüne gönderildiği küçük bir İtalyan kasabasında kendisine gelen mektupları taşıyan Postacı Mario ile gelişen dostluğunu anlatır. Mario hayatı rutin yaşayan saf biridir. Adanın esmer güzeli Beatrice'ye âşıktır ve onun kalbini kazanmayı istemektedir. Neruda, Mario'ya hayatı öğretir. Hayatın içinde keşfedilmeyi bekleyen ve insanı mutlu kılacak, yaşamdan zevk almasına katkı yapacak küçük ayrıntıları, incelikleri ve elbette Beatrice'nin kalbini nasıl kazanması gerektiğini de. 

Postacı filminde akıllara kazınan bir replik vardır ki Mario'nun Neruda’ya söylediği “Şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir” repliği yalnızca sinema sanatına değil, şiir sanatına da damgasını vurmuştur ve öyle kolaylıkla unutulacak repliklerden biri değildir.

Aslında bu cümleden hareketle sözü şuraya getirmek istiyorum. Yazmak, çizmek, görüntülemek, insanın kendi içinde yeni bir dünya kurması ve bu düşsel dünyayı, asıl var olduğu dünyaya kaydetmesidir. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” isimli öyküsünü anımsayalım. Yazma tutkusunu şöyle tarif eder: “Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet, neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım”

Benzer bir yaklaşımı Rainer Maria Rilke’nin “Evet, yazmak zorundaydım, yoksa çıldıracaktım!” Cümlesinde de görürüz. Hatta yazanların yazmayı, ihtiyacı olanlarında da yazılanları sahiplenmeyi sürdürdüğü edebiyat ortamında, şair, yazar ve eleştirmenlerince edebiyatın işlevi, Türk şiirinin geleceğine ilişkin zaman zaman öne sürülen savlarda vaktiyle Turgut Uyar tarafından söylenmiş şu sözü de sık sık duyarız:  “Şiir çıkmazda çünkü insan çıkmazda” 

Haklılık payı tartışılmaz olan bu cümleyi söylendiği dönemin şartlarından değil de hâlihazırdaki mevcut şiir ortamına bakarak irdelersek şiiri çıkmaza sokan faktörler hakkında daha sağlıklı bir fikir yürütülebiliriz.

Sözü hiç eğip bükmeden, dolanıp döndürmeden belirtelim. Günümüzde şiiri çıkmaza sokan en kusurlu ve başat yaklaşım, kimilerince kendi şiirini Türk şiirinin merkezinde görüp eş, dost, yandaş birlikteliğiyle oluşturulan kanonlarda ve kendilerine ördükleri kozanın içinde bir türlü kelebek olma sürecini tamamlayamama, yakalandıkları ideolojik saplantıların etkisiyle başkalarının yazdıklarını ısrarla görmezden gelme, birbirini anlamaya dinlemeye çalışmadan, iletişimsizliği inatla sürdürme alışkanlığından başka bir şey değildir.

Nitekim Mehmet Solak Hece Edebiyat Dergisinin Nisan 2008 136.sayısında kendisiyle yapılan söyleşide, “Genel olarak baktığımız zaman günümüz edebiyat dünyasında bir cansızlık, bir sessizlik, belki de tersine, bir kuru gürültü hâkim… Dağınık bir ortam var. Kim kime, dum duma… Bütün bu manzarayı nasıl değerlendiriyorsunuz?”  sorusunu yanıtlarken:

“Günümüz edebiyat ortamında bir cansızlık olduğu kanısında değilim. Canlılık var. Ancak edebiyat gettoları oluştu. Herkes kendi gettosunda gayet mutlu. Günün her saatinde kıpır kıpır, capcanlı bu gettolar. İşte buralardan yükselen canlı(!) şiir okuma seansları, bilumum türleriyle icra edilen selamlaşma seremonileri, rengârenk reklam etkinlikleri epeyce canlılık ve ses katıyor edebiyat dünyasına. Haliyle biraz da gürültü olmuyor değil. Kolektif çalışmaların engellenemeyen niteliği bu. Bir de diğer gettolara yönelen salvoları düşünürsek, ses epeyce artıyor. Bu gürültüye rağmen bir sarı sessizlik de yok değil. Müthiş bir paradoks. Kendilerinden olmadığı halde, belki tek başına olduğu halde, görünür işler yapanlara karşı sürdürülen sessizlik. Kimseden tık yok. Yani gettolarda ebelemece, gettolar arasında sobelemece oynanıyor; dışarıda kalanlar da kendi başlarının derdinde sessizliğe mahkûm yaşayıp gidiyorlar. Hâl böyle olunca, bakılan yere ve görüş alanına göre görüntü değişiyor. Kimi canlılık kimi cansızlık, kimi çokseslilik kimi sessizlik, kimi geri çekiliş kimi kuşak atılımı görebiliyor. Hatta sanal görüntüler bile oluşturulabiliyor. Mesela; on yıllar önce konuşulmuş, tartışılmış konuları, ilk kez kendi(leri) dile getiriyormuşçasına tercüme hipotezlerle bir aura oluşturmak çabasında olanlar, doğrusu çok ataklar bu konuda. Sözün kısası; edebiyat dünyasında işler, köylü kurnazlığı ve çeteci mantıkla yürüyor.” diyordu.

Ne kadar haklı bir tespit öyle değil mi?

İğneyi kendimize batırırsak, içimiz rahat. Ayna İnsan çıktığı günden itibaren edebiyata, şiire emek veren, derdi edebiyat olan herkese ama herkese dünyevî görüş ayrımcılığı yapmadan sayfalarını açmaya devam edecek ve hiçbir koşulda ideolojik saplantılara sırtını yaslamadan yoluna devam etme ilkesinden asla taviz vermeyecek.

Çünkü:

“Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan
Şar’ın evliyasıysa hakikate âsidir”

İyi Okumalar

Ayna İnsan Ekim-Kasım-Aralık 2013 Sayı:9


Geriye Söz Kalır

Her beden
Kendini taşır
Ve düşer yerlere
Beyaz karanfil

Yıkandığın sularda
Görülür
Kanayan
Akrep kuyrakları

Demir paslanır sonra
Demire pas yakışır

Giden gitmiştir
Geriye söz kalır.

Metin Güven

24 Ocak 2015 Cumartesi

Hasar Onarma Töreni


dökülürdü dudaklarımdan, sözü yitik
türküler. Öperdim, dokunmadan; incinmesin
için, içinden geçerdim parmaklarımın 
ucunda! sonra bir abdalın sazına tel ettiğim
vakit; kasırgaya durdururdu inceden,
aşkın mızrabını!
-sevgilim, iyi böyle!-

bir yara bahçesi şu yeryüzü:
gözlerimize kan nakışlar,
işte tam şuramızda,
şakaklarımızın kül evinde,
çalışır durur azap yontusuna, arsız!
-sevgilim, kötü böyle!-

ama biz hasar onarma töreniyiz,
iki kişilik: bir'liğe çoğalırız!
işimiz yok ikilikle!

İyilikle açtığımız?..
bir yol var, orada duruyor; gidilesi...
bir uzak var; yakın...
sağımız bahar, solumuz güz...
"güzden yanayız!"
güz: yenilenmek yıkık avluda!.. yenilmemek!..
-sevgilim, büyüt bir dirilişi: böyle?-

İlhan Kemal, Akköy Dergisi, Şubat-Mart-Nisan 2014

Orlando


"Okuma hastalığı bir kez insanın vücuduna girince onu öyle güçsüz düşürür ki, vücut mürekkep hokkasında yaşayan ve tüy kalemde cerahatlenen öbür belaya kolayca yem olur. Talihsiz kişi yazmaya başlar. Damı akan bir evde bir iskemle ve bir masadan başka bir şeyi olmayan yoksul biri için bu durum yeterince kötüyken -ne de olsa kaybedecek fazla bir şeyi yoktur- evleri, sığırları, hizmetçileri, eşekleri ve ve yatak takımları olan bir zenginin düştüğü kötü durum çok daha acınasıdır. Hiçbir şeyden tat almaz olur; kızgın demirler dağlar, kurtlar, kemirir onu. Küçük bir kitap yazıp ünlü olabilmek için bütün servetini vermeye hazırdır (işte böyle habistir bu mikrop), ama Peru'nun bütün altınlarını verse, hazine değerinde, iyi kotarılmış bir satır satın alamaz. Bu yüzden tükenir, hastalanır, beynini patlatır, yüzünü duvara döner. Kendisini hangi halde bulacakları umurunda değildir. Ölümün kapılarından geçmiş, cehennemin alevlerini görmüştür." (syf.61-62)

"Bellek bir terzi kadındır, hem de kaprisli bir terzi. Bellek iğnesini batırıp çıkarır, bir aşağı bir yukarı, bir oraya, bir buraya. Biraz  sonra ne geleceğini bilmeyiz ya da daha sonra ne olacağını. Böylece, bir masaya oturmak ve mürekkep hokkasını önüne çekmek gibi dünyadaki en sıradan hareket, sert rüzgârda on dört kişilik bir ailenin ipte asılı çamaşırları gibi kâh parlayan, kâh kararan, sarkan ve kabaran ve yere yaklaşan ve azametle dalgalanan binlerce tuhaf, birbiriyle ilintisiz parçayı harekete geçirebilir." (syf.64)

"Şiirin doğası hakkında Orlando'nun öğrendikleri, onun düzyazıdan daha zor satıldığı ve dizeler daha kısa olsa da yazmasının daha uzun sürdüğüyle sınırlı kaldı." (syf.70) 

"Aşk ve tutku, kadınlar ve şairler, hepsi de boştu. Edebiyat maskaralıktı." (syf.78)

"Şöhret insana köstek olur, daraltır, tanınmamışlıksa insanı pus gibi kuşatır; tanınmamışlık karanlık, geniş ve boştur; tanınmamışlık zihnin yoluna engel koymaz. Tanınmayan adamın üzerine karanlık şefkatle yayılır. O adamın nereye gittiğini, nereden geldiğini kimse bilmez. Gerçeği arayabilir ve dile getirebilir; sadece o özgürdür; sadece o huzurludur." (syf.83-84)

Virginia Woolf/Orlando



23 Ocak 2015 Cuma

yukarıdakilerden kalan



bugün beter uyandım
bunu söylemeliyim sana
iyiye giden bir şey yok
saymaya da takatim...
biraz melankolik biraz pesimist
belki en çok aşksızım
yağmalanmış talan edilmişim gibi bir hâl
gibi kırık
gibi kıpırtısız
inceldikçe incelen bir hüzün
kol geziyor evde sokakta
yüzümde türlü hırsız gölgeler
türlü ölümler
ve dahi sözümde
acil kanamalı bir inanç
boynumdan ellerine hâlihazır.

bugün anlatmaya uyandım
kışın eteklerinden düşecekleri
ve ülkenin...
kalksın üstümüze serpilmiş bu sevişme engeli.

Sema Enci

22 Ocak 2015 Perşembe

Hukukun Üstünlüğü


Diyelim ki yetişmek zorunda olduğunuz bir randevunuz var ve aracınızla hız sınırı 60 Km. olan çift şeritli yolda ilerliyorsunuz. Hızınız stabil. Çünkü kural ihlallerinde uygulanan trafik cezalarının yüksek olduğunu, bu ülkede trafik cezalarının devletin önemli bir gelir kaynağına dönüştürüldüğünün bilincindesiniz. Trafik kurallarına mutlaka uyulması gerektiğinin de bilincindesiniz. Bu yüzden de kurallara uygun araç kullanmaya dikkat ediyorsunuz. Fakat ilerlediğiniz şeritte önünüzdeki kararsız sürücünün birdenbire hem sizi hem akan trafiği riske attığını fark ediyor ve bu durumdan hem kendinizi hem de akan trafiği kurtarmak için biraz hızlanıyor, önünüzdeki aracı kurallara uygun bir şekilde sollayarak geçip gidiyorsunuz. 

Birkaç gün sonra mahallenizin muhtarı elinde sizin aracınıza düzenlenmiş trafik ceza tutanağıyla kapınızı çalıyor. Tutanağı inceliyorsunuz. Size "Trafikte Hız Sınırlarını"  % 10 aşmaktan 172.00 TL ceza uygulandığını görüyorsunuz. Ne düşünür? Ne yaparsınız?

Evet, çoğumuzun başına gelen/gelebilecek bir olaydır bu. 

Benim de başıma geldi. Nasıl geldi anlatayım.

Geçtiğimiz yıl Ağustos ayında muhtar tarafından evime getirilen trafik ceza tutanağında  radara yakalandığım ve hız sınırını % 10 aştığım ve 172.00 TL cezayı ödemem gerektiği bildiriliyordu. Aracım durdurulmamıştı. Cezanın uygulandığı bulvarda radarla hız kontrolü yapıldığına dair ne bir işaret ne de bir trafik uyarı levhası vardı. 60 Km. hız sınırı olan yerde yukarıda anlattığım kararsız sürücüden kurtulmak isterken, muhtemelen 70 civarı bir hıza ulaşmıştım ve işte o anda gizli radar plakamı tespit etmişti.

Hani bir filmde şöyle bir replik vardır "Yaptım da, sor bakalım niye yaptım."

Tamam hız sınırını geçtik de memur kardeşim, keyfimizden mi geçtik. Sor, dinle bakalım. Ama yok. Sormak, dinlemek işine gelmez. Çünkü işin kolayı belli. Sen bildiğini okursun ve radarı kurarsın trafikte en sota yere. Sonra cezaları ardı ardına yazmak kolay.

Bütün bunları niçin yazdım. 

Sık sık duyarız kuvvetler ayrılığı ilkesini. Yargı bağımsızdır. Bakınız Yargıtay 12. Dairesi 2014 Temmuz ayında trafikte radarla hız sınırı uygulamasıyla ilgili özetle hukuk devletinin bir erki olan idarenin görevinin, öncelikle bireylerin kuralları ihlal etmesini bekleyip cezalandırma yoluna gitmesi değil, kurallara uygun davranma düzeyini ve alışkanlığını geliştirmek olduğunu, uyarıcı levha olmadan trafikte radarla hız kontrolü yapılamayacağına,  öncelikle kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamak amacıyla yapılması gereken trafik denetimlerinin, yol kullanıcılarına ceza vermek amacıyla bilgilendirme yapmadan kural ihlali yapmasını beklemenin, trafik kurallarının konuluş amacına uygun olmadığı ve araç sürücülerine tuzak kurulması anlamına geleceği ve bu durumun da çağdaş hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacağı"na karar vermiş.

Ben de bu kararı öne sürerek aracıma uygulanan trafik cezasına Sulh Ceza Hakimliği nezdinde itiraz ettim. Yazışmalar, itirazlar vs. derken nihayet dava sonuçlandı ve itirazımda haklı bulundum. Tarafıma uygulanan trafik cezası Sulh Ceza Hakimliğinin kesin/itiraz edilemez kararıyla kaldırıldı.

Trafikte radar uyarı işareti ya da levhası olmadan ceza tutanağı sizin de kapınıza gelirse aklınızda bulunsun. Araştırın ve cezaya itiraz edin. Hakkınızı arayın. 

Korkmayın. Çekinmeyin. Bu ülkede hukukun her şeyin üstünde olduğunu, adaletin er/geç haklıdan yana tecelli ettiğini siz de göreceksiniz.

İyilikle...

fy  

Öz/Biçim


"Aşkın özü, âşığın kalbindeki güzelliktedir. İstiridyenin içine aldığı kum tanesini sedefle kaplayarak inciye dönüştürmesi nasıl bir mucizeyse, sevgilinin ten mülkünde paha biçilmez bir mücevhere dönüştürülen güzellik de tıpkı odur. "


fy

sonra hayat yeniden başlar


Mustafa Mutlu'nun Doğan Kitap yayımlarından 2011 yılında çıkan kitabı "sonra hayat yeniden başlar" annelerinin hastalığı sebebiyle biraraya gelen üçü erkek ikisi kız beş kardeşin yaşamlarına odaklanırken kardeşlerin kişilikleri üzerinden toplumdaki siyasi eğilimleri, ideolojik ayrışmaları, aile içi kuşak çatışmalarını, toplumsal çürümeyi son derece sığ ve hiçbir edebî değeri olmayan bir biçemle sorguluyor. 

Bu kitabı okumaya başlayıp sayfalarında biraz ilerledikten sonra itiraf etmeliyim ki bırakmak istedim. Kelimelere saygım ve sevgimden devam ettim. Sürekli diyaloglarla ilerleyen kitapta bir noktadan sonra "artık yeter" diyorsunuz. Bu kadar diyalog bu kitap için çok fazla diyorsunuz. Hattâ ben kitabı okumayı bitirdikten sonra Mustafa Mutlu bir daha roman vs. yazmasın, hâlâ roman yazmayı düşünüyorsa bu düşüncesini tadında bıraksın, en iyi yaptığı şeyi, mesleği gazeteciliğe ve köşe yazılarına devam etsin demekten kendimi alamadım.

Çünkü roman yazmak belli disiplinleri doğru kurgulamayı gerektiriyor. Yazar, romanındaki karakterleri içinde bulunduğu toplumu iyi tahlil ederek oluşturmalıydı. Kitaba bu açıdan baktığımızda karşımıza başarısız bir roman kurgusu çıkıyor. Yazar, karakterler üzerinden eleştirilen Türkiye gerçeğinde sağ ideolojiyi ve iktidarı "Hayri" karakteri üzerinden eleştirirken metin içinde tarafsız kalarak madalyonun diğer tarafında da sol ideolojinin, sol siyasetçilerin,  bu ülkenin kaderini etkileyen ve sol'un bugünkü iktidarın iktidara geliş/getiriliş zeminini hazırlayan tarihi yanlışlarını da "Halil" karakteri üzerinden anlatmayı cesaretle denemeliydi. Bunu yapamamış. Çünkü bana göre gündelik olayların etkisinde kalmış. Oysa edebiyatçılar gündelik olaylara takılıp kalmazlar. Yazar ve şairler çağının tanığıdır ama hele hele yazar ve şairler toplumda herkesin görmediği, göremediği ince ayrıntıları herkesten farklı gözlerle süzen ve görüp süzdüğü toplumsal fotoğrafa edebî dille ayna tutan, okurlarını o aynanın içine çeken kişilerdir ve bu tanıklıkta yazarın aynasında hiç kimse ya da hiçbir ideoloji ayrıcalıklı, sütten çıkmış ak kaşık gibi gösterilemez. Gösterilir ve tribünlere oynanırsa o zaman bu romanda olduğu gibi yazar inandırıcılığını yitirir.

Niçin böyle eleştiriyorum bu kitabı. Çünkü Mustafa Mutlu'nun romanında yer alan sağcı Hayri ne kadar oportünist biriyse, Hayri'nin küçük kardeşi solcu avukat Halil de kitaptaki anlatıma göre benim gözümde bir o kadar oportünisttir. Çünkü menfaatlar söz konusu olduğunda avukat Halil de sürekli eleştirdiği abisi Hayri'den farklı davranmamakta, hemen düzene uyum sağlamaktadır. 

Kitapta altını çizdiğim tek bir cümle var.

"Bir kadın, söyleyecek çok şeyi olduğu halde susuyorsa, erkek tüm şansını kaybetmiştir." (syf.115)

Bu kadar sözden sonra, "merak ettim yahu, okuyacağım ben bu kitabı" diyen varsa, karar sizin.

İyilikle...

fy

21 Ocak 2015 Çarşamba

Su Müziği


. . . camların içinde uyuyoruz . . . kelebekler/akrepler
yağıyor … yanımda o . . . yanımda artık hep o . . . klorofil . . .
hiçbir şey yok sayılır oysa . . . hiçbir şey yok artık
Orissa’da çalan bir lirden başka ... bir su gibi
yürüyor unutuş . . . kedi tırmıklarıyla uyanıyorum...
bir sis kedisi o . . . kristal çığlıklarıyla..................
cama yapışmış bir kelebek ölüsü ... onun yüreği bu
ya da benim . . . okyanusların kenetlendiği yerde bir
flamingo bağırıyor ... uyanır gibi oluyor . . . yok bir şey
diyorum yok bir şey . . . orkideler/menekşeler/leoparlar
yağıyor …. camların camların içinde uyuyoruz.......

Lale Müldür/Uzak Fırtına

20 Ocak 2015 Salı

"Emek" Hatırası


İşim gereği zaman zaman Ankara'ya gitmek zorunda kalıyorum ve bu yüzden geçtiğimiz hafta da yine Ankara'ya gittim. Tandoğan'da işlerimi bitirdikten sonra Ankaray'ı kullanarak AŞTİ'ye geldim. Otobüsün kalkmasına epeyce vakit vardı. Ben de Emek ve Bahçelievler'i gezmek istedim. Bir dönem Emek '4 ve 8. Cadde'de çalışmıştım. Emek ve Bahçelievler'in anısı çoktur bende.



Hava soğuktu. Yerler kar ve buzlu. Bosna Hersek Caddesi boyunca ilerleyip Frederic Chopın Parkına kadar yürüdüm. Parkta kuşların dışında kimseler yoktu. Banklardan birine kısa süreli oturdum. Çamların altına bırakılan yemleri farkeden güvercinlerden birisi kursağını doldurmakla meşguldü. Ürkütmeden fotoğrafını çektim. Parkın içinde bir müddet dolaştıktan sonra 8.Caddenin sokakları arasında soğuğa rağmen uzun uzun yürüdüm. Fotoğraflar çektim "Emek" manzaralı.


Bir zamanlar eş, dost, arkadaş, sevgili, oturup şiir kitapları okuduğumuz pastaneye uğramayı, orada bir bardak çay içmeyi düşündüm fakat vakit çok daralmıştı. Geri dönüp otobüse bindim.



Yol boyunca Metin Celal'in "Gitmek Zamanı" isimli romanını okudum. Siyasi bir mahkumun Almanya'ya, başkasına ait bir kimlikle girişini, orada geçirdiği günleri, evinde kaldığı arkadaşının eşi Manuela ile aralarında gelişen yakınlaşmayı anlatıyordu Metin Celal. Bu kitabın kurgusunda çağımızın önemli hastalıklarından birisi olan "AIDS"e de yer verilmesini, HIV Virüsüne dikkat çekilmesini kitabın trajik finali için artı değer olarak gördüğümü belirtmeliyim.

Üç hafta önce blog sayfamda Aslı Erdoğan'ın "Kırmızı Pelerinli Kent" isimli kitabını okuyacağımı belirtmiştim. Okudum elbette. Açıkçası hiç beğenmedim. Klişe konular ve bana göre sürpriz olmayan bir final.

Aslı Erdoğan üç yıl Brezilya'da yaşamış. Kırmızı Pelerinli Kent'te Brezilya'yı anlatıyor yazar. Rio Karnavalını, oradaki çılgınlıkları, sokak çatışmalarını, uyuşturucu satanları, yoksulları, insanı bunaltan aşırı sıcakları ve nemi. 

Bir zamanlar bizde "Öteki Türkiye" denilen bir kavram vardı hani. Türkiye'nin yoksul mahallelerinde yaşayan halkı, ışıltılı, cilalanmış merkezin dışında kalan ve suç işleme oranlarının yüksek olduğu sokakları anlatmak için kullanılırdı bu kavram. Aslı Erdoğan'da "Öteki Brezilya"yı anlatmış romanında. 

İlla okuyacağım diyen varsa, okuduğunda buraya yazdıklarımdan farklı bir şey göremeyecektir o kitapta.

Dönüşümde yeni bi'öykü yazdım. Ahmed Arif'in bir dizesinden (Gün ola devran döne, gün ola umut yetişe) yola çıkarak kurguladığım öykü'de; köyde yaşayan, elma bahçesini soğuk vurunca zararını karşılamak için Fransa'ya, orada yaşayan eniştesinin yanına giderek şarap fabrikasında kaçak işçi olarak çalışmaya başlayan, sonra tekrar yurda dönüş yapan ve tavla oynamaya meraklı bir karakter oluşturdum. 

Öyküler önceden yaşanmış veya gelecekte yaşanması muhtemel olayları anlatır zaten.

Düşünüyorum da aslında her insanın hayatında yazılacak bir öykü mutlaka var.

Geçtiğimiz günlerde şöyle bir cümle kurmuştum. Bu yazıyı o cümleyle bitireyim.

"İnsan en değerli öyküm dediği kızını, hangi sayfadan itibaren dosdoğru anlamaya başlar ki?"

fy

15 Ocak 2015 Perşembe

14 Ocak 2015 Çarşamba

tel örgünün iki yüzü



Tel örgünün ayrı yüzeylerinde
fotoğrafların negatifleri
akciğer filmlerindeki çizgiler gibi
iğreti gülümsüyor dudağımızda
karanın ve beyazın kesişmesi

sizin esenliğini benim güvenliğim için
parkta gezinir gibi, yeni uyanmış gibi
bilirsiniz işte, anne sen ve sevgilim
tanırsın ne zaman terler avuçlarım
ne zaman dilim dolaşır sözcüklere
elleriniz tellere dokunurken acemi

boğaz kıyısında fotoğraf çektirir gibi
elini omzuna atar gibi park kanepesinde
fırtınalı sokakta yürürken
pardösünün yakasını kulaklarına kadar 
ya da Sirkecide simiti susamıyla beraber
neler gelmiyor tek odada yıllarca yaşayanın 
bir avuç maviye kafasını kaldırarak
ve o maviye yıllarca uzak
tel örgü biliyor içerdekini

dışardaki
bilmez mi gecenin yarısında
karda, yağmurda yürüme özgürlüğünü
hesaplaşırdı hasmı, konuşacağı dostu vardır
taa Avcılarda ya da Üsküdarda
gizli bir aşkı vardır şifreli telefon çalar
gel! diyen bir aşk, ucunda ölüm ucunda intihar
ya da hiçbir şey yok da, Kafka'nın böceği sanki
alıştığı kapıdan çıkar, girer alıştığı kapıdan
bilmez mi dışardaki
ağacın eylülünde rüzgâr keyfiyle
yaprağın zorla sürüklendiğini

tel örgülerin iki yüzünde 
negatiflerimiz

aslı kim?

Arife Kalender
Varlık Dergisi Aralık 2014, Sayı: 1287

10 Ocak 2015 Cumartesi

tek ahlâki öğe: aşk


"Doğamızdaki tek ahlâki öğe aşktır. Zira insanlar sadece aşk karşısında beklentisiz bir şeyler yapar."

Auguste Comte

9 Ocak 2015 Cuma

Küpe


üstüme yağmurlar giydiğim mevsim
geri durdum hep, görünmedim

bazı rüyalar iki kişiliktir
gözle görülmezler
bilirdim

küpesini düşürdüm gecenin
soğuğu kaldı içimde
sessizce geçip gittim

Murathan Mungan/Üç Nokta Dergisi, Bahar 2007, Sayı:8

8 Ocak 2015 Perşembe

6 Ocak 2015 Salı

'Beklentinin Sanatı'


Yaşam ve ölümü birbirine bağlayan incecik ipin ortasında, ayaklarımın altında uzayan boşluğun ucunda sallanıyorum. Parmaklarım güçsüz. Kollarım yerçekimine direnen gövdemi taşımaktan yorgun. Zihnim, eşyaların ortalığa saçıldığı odalar gibi darmadağınık. Ruhumun ölü bir ormandan farkı yok. Alevlere teslim olmuş, yanmış, yıkılmışım. Bütün hücrelerim kömür karası. Bütün şehirlerim simsiyah.

Bizi, düşlediğimiz cennetten umutla korku arasında yaşamaya zorunlu kılınan o derin çizgi ayırıyor diyor ve kendimi boşluğa bırakıyorum.

En dipte ayaklarım denize değmeli... Kucakladığımda kanımı coşturacak, dalgaları köpürdükçe köpüren, o ipekten denize

d

ü

ş

e

r

k

e

n

Sırılsıklam bir finale varmayı ummak.

Delilik bu...Delilik!

Önce çılgınlar gibi çığlık atıyor, sonra daralan zamana gözlerimi kapatıyorum.

Korkma!

Düşerken, aslında ben hep yokuş yukarı tırmanıyorum.

fy

4 Ocak 2015 Pazar

Beden Dili


"İnsanın sesi, soluğu, ağzındaki dili sustuğunda, yaraları konuşmaya başlıyor."

fy

3 Ocak 2015 Cumartesi

Küskedisi


-fitili yakılmış zamanda sahne güzçekimi-

anımsıyorum
şehrime dinamit bırakan ateş dikeni
şefkatin kalbine de göç mızrağı saplar
yıkar geçerdi gazelden bendimi

güneşe meftun baharkıza susmak
korkuya sağır
cesarete kırgın
öfkemizin pilli bebeğine yenik tozlaşmayı
geciken dokunuşların yerine mi koymaktı
düşkirazı sandığımız o çokluk

sadece bir bavul ve sen
tek taş pırlanta… kısa bir not
eşyalara sinmiş sümbülî ayrıntılar
ve içimizde küskedisi

-üç, iki, bir: motor-

oradayım
yüzdüğüm boşlukta

sahne güzçekimi perde ben
?
:

ö  n  e  m  s  i  z  im

Fatih Yavuz Çiçek
Onaltıkırkbeş Şiir, Çığlık, Yaşam Kandili 2009, Sayı: 32

2 Ocak 2015 Cuma

Costaguana'nın Gizli Tarihi


"Son derece aşina olduğumuz sözcükler bu ülkede kâbusu çağrıştırırlar. Özgürlük, demokrasi, vatanseverlik, hükümet: Bunların hepsi cinnet ve cinayetle özdeşleşmiştir."

Joseph Conrad/Nostromo

Juan Gabriel Vasquez/Costaguana'nın Gizli Tarihi, syf.96