Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

27 Mart 2015 Cuma

Kırmızı Çizgiler/Öykü


Lacivertleri giymişim. Üstüm başım tiril tiril. Akşama nişanım var. Salon tutuldu. Davetiyeler bir hafta öncesinden dağıtıldı. Sözlüm kuaförde. Saçların ve porselen makyajın yapımı uzun sürer dediler. “Siz şöyle bi’dolaşın en iyisi. Ayakkabınıza cila çektirin isterseniz” dedi oradaki kızlardan birisi.

İtiraz etmedim. Hiçbir şeyin keyfimi bozmasını istemiyorum. Ne de olsa en mutlu günümdeyim. Cadde boyunca bir tur attım. Eksik var mı diye düşünüyorum bir yandan. Yüzükler alındı. İçine isimler kazındı. Kırmızı kurdelalar tamam. Takılar annemde. Sekiz kat nişan pastası hazır. Biz loş ışıklar altında salona yürürken orkestranın çalacağı müzik bile ayarlandı. Kenny Rogers’ın seslendirdiği “Lady” isimli şarkıda karar kıldık. İlk dansın ardından misket oynayacağız. Sonrasında oyuna katılan misafirlere para yapıştırılması, bahşiş isteyen görevlilerin gönlünün görülmesi âdettendir. Gıcır gıcır beşlik, onluk kâğıt banknotlar iç cebimde. Gelin arabasının süslenmesi işini sağolsun kardeşim halletti. Eh! Her şey yolunda görünüyor. Geriye eğlenmek, davul zurnayla halay çekerek kurtlarımızı dökmek kalıyor.

Ne demişti görevli kızcağız. “Ayakkabınıza cila çektirin isterseniz.” Dost başa düşman ayağa. Bakışlarından anladım. Kıskandı tabii. Bende boy pos yerinde. Fizik desen Alein Delon’dan aşağı kalmam. Ayakkabılarıma bakıyorum kusursuz ama neyse. Çektirelim bir cila, diyorum.

Lostra salonu şehrin küçük meydanında. Meydana doğru hareketleniyorum. Yürüdükçe kalabalığın arttığını görüyorum. Hoparlörden konuşma sesleri geliyor. “Faşizme geçit vermeyeceğiz” diye haykıran bir ses duyuluyor uzaktan. Muhalif bir gösteri yapıldığı elektrik direklerindeki afişlerden belli. Etraf polis kaynıyor.

Boyacıya selam verip kalabalığı izlemeye koyuldum. Boyacı orta yaşlı, kirli sakallı biri. Ayakkabısını boyadığı yurttaşı gönderince: “Buyur abi” dedi. Gösterdiği koltuğa oturur oturmaz söylediğim “cila çek” emir kipine, “iyice parlasın”ı da ekledim. Fırçayı eline alınca başıyla gösteri yapanları işaret edip konuşmaya başladı. “Faşizmmiş, özgürlükmüş. Bunların hepsini içeri alacaksın, sonra bi’güzel falakadan geçirip bırakacaksın abi. Bak o zaman hiç kimse devletin kırmızı çizgilerini aşmaya çalışıyor mu?”

Cahilin vicdanı paslanmış vidaya benzer. Eğitim dışında hiçbir anahtar o paslı vidayı saplandığı yerden söküp çıkaramaz. “Devletin kırmızı çizgileri oluyor da bireylerin niçin kırmızı çizgileri olmasın” dedim. Bir kitapta okumuştum. ‘Faşizm yalnız topla tüfekle olmaz. Haddini bilmezliğin, bırakın aydına, insana saygısızlığın her biçimi faşizmin ta kendisidir’ diyordu yazar. Kimsenin, hele hele devletin, bireylerin gösteri ve yürüyüş hürriyetini kısıtlama, yurttaşına falakayla işkence uygulamak gibi bir hakkı yok.”

Sözlerim hoşuna gitmedi. Yüzünün renginden bozulduğunu hissettim. Şapkasını indirerek saklamaya çalıştığı gözlerinde sinsi, suçüstü yakalanmaktan endişeli bir insanın karanlığı var. Ayakkabıya çektiği cilayı fırçaladıktan sonra mokasen deriyi kadifeyle parlatıp işini bitirdi. Boyacının ücretini verip lostra salonundan ayrıldım. İstikamet:  “Paris Kuaför.”

Ana cadde kalabalık. Belediye parkının bulunduğu sokaklar daha tenhâ. Bir türkü geldi aklıma. Keyiflendim. Türkünün: “Makaram sarı bağlar lo, kız söyler gelin ağlar” nakaratını mırıldanarak ilerledim. Orada, parkın içindeki havuzun etrafına tünemiş kuşları görünce onlara yem atmak için duraladım. Kuş yemi satan çocuklara yöneldiğimde arka tarafımdan koluma giren iki kişinin varlığıyla irkildim. Yüzümü dönüp: “Ne oluyoruz” demeye kalmadan birisi kimliğini çıkarıp gösterdi. “Polis!”

“Direnme! Bizimle merkez karakoluna geleceksin” dedi kızıl sakallı olanı.

“İyi de karakola gelecek ne yaptım? Beni neyle suçluyorsunuz?”

“Makul şüphelisin. Hakkında ihbar var.”

Şaşırdım. “İhbar mı? Şüpheli mi? Bi’yanlışlık olmasın memur bey?” Hemen hatıra niyetine ayırdığım nişan davetiyesini çıkarıp gösterdim. “Mutlaka bi’yanlışlık olmalı. Bakın bu akşam nişanım var. Sözlüm kuaförde beni bekliyor.”

“Yanlışlık yok. Biraz evvel lostra salonunda devletin kırmızı çizgilerini sorgulayan, faşizmden, işkenceden bahseden kişi sen değil misin?”

“Eee, ne var bunda?”

“Uzatma! Ne var ne yokmuş karakolda öğrenirsin artık.”

Uzatmadım. Parkta oturan yaşlıların, oradan geçen yurttaşlarımızın kiminin meraklı, kiminin uysal, kiminin de öfkeli bakışları arasından geçerek ekip otosuna bindik. Simitçi, büfeci, boyacı gibi sıradan yurttaş görünümlü sivil polislerin varlığını duymuştum ama boyacıyla yaptığımız kısacık sohbette sarf ettiğim sözler için karakola götürüleceğimi rüyamda görsem inanmazdım.

Araç hareket etti. Gözlerimi yumdum. Üstüm başım tiril tiril. Akşama nişanım var. Sözlüm kuaförde.

Makaram karalar bağlıyordu.

fy

Güdümlü Politik Roman Örneği: Sıcak Külleri Kaldı



"Sıcak Külleri Kaldı" Oya Baydar'ın okumayı çok istediğim ama bir türlü fırsat bulup okuyamadığım kitaplarından biriydi. Geçen hafta nihayet muradıma erdim ve yazarına 2001 yılında "Orhan Kemal Roman Ödülü"nü de kazandıran bu "politik romanı" okumayı bitirdim. 

Roman okumayı seviyorum. Çünkü romanlar, oluşumları, yapıları gereği, sosyal, kültürel ve politik konuları aktarmada, diğer türlere göre daha öncül ve daha avantajlı bir yazın türüdür.  Bu avantaj, romanları içerikleri açısından çok boyutlu kılarken kendi içinde de birçok alt türlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Örneğin aşk, bilim-kurgu, polisiye, köy, politik roman türleri, alt tür olarak akla ilk gelenlerdendir.

"Sıcak Külleri Kaldı" politik bir roman. Nedir "Politik Roman" diye merak edenler için politik romanın tanımını ekleyerek devam edelim.

"Politik Roman"  en geniş anlamıyla,  içeriği politik olay ve olgularla ilişkili olan, bu çevreden  kişilerin ön planda olduğu, politik bir bakış açısının egemen olduğu, politik bir etkiyi amaçlayan romandır ve bu tür, kendi içinde de "Eleştirel Politik Roman", "Güdümlü Politik  Roman" olmak üzere iki alt türe ayrılır.

Eleştirel Politik Roman denildiğinde, geniş anlamda  herhangi politik bir olay veya olguyu sorgulayıcı veya eleştirel bir yaklaşımla dile getiren yapıtlar anlaşılmalıdır. Burada yazarın doğ­rudan bir güdümlülüğü söz konusu değildir. Yazar, olayların kendisini gerçekçi bir biçimde vermek yerine, belli bir mesafeden okuyucuyu onlar üzerinde düşünmeye götürecek sorgulamalara yer verir. Doğrudan taraf tutmaz, amacı bireyleri politik olay ve olgular üzerine yeniden düşünmeye zorlamak ve böylece politik düzlemde bir bilinç oluşturmaktır. Zaman zaman kışkırtıcı bir anlatım tutumu söz konusu olsa da eleştirel romanın yazarı doğrudan yönlendirici olmaktan kaçınır.

Güdümlü Politik Roman: 'Güdümlülük' söz­cüğü,  bir yere bağlanmak, bir şeye taraftar olarak onun gerçekleşmesine çalışmak anlamlarını içer­mektedir. Edebiyat bilimi bağlamında ise,  "yazarın belli bir değeri kollayarak kendi seçimiyle üst­lendiği yükümlülük anlamına gelir. Bu yükümlülükte yazar, çalışmalarının ürünlerini siyasal, toplumsal, dinsel ya da töresel bir fikrin hizmetine sunarak, içinde yaşadığı dünyayı değiştirme eğilimiyle birleştirir."

"Sıcak Külleri Kaldı" politik bir roman demiştik. Yukarıda verdiğimiz bilgilere ve kitabın içeriğine bakarak Oya Baydar'ın bu kitabının, politik romanın alt türü "Güdümlü Politik Roman" kategorisine girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kitap için arka kapak tanıtımında şöyle deniliyor.

"Sıcak Külleri Kaldı, 'siyasal roman' tartışmalarının orta yerine düşen ve noktayı koyan bir roman. Polisiye roman sürükleyiciliğinde, belgesel ilginçliğinde, şiir tadında, gerçek bir roman. Dünyanın ve Türkiye'nin son kırk yılının fonunda; İstanbul'dan Moskova'ya, Paris'ten Ankara'ya, Anadolu'dan dünyaya açılan bir coğrafyada; elçilik rezidanslarından işkence odalarına, morglardan eski bahçelere, üzüm bağlarına, üniversitelerden fabrikalara, gecekondulardan konaklara, yalılara uzanan bir ortamda; devletin üst kademelerinden, siyasetçilerden, diplomatlardan, sermaye kesiminden, gizli servislerden, işçilerden, sendikacılardan, örgüt liderlerinden, gazetecilerden, militan gençlerden kahramanlarıyla Oya Baydar, bu çok boyutlu romanında tutkuyu, aşkı, gücü ve güçsüzlüğü, devleti ve iktidarı tartışıyor. Yakın tarihimizin en sıcak yıllarının ekseninde, gerçek olayları, yaşanmış acıları, kayıpları, daha belleklerde tazeyken, izleri silinmemişken, derine inerek, ustalıklı anlatımıyla kurgusuna katıyor, paylaşıyor. Sıcak Külleri Kaldı, kırk yılın yangınlarının, sevgilerde, dostluklarda, aşklarda, tutkularda, inançlarda, devrimlerde tutuşturduğu ateşlerin arta kalan sıcak küllerinin romanı. 'Siyasal', ama 'Roman'."   

Roman, tanıtım bilgilerinde açıklanan içeriği, 70 ve 80'li yılların siyasal ortamını, o dönemde yaşanan olayların günümüze yansımalarını iki farklı kutuptan sol ve devlet kutbundan seçtiği Ülkü ve Arın karakterleri üzerinden irdeleyerek okurlara aktarıyor.

Yeşilçam filmlerinde sık sık karşımıza çıkan "zengin erkek, yoksul kız aşkının" kurgusu, Oya Baydar'ın da yararlandığı bir kurgu olmuş. 

Kitabı kendi durduğu ideolojik zemin üzerinden kurgulayan yazar, "karşı taraf"ın yani "milliyetçi sağın" düşünceleri için hiçbir şekilde empati yapma gereği duymamış. İşte bu sebeple "Sıcak Külleri Kaldı"yı anlatırken derdi edebiyat olan bir okur gözüyle "güdümlü politik roman"dır deme gereğini hissediyorum.

"Ben bu...bu... "Ölü'yü daha önce de görmüştüm." 

Bu cümle ile başlıyor kitap. Zaman içinde ileri-geri gidişler ilmek ilmek, incelikle ve çok iyi kullanılan bir dille örülerek ilerliyor.

Kitabın finali "nereye gidersen git başladığın yere geri dönersin" sözünü duyumsatıyor.

"Belki biz erkekler de kediler gibiyiz. Kendi iktidar alanlarını bıraktıkları kokuyla işaretleyen ve o alanın içine başka kedileri sokmayan hırçın, kavgacı kediler gibi...O alanın dışına çıktığımızda, ya da iktidar alanımızı kaybettiğimizde çöküyoruz." syf.241

"Rakip tanımayan, paylaşılmayan şeyler var: Aşk ve iktidar gibi..." syf.242

"Belki de şehre haksızlık ediyorum; orada yaşamadıkça, anıları olmadıkça, geçmişini, parlak günlerini, sorunlarını, insanlarını tanımadıkça, gizli güzelliklerini keşfetmedikçe bir şehri nasıl sevebilir insan!" syf.243

"Burası, "kitlelerin içinde balık olma" hayaliyle yola çıkmış devrimcilerin yakalanıp hapsedildiği daracık bir akvaryuma benziyordu." syf.244^

"Bıktım şu Küçük Prens fantezisinden, diye bağırmıştı. Kutsal Kitap sanki! Senin derdin nedir kızım biliyor musun? Senin derdin...senin derdin s....mek. En önemli şey bu değil mi hayatta! Ama benim için değil. Öyle olsaydı, bunca yıldır bakardım bir çaresine. Üstelik, eğer iktidarsızsam yine senin yüzünden. Neden başka kadınlarla iktidarsız değilim? Neden sen gelmeden sorunum yoktu da, seninle böyle oluyorum! Seni doyuramamaktan korkuyordum, hep korktum bundan. Beni başka erkeklerle kıyaslamandan, benden daha az zevk almandan korktum. Unutma, ilişkimiz başladığında seni hamile bırakan sevgilinin yatağından yeni çıkmıştın." syf.247

"Madem bu kadar çirkinleştik, o zaman sonuna kadar götürelim dedi adam. Evet, bir başka kadınla birlikte oldum; buradaki kuzeyli kadınlardan biriyle... Sen Moskova'ya gelmeden kısa bir süre önce ülkesine döndü. Onu bir daha görmedim. Beni tanırsın; belki içten içe, bu ilişkiyi, yani kendi zaafımı, seni aldatmış olmayı hazmedemediğimden sana yaklaşamadım. Belki de içimde birikmiş bir hınç vardı sana karşı, belki geçmişimi hazmedememiştim. Ne de olsa küçük bir kentin işçi ailesinden geliyorum ben. İnsan yetiştiği çevrenin değerlerini ne kadar aşabilir ki! O köhnemiş değerleri aştığın, hepsinin üstüne yükseldiğini sanırsın, kendine yepyeni bir kimlik yaratırsın, sonra bir gün dehşet içinde hiç değişmediğini fark edersin." syf.247-248

"Biliyorsunuz merak yedi günâhtan biridir, ama günahkâr olmayan kim var?" syf. 359

İyi okumalar...

fy


Kaynaklar:
(1) Sıcak Külleri Kaldı, Oya Baydar, Can yayınları
(2) Doç. Dr. Sabri Eyigün, Dicle Üniversitesi, Güdümlü Politik Roman İle Eleştirel Politik Roman Türlerinin Karşılaştırılması Üzerine,

21 Mart 2015 Cumartesi

Cinnet


Ayna İnsan Edebiyat, Kültür, Sanat Dergisi 2015, Sayı: 14

Telvem


-hepimiz düşerek öğrenmedik mi yürümeyi-

tanığımdır yorulan sözüm
alın yazgımın ruhumdaki sizdüşümüne
set çekilmiş ömrümdür kanıtım

yeter!

beni firari sayın artık, ey âlem-i cevher
kirli yaşamdan mülteci
n’olur gözlerim bağlı dilim lâl
bi’daha çıkarmayın bahtımın açık havasına
böyle masum, böyle korumasız ve zülâl

en güzeli sessizliğe yazın beni
aynalarda ülkümle doya doya konuşmaya

her konuşmada yenildim aslında
geceleri sabah bilmekte gözüpek, hep yanıldım
yine de söylemek isterim utkumu
belki bir bozlak besteler kalbimde saklı çığlıklar
avunurum

-içimde yunus, dadaloğlu, muharrem ustalar-

“aman arap atları da yakın eder ırağı
adama kemlik mi gelir merdoğlu mertten ey”

demem o ki
şimdi bozgunla yüzleşmektedir avuçlarıma gizlenmiş sonum
ölüm güvercin kanatlarında yükselince
karanfil mevsiminedir benim asıl yolculuğum

fy

20 Mart 2015 Cuma

Şiir Önce Düzyazıdır


On altı, on yedi yaşındayken, “kötü bir şiir okuru, ‘bu şiir ne anlatıyor?‘ diye sorar, çünkü şiirin de, öykü ya da roman gibi, bir şeyler anlatmasını bekler” diye başlayan bir yazı okumuş ve çok etkilenmiştim. Gerçi o günlerde ben de öyküler yazıyor ve ileride de bir romancı olmayı düşlüyordum, ama şiirde öykülemeden kaçmak gerektiği, çünkü şiirin bir öykü gibi yazılıp okunmadığı ölçüde şiir olduğu benim de şiir anlayışımı özetleyen bir görüştü. Aradan bir on yıl geçip ciddi olarak şiir yazmaya başladığımdaysa, kendimi bu anlayışa göre değil, öyküleyerek yazarken buldum ve durup düşündüğümde de, hatırladığım ve sevdiğim şiirlerin nerdeyse tümünün, bir edebiyat sözlüğünün Yahya Kemal’in yapıtları için kullandığı deyimle, “birer hikâye karakterinde” olduklarını gördüm.

Ama böyle şiirleri yeğlememin ve bu ay yayımlanan kitabım “Kraliçe Viktorya’nın Düşü” nün de bir şiir kitabı olduğu kadar bir öykü kitabı da olmasının nedeni sanıyorum, yalnız yazmaya düzyazıyla başlamış olmam değil, aynı zamanda İngiliz edebiyatının ve yıllardır yaşadığım İngiltere’nin beni çok etkilemiş olmaları. Burada yalnız İngiliz şiirinin büyük anlatma geleneğinden söz etmiyorum. Bu alanda herhangi bir antolojiye göz atmak, İngiliz edebiyatının en göze çarpıcı özelliklerinden birinin, Chaucer’ın Canterbury Öyküleri’nden Spenser’ın Periler Kraliçesi’ne, Milton’ın Cennet’in Yitirilişi’nden Wordsworth’ün Prelüd’üne bir dizi, her biri bir roman uzunluğunda, anlatımcı şiiri kapsaması olduğunu kanıtlamaya yetecektir. Ama tipik bir İngiliz şiiri kısa ve “lirik” olduğundan bile her zaman nesnel bir durum betimler ve bunu yaparken de düzyazının mantığına ve kurallarına sadık kalır. Büyük on yedinci yüzyıl şairi Ben Jonson’ı İskoçya’ya yaptığı gezi sırasında şatosunda ağırlayan Drummond, ünlü konuğuyla yaptığı sohbetleri topladığı kitabında, “Bana, tüm şiirlerini önce düzyazı olarak yazdığını söyledi,” der. Şiirin önce ve temelde düzyazı olduğu ve düzyazı gibi okunabilmesi ve çözülebilmesi gerektiği benim de bugünkü şiir anlayışımın temel taşlarından biri.

Daha da ileriye gideyim: Bence İngiliz edebiyatı yalnız antik çağ’dan sonra ortaya çıkmış olan ulusal edebiyatların en eskisi değil, aynı zamanda da en önemlisi ve en büyüğüdür, çünkü Alman felsefesi gibi o da Batı’nın tüm özünü yansıtır. Değişik ”özlere” sahip bir “Batı” ile “Doğu” nun gerçekte olmadığının günümüzün en moda görüşlerinden biri olduğunun bilincindeyim, ama bu beni rahatsız etmiyor. Ben böyle bir ayrımın temelde gene de geçerli olduğunu düşünüyorum. Batılı dünya görüşünü tek bir cümleyle özetlemek gerekseydi kuracağım cümle “hayat bir öyküdür” olurdu. Ve tabi nasıl bu dünyanın, tıpkı bir öykü gibi, bir anlam ve biçimi olduğu, kişisel hayatın belli bir mantığı olan bir “biyografi”, toplumsal hayatın da eşit derece de belli bir mantık izleyen bir “tarih” oluşturdukları ve dilin bu mantık, biçim ve anlamı yansıtabileceği Batı’ya özgü görüşlerse, bu dünyanın somut gerçeklerinden kesin bir anlam çıkarılmayacağı, anlamın türlü soyutlamalarda aranması gerektiği  ve dilin (ve onun üstünde kurulu olan şiirin) dünyayla doğrudan dolaylı bir ilişki içinde olduğu, bana kalırsa, Doğu’ya özgü görüşlerdir. Buna bağlı olarak, Batı şiirinde, anlatılanın kendisi önem kazanıp dil yalınlaşır ve saydamlaşırken, Doğu şiirinde doğrudan ilişki kurulamayan gerçeklikten koparılan dil gittikçe kendi içinde daha önemli olmaya başlar ve şair anlatıcı değil, bir dil ustası olarak belirir.

Yirminci Yüzyıl Türk şiirinin tarihi bence Batı ile Doğu arasındaki bu karşıtlığın tarihidir. İlk büyük “Batılı” şairimiz kuşkusuz (sonradan yıllarca Londra’da yaşayıp İngiliz şiirini de tanıma olanağı bulan, ama “Tarz-garbi, dedim, olsun adet” dizesiyle ilan ettiği kararına Fransız edebiyatının klasiklerini okuyarak varan” Abdülhak Hamit’tir. Hamit’in şiiri yer yer gülünç bir kötülükte de olsa, “Hayat bir öyküdür” inancını yansıtan bir öykü şiiridir ve onu Yahya Kemal , Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı, bir anlamda Orhan Veli ve gene bir anlamda Edip Cansever gibi başka “öykücüler” izler. Atalarım ve ustalarım olarak gördüğüm bu şairlerde Doğulu bir duyarlılıktan izler yok değildir, ama temelde Batı kökenli oldukları yadsınamaz ve oluşturdukları gelenek, kökleri divan edebiyatına ve “doğunun büyük şiirine uzanan” Haşim’in, Turgut Uyar’ın, Hilmi Yavuz’un yer aldıkları gelenekle karıştırılmaz.

İlginç olan, uzun bir aradan sonra bugün Türk şiirinde öykülemenin yeniden gündeme gelmiş olması. Enis Batur Gri Divan’da ““soyutlama dozu yüksek bir şiir anlayışından öyküleme dozu yüksek bir şiir anlayışına geçmekten söz ediyor; Tuğrul Tanyol’un öyküleme peşinde olduğu söyleniyor ve Lale Müldür, Seyhan Erözçelik ve Haydar Ergülen’le Gösteri’nin Nisan sayısında yapılan toplu söyleşide “öyküleme” sözcüğü yinelendiği gibi, daha ilginci, ”ortalama, hatta bayağı sözcüklerin şiirsellik kazanmasından” dem vuruluyor. Ben burada Yahya Kemal’in “kolektivitenin lisanını şiire sokmak” düşünün dirilişini görüyorum. Söz konusu olan şiir, şiir dilinin “anlaşılması” değil, gerçek dünyayla  gerçek bir ilişki kurabilmesi (ki bence “öyküleme" denen de temelde bu zaten) özellikle Seyhan Erözçelik’in biraz da hayıflanarak da olsa “eskiden erguvan diye bir sözcük vardı, şimdi yok” demesi hoşuma gitti; bu sözü çerçeveletip yazı masama koymayı düşünüyorum. Ama şunu söyleyeyim ki “erguvan”ın kişisel kaderi ne olursa olsun (ve aramızdan ayrılalı o kadar da olmuyor. Hilmi Yavuz, “ve neden/sözlerin soluk erguvan” diyeli kaç yıl geçti şunun şurasında?), temsil ettiği “müphem ve esrarengiz” doğulu “şiirsellik” bu günde Türkiye’de bir çok kimseyi büyülemeye devam ediyor ve buna  öykülemeye çalıştıklarını söyleyen kimi şairlerde bir ölçüde dahil.

Yanlış  anlaşılmasın; “Batı iyidir, Doğu kötüdür,” demiyorum. Doğu’nun en az Batı’nınki kadar zengin ve ilginç kültürünü yadsımak başka bir anlamda “ortalama, hatta bayağı” bir tutum olurdu. Zaten, bu sözcükleri salt coğrafi anlamlarıyla alırsak, Doğu ve Batı bugün, tıpkı Orhan Pamuk‘un çarpıcı romanı Beyaz Kale’de olduğu gibi, yer değiştirmekteler. Doğu öykülere özenirken, ”postmodernleşen” Batı, tüm öykülerin asılsız olduklarını, hayatın anlaşılamayacağını, dilin kaypak ve esrarengiz olduğunu söylüyor. Batı’nın, yeni inançlarına uygun bir biçimde, “mistik ve miskin” bir havaya bürüneceği, Doğu’nun da “akılcı ve atılımcı” olacağı gün bence uzak değil.Tabii ben de zamanla bu süreç içinde yer değiştirebilir, bir şiirin sonunda “ah şiirin metafizikselliği nasıl da gerekli bana/yıllardır reddettiğim buydu oysa” diyen İngiliz şairi Donald Davie gibi başka tür bir şiire özlem duyar ve bugün Hamit’le aramda gördüğüm akrabalığı ardımda bırakıp kendimi Haşim’e yakın duymaya başlayabilirim. Ama şu anda bana gerekli olan (coğrafi olarak nereye gitmiş olursa olsun) Batı’nın, temelinde düzyazı yatan şiiri.

Şavkar Altınel 
Soğuğa Açılan Kapı, YKY, İstanbul 2003 

19 Mart 2015 Perşembe

Paris Düşlerine Küçük Bir Katkı


geniş susku
ten uykusu bitti
yeni doğmuş bebek gibi 
gözlerini bengiye açtı nâr

ertelenmiş baharlar çiçekleniyor dilimde
teveğini bulmuş arzular

meselâ,
bunlardan birincisi gözü yaşlı gülümser
ötekisi med cezir
kalbim; tanelerim
irem bahçesini görmüş kadar iyimser

âh ömrünü fasl-ı dey’e bozduran güvercin
bilirim
senin de rengine kanıp dişlediğin
ağılanmış bir elma hikâyen var

uyan ey gülzar, uyan
uyan da 'Seine’ diye murabba yaz

cemre kapıda, önümüzde aşk
ten uykusu bitti
şimdi nefes nefese çiğdem zamanı

fy

Bizim Mahalle Edebiyat, Fatih Yavuz/Söyleşi

B.M.: Gerçek Mavi şiirinizde dediğinizi çekiştirerek “ah mavi düş perisi, geciktin/sen...o zaman, nerelerdeydin?”  sorusunu size yöneltelim. Fatih Yavuz Çiçek kimdir? Nelerle meşgul olmuştur bu vakte kadar?
-Fatih Yavuz'u  kısaca inanç, güven, sadakat ekseninde düş ve gerçeğin izinden yürümeye çabalayan  ve bu süreçte  kendine yol arkadaşı olarak kelimeleri tercih etmiş, menzili yokluk olan bir yolcudur diye tanımlayabiliriz. 1964 Kırıkkale doğumluyum. Halen Kırıkkale’de bir kamu kurumunda uzman olarak görev yapıyorum. Aslında ilköğretim yıllarından itibaren ilgi duymaya başladığım şiir; edebiyat yolculuğunda okumaya, izlemeye daha çok vakit ayırdığımı düşünüyorum. 12 Eylül 1980 sonrasıydı. Lisede öğrenciydim. Yazmak düşüncesi o dönemde okuduğum kitap ve şiirlerin etkisi olsa gerek  ani bir iç itkiyle başladı. Sonrasında okuma, yazma yükseköğrenim, iş hayatı süreci birlikte yürüdüler. Yazdıklarımı uzun süre denilebilecek bir süre yayımlamadım. 2006 yılından başlayarak  kelimelerle olan birlikteliğimi önce tanıdığım edebiyatçı arkadaşlarla ardından okurlarla paylaşmaya başladım. Yazmaya çalıştığım şiirlerin okurla buluşma sürecini daha çok bir krizalitin kozasında kelebek olma sabrına benzetiyorum. Gecikme belki bu yüzden ama sanırım asıl sebep kelebek kıvamında yaşama isteğinden kaynaklanıyor.

B.M.: Daha önce sizin hazırladığınız söyleşiler var. Özellikle Hayriye Ünal ile yapmış olduğunuz söyleşi iki şair hakkında da bize görüş veriyor. Bunun haricinde sizi önceleri sanal ortamda görüyorduk. Bu yönden bakınca sanal ve matbu yayım karşılaştırması yapmanızı istesek ne gibi sonuçlara ulaşırsınız?

-Şiir, edebiyat, kültür, sanat  içerikli söyleşi yapma düşüncesi Onaltıkırkbeş'in okur ve yazarları buluşturan önemli bir etkinliği. Söyleşi hazırlamak ciddi bir ön hazırlık gerektiriyor. Öncelikle söyleşi onayını aldığınız yazarın kitaplarını veya yazdığı metinleri okuyup incelemeniz, onun dünyayı, yaşadığı çağı nasıl algılayıp, hayata baktığı kapıyı bu paralelde hazırladığınız sorularla çalmanız gerekiyor. Hayriye Ünal günümüz Türk şiirinde önemsediğim, izlediğim yazarlardan biridir. Kendisiyle yaptığımız  söyleşiye edebiyat çevrelerinden çok olumlu tepkiler geldi. Biz bu tepkileri değerlendirerek şiire, edebiyata emek veren diğer arkadaşlarla da söyleşiler hazırlamaya başladık. Önümüzdeki sayılarda da inşallah söyleşiler devam edecek.

Sanal ortama gelince. Aslında internet ortamı sanal gibi görünse de edebiyat sitelerinde paylaşımda bulunan üyelerin hepsi gerçek kişiler. Teknolojinin yaygınlaşması, internet kullanım oranının hızla artması kaçınılmaz olarak birbiri ardına edebiyat sitelerinin kurulmasına yol açtı. Bu durumda içinde yazma dürtüsü olan ve yazdıklarını çeşitli sebeplerle yayımlamakta güçlük çekenler kendilerini edebiyat dünyasına gösterebilme, ifade edebilme fırsatını bu siteler aracılığıyla yakaladılar. İnternet kullanımından önce dergilerde şiir ve düzyazı metinlerinden tanıdığımız isimlerle, ürettiklerini edebiyat sitelerinde yayımlayanlar bu yeni ortamda birbirlerini daha yakından tanımaya, anlamaya, bilgiyi paylaşmaya başladılar. 

Sonuç itibariyle  e-devlet, e-posta, e-imza, e-ilan derken bir de baktık e-kitap, e-edebiyat dergisi ve e-şiir gelişen teknolojik imkânları kullanarak bir tıkla okunabilir hale geldi. Kendinizi teknolojiden, iletişim araçlarının yaygınlaşmasından soyutlayamıyorsunuz. Evet, ben de çeşitli edebiyat sitelerine yukarıda açıklamaya çalıştığım sebeplerle üye oldum. Paylaşımlarda bulundum. Dergilerde okuyup, izlediğim ama yüz yüze tanışma fırsatı bulamadığım şair, yazarlarla iletişim kurma, ürettiklerimi onlarla paylaşma fırsatı buldum. Ancak yine de bir şiiri, öykü veya romanı üretenlerin emeğine saygı gösterip bandrollü kitap dergi alarak, mürekkep kokusunu hissederek, kâğıda dokunarak okuma alışkanlığı çok farklı bir duygu ve bu alışkanlıktan (internet paylaşımının hızlı ve kolaylığına rağmen) vazgeçebileceğimi sanmıyorum.  
   
B.M.: Telve kelimesinin size neler çağrıştırdığını merak ediyoruz? Edebiyat öğretmenim gibi düşündüğünüzü öğrendim. Bir derste öğrencilere öğüt verirken gecekonduda ikamet arkadaşlara yönelerek “Nerede yaşadığınız değil, yaşadığınız yerde kendinizi nasıl hissettiğiniz önemlidir” demişti. Sizin, “ne yazdığınız kadar nerede yazdığınız da önemlidir” dediğinizi biliyoruz. Ne demek istiyorsunuz? Bunu açarsak görüş ve -tabi genç arkadaşlara- önerilerinizi alabilir miyiz?

 -Öncelikle bu ifadenin Türk edebiyatının önemli isimlerinden Nuri Pakdil’e ait olduğunu belirtmek istiyorum. Dünyayı, evreni, yaşamı aynı gözlerle algılayan, aynı şeyleri düşünüp söyleyen  insanların bir araya gelerek ortak bir misyon etrafında yazma eyleminde bulunması, yaşadığı çağa bu şekilde tanıklık ederken bilgiyi, deneyimi, yazdıklarını kimliğini, öz değerlerini kaybetmeden gelecek kuşaklara sorumluluk duygusuyla aktarma ereğinde bulunmasının “Ne yazdığınız kadar nerede yazdığınız da önemlidir” tümcesinde mâna bulduğunu düşünüyorum.

Bu çerçevede genç arkadaşların durmak, var olmak istediği zemini iyi tespit etmeleri gerekiyor. Elbet ben de bana söylenildiği gibi mutlaka okumaya, araştırmaya, yazın süreçlerini bu şekilde geliştirmeye önem versinler demek isterim. Ne yazdığımız, nerede yazdığımız önemli ama başka başka yerlerde kimlerin ne yazdığını da takip etmeliyiz. Örneğin kendi adıma bir örnek vermem gerekirse Cemal Süreya şiirlerini okumaktan hiçbir zaman haz almamama rağmen onu okumaktan asla vazgeçmedim. Bu sebeple herhangi bir şairi yazarı ötekileştirmeden kim olursa olsun şiir, edebiyat adına neler yapmış, neler yazmış öğrenmek, bilmek adına okumaktan, izlemekten, araştırmaktan kaçınmamalarını öneriyorum.

Telveyi sormuştunuz. Telve bana koyu kahve, uçsuz bucaksız uçurum gibi derinliğine bakıp anlamaya çalıştığım bir çift gözü çağrıştırmıştır.

B.M.: İlk yayımlanan ürününüz ve matbuaya geçiş sürecinizi ilk ağızdan dillendirmenizi istesek? Bir de uzun bir süre önce yayımlanan ürünlerinize karşı bir olumsuz bakışınız oluyor mu? Yayımlayıp da bunu keşke yayımlamasaydım dediğiniz bir şiiriniz var mı?

-2006 yılıydı. İnternet ortamında şiir paylaşımı yapılan gruplara önceden okuyup seçtiğim şiirleri gönderiyordum. Bir gün yazdığım ilk şiirlerden birini paylaşmaya karar verdim. Gelen olumlu tepkiler beni yüreklendirdi. Sonra yazdığım şiirlerin bir bölümünü önce sevgili dostum Esat Selışık’la paylaştım. Esat’ın iki şiir kitabı vardı. Onun şiirlerimi yayımlanabilir nitelikte bulması üzerine şiir metinlerimi izlediğim en başta Hece, Dergâh, Varlık  olmak üzere, diğer dergilerle de poetik çizgi ayırmadan paylaşmaya başladım. Önce “İzler” başlıklı şiir Yalınayak Edebiyat'ta sonra “Makaramda İpler Tükenir” Alaz Edebiyat'ta yayımlandı. Sonrasında farklı dergilerde şiir ve denemelerim yayımlandı. Ancak; Hece, Dergâh, Edebiyat Ortamı ve elbette Onaltıkırkbeş edebi duruşlarını beğendiğim, şiir yayımlamayı daha çok önemsediğim dergiler oldu.

Ahmet Muhip Dranas “Fahriye Abla” şiirini yazdığı için pişman olduğunu söylermiş. Keşke yayımlamasaydım dediğim bir şiir var mı? Hımmm. Evet, sanırım “Satranç Sarmalı”, “Düşündüğün Yerdeyim” ve “Dikimevi” başlıklı şiirleri keşke yayımlamasaydım diyorum. Çünkü bu üç şiir benim tarzım değildi. Şimdi düşünüyorum da biraz da bu tarz şiirleri istersem ben de yazabilirim düşüncesiyle oluşturduğum kurgu metinlerdi.

B.M.: Yakınlarda elinizden çıkacak bir kitap var mı? Fazla sayılabilecek sayıda dergide isminize rastlıyoruz. Gerçek şairi tamama erdirenin kitap olduğunu düşünüyoruz. Kitabı olan şairlerden olmanızı bekleyenler için bir müjde verebilecek misiniz?

-Vakti geldiğinde kitap çıkarmayı elbette düşünüyorum. Geçtiğimiz yıllarda sadece ilk yazdığım şiirlerden oluşturduğum  bir dosya vardı. Sonra henüz erken olduğu düşüncesiyle vazgeçtim. Geçtiğimiz günlerde bir antoloji için altı şiir verdim ancak kendi adıma kitap için hedefim Ahmed Arif gibi yazılmış en iyi şiirlerden tek bir seçki oluşturmanın daha verimli olacağı yönünde. Şairi tamamına  erdiren gerçekten kitap mıdır? Bilemiyorum. Aklıma hemen Sait Maden geliyor. Uzun yıllar şiir yayımlamasına rağmen kitap yayımlamayı geciktirenlerdendir. Nilgün Marmara, Özge Dirik, Kaan İnce gibi genç yaşta ölümü tercih eden şairlerin şiirlerinin de vefatlarından sonra kitaplaştırıldığını düşünürsek önemli olan özgün ve iyi yazılmış şiirlere imza atabilmek, kitap sonra bir şekilde yayımlanır düşüncesindeyim. Bir de Mehmet Kaplan’ın kitap çıkarmadan önce en az 10 yıl beklenmesi gerektiği yönündeki öğüdünü hatırlayarak biraz daha beklemek istiyorum.

B.M.: Birçok dergide birden yazan bir şair olarak bu konuya nasıl baktığınızı öğrenmek isterim. Dergilerin okul olma hayallerinin sekteye uğradığını görüyoruz günümüzde. Bunun birçok sebebi var. Bir sebep de aynı ismin her dergide görülebilmesi olarak görülüyor. Ne düşünüyorsunuz?

-Günümüzde dergi çıkarmak gerçekten zor, emek ve sabır isteyen bir süreç gerektiriyor. Büyük şehirler dışında yayımlanan dergilerin okura ulaşma aşamasında dağıtımdan, dergiyi maddi açıdan ayakta tutacak yeterli abone bulamamaya kadar bir yığın sıkıntıları olduğunu biliyorum. Ama yine de günümüzde her şeye rağmen merkez dergiler dışında kalan dergiler Paul Valery’nin ifadesiyle şiirin, edebiyatın laboratuarı olma özelliğini alternatifsiz koruyor. Burada ifade edilen laboratuar olma özelliği ancak yeni ve genç isimlerin yazdığı iyi metinlerin ismine, yaşına bakılmadan dergilerde yer almasıyla mümkün olabilir. Bu noktada da sorumluluk editörlere, dergi yayım kurullarına düşüyor. Ki böylece Türk şiirinin önü de açılmış olur. Bu cümleden hareketle izlediğim dergiler içinde Edebiyat Ortamı ve Onaltıkırkbeş'in genç isimlere daha fazla destek vermelerini çok olumlu buluyorum.   

Diğer sorunuza gelirsek birçok dergide şiir yayımlamış gibi görülsem de işin aslı öyle değil. İlk şiirleri paylaşırken poetik çizgi ayırmadan paylaştığım şiirler 2007-2008 yılları arasında dergilerde ardı ardına yayımlandığı için okurlarca böyle algılanmış olabilir. O dönemde;  yazdığım şiirleri dergi okumaktan vazgeçmeyen okurlarla buluşturmak için başka seçenek yoktu. Bunu yukarıda açıklamaya çalıştığım laboratuar sürecinden geçme olarak değerlendirmek sanırım daha uygun bir değerlendirme olur. Merkez dergiler olarak anılan, edebiyat dünyasında uzun soluklu yeri ve ağırlığı bulunan dergilerde birdenbire şiir ve yazılarınızla kısa sürede yer almak, yayım kurullarına şiirinizi ispat etmeniz, edebiyatın ustalarıyla aynı yerde yazmak kolay değil. Bu sebeple önce merkez dergilerin dışında sayılan dergilerde şiir  yayımlamayı tercih ettim. Yeri gelmişken yinelemek isterim. Hece, Dergâh, Edebiyat Ortamı ve Onaltıkırkbeş şiir paylaşmayı önemsediğim, edebi duruşlarını beğendiğim dergilerin başında geliyor. İlk şiirlerimi yayımladığım dergiler bugün benden şiir isteseler, o dergilerin yayım kurullarıyla yine hiç  çekinmeden şiir paylaşırım. Çünkü dostluklar baki. Nitekim birçok yerde görünme olgusu (bu şiir yayımlayan herkes için geçerli) birazda bu sebeplerden kaynaklanıyor.

Ezcümle isimlerini zikrettiğim dergiler dışında önceden şiir paylaştığım ve şiirlerime yer veren dergilerin okurla buluşma sürecime katkılarını yadsıyamam. Bizim kültürümüzde ahde vefa denen bir kavram var. O dergilerde artık şiir yayımlamıyorum ama okumaya izlemeye devam ediyorum. Kendilerine gerçekten müteşekkirim.

B.M.: Okuduğunuz ve okunması gerekir dediğiniz yazar ve şairler ile başucu kitaplarından küçük bir liste yapar mısınız genç arkadaşlarımız için?

-Zor bir soru. Bu konuda nesnelliği yakalamanın hep zor olduğunu düşünürüm. Ayrım yapmadan herkesin okunması gerektiğini belirtmiştim. Ama yine de benim içselliğime katkı yapan birkaç isim saymak istersem Dünya Edebiyatından Kafka, Dostoyevski, Salingeri söyleyebilirim. Türk edebiyatında Cemil Meriç, Nuri Pakdil, Nurettin Topçu düşünsel birikimlerini önemsediğim yazarlardır. Cahit Zarifoğlu, Edip Cansever, Enis Batur, Gülten Akın, Hilmi Yavuz, Hüseyin Cahit Kerse, İlhami Çiçek, Metin Güven, Naime Erlaçin, Turgut Uyar okumayı diğer isimlere göre  daha çok sevdiğim şairlerden.

Genç arkadaşlara Erdoğan Alkan “Düş Gezgini Gerard De Nerval”, Hüseyin Su “Gülşefdeli Yemeni”, Kemal Bek “Şiirden Eleştiriye”, Nurettin Topçu “Taşralı”, Nuri Pakdil “Edebiyat Kulesi”, Şükrü Nişancı “Sivil İtaatsizlik”, Yaşar Nabi Nayır “Şiir Sanatı”, Dostoyevski “Suç ve Ceza”, Kafka “Dönüşüm”, Salinger Çavdar Tarlasında Çocuklar” R.Wellek-A.Varren “Edebiyat Teorisi” isimli kitapları okumalarını öneriyorum.

B.M.: Genç şairlerimizden kimleri takip ediyorsunuz?

-Kendi kuşağıma yakın şairlerden Birhan Keskin ve Hayriye Ünal’ı ilk sırada sayabilirim. Burcu Yalkın şiirlerindeki işlenmemiş saf şiiri de ilgiyle takip ediyorum. Hüseyin Atlansoy, Kenan Çağan, Mustafa Köneçoğlu keyifle okuyup izlediğim kalemlerden. Vefatından önce Levent Sunal’da izlediğim bir şairdi. Genç arkadaşlara gelince A.Barış Ağır, Didem Gülçin Erdem, Duygu Ergun, Elif Nuray, Furkan Çalışkan, Halil İbrahim Polat, Kahraman Çayırlı, Yaprak Ünvar sürekli okuduğum genç kalemlerin başında geliyor. Sanırım Abdulkadir Akdemir şiirlerini de bundan böyle sık sık okuyacağım.

B.M.: Sizi tanıma girişimimize yardımcı olduğunuz için müteşekkiriz. Son olarak Bizim Mahalle nezdinde tüm arkadaşlarımız için bir şeyler söylemek ister misiniz?

 -Ben de size teşekkür ediyorum. Bizim Mahalleye katkıda bulunan, emeği geçen tüm arkadaşlara  çıktıkları yazın sanatı yolculuklarında başarılı ve uzun soluklu bir yayın hayatı diliyorum.  


18 Mart 2015 Çarşamba

Sylvia Plath ve Nilgün Marmara’nın Eserlerinde Ölüm ve İntihar İmgelerinin Karşılaştırılması



İntihar, kimine göre psikiyatrik bozuklukların yansıması bir edim, kimine göre tanrıya bir kurban… Kimine göre bir sanat, kimine göre muhalefet… Çağlar boyunca süregelen söz konusu edim, defalarca tanımlanmış, farklı disiplinler tarafından birçok kez konu alınmış, sanatçılara ilham vermiş. Esasen konunun fevkalade tekil olmasından ötürü, yapılacak olan çoğu tanım havada asılı kalacaktır. Zira intihar kişinin kendine özgü, yaşamsal, son seçimidir ve tamamen edimi gerçekleştirene aittir.

Ancak elbette ki nedensellikleri üzerine düşünmek mümkündür ve psikologlar, psitiyatristler ve toplumbilimciler başta olmak üzere dünyada pek çok disiplin tarafından araştırılan bir konudur.

İntihar kelimesine etimolojik olarak bakıldığında, Ortaçağda intiharın yerine “sui homicida” ikileminin kullanıldığını biliyoruz. Ardından kendi kendini öldürmek anlamına gelen “suicidum” kelimesinin 18. yüzyılda Fransızca’da ortaya çıktığı görünüyor. Osmanlı coğrafyasında ise tarihin en eski zamanlarından beri kendini öldürenler olduğu halde, intihar kelimesi Türkçe’ye tanzimatla eş zamanlı olarak girmiştir ve kaynağını Arapça’da kurban anlamına gelen “nahr” kelimesinden alır.

Çalışmadaki amaç, öncülün ardılı nasıl etkilediği ve ardıl Nilgün Marmara ile öncül Sylvia Plath’ın eserlerindeki Ölüm ve İntihar temasının benzerliklerini, çoğulcu yöntem kullanarak ortaya koymaktır.

İki farklı yazar ya da şairi konu edinen karşılaştırmalı çalışmaların çıkış noktası, genellikle iki yazar ya da şairin özdeşlik gösteren hayat hikâyeleridir. Ancak bu çalışmada yapılacak olan, alışkanlığı kırıp sanatı alımlamaya bir adım daha yaklaşmak adına, Sylvia Plath ve Nilgün Marmara’nın yaşamlarındaki ortak noktaların edebi bağlamda yansımalarını ortaya çıkarmaktan ziyade, iki yazarın özgün hayat hikâyelerinin yarattığı farkların, edebiyatta onları buluşturan yanlarını ortaya koymak, iki ayrı coğrafya ve iki ayrı kültürün mevcudiyetine karşın, edebiyatın onlar için ortak bir payda olduğunu gözle önüne sermektir.

Ancak öz kıyımın hazırlayıcısının kişinin geçmiş yaşantısı olduğunu göz önünde bulundurarak, söz konusu iki şairin hayatlarından birer kesit sunmakta fayda var.

Sylvia Plath, 27 Ekim 1932’de Alman ve Avusturya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak ABD’nin Boston eyaletinde dünyaya geldi. Plath 10 yaşındayken babasını kaybetti ve bu ölüm, onun için hayatının dönüm noktası oldu. Bu zaman dilimi, Plath’ın hayatındaki psikolojik buhranların da başlangıcı oldu. Plath bu andan itibaren kendine söz vermişçesine başladığı intihar girişimlerini on yılda bir tekrarlamayı neredeyse bir seremoni haline getirir. Ve Lady Lazarus şiirinde de bunu okumak mümkündür;

Yine yaptım, yine yaptım işte
On yılda bir kere
Beceririm bunu ben…

İlk intihar deneyimini on yaşında gerçekleştiren Plath, aynı yıllara denk düşen tarihlerde şiir yazmaya başlar. Boston Smith College’de okurken aynı zamanda da bir derginin editörlüğünü üstlenmiştir. Bu arada Amerika’nın saygın eleştiri kalemlerinden Alvarez’e şiirlerini gönderir, kimileri yayımlanmaya değer görülür. Plath artık tanınmış, ünlü bir şairdir. Bu arada kazandığı bir bursla Cambridge Üniversitesi’nde öğrenim görmeye başlar. Cambridge’de, daha sonraları İngiliz Kraliyet Ailesi şairleri arasına girecek olan Ted Huges’la tanışır. Kısa bir süre sonra evlenirler.

Bu birliktelikten üç çocukları olur. Çocuklarla birlikte Plath, bambaşka bir hayatın içine girmiştir. Ve artık kadın olmanın sorumluluğu tüm benliğini sarar. Bu onun için derin bir sıkışmışlık duygusudur, zira Sırça Fanus’taki feminen öğeler bunun kanıtlayıcısı niteliğindedir. Nihayetinde Huges’un başka bir kadınla ilişkisini öğrenen Plaht 1962 yılında çocuklarıyla birlikle Londra’ya yerleşir. Ve burada kendini yoğun bir şekilde şiire verir. Ve psikolojik sorunlarının doruğa çıktığı ’63 Şubat’ında intihar eder. Londra’ya yerleştikten sonra yazdığı kırk bir şiir, ölümünün üç yıl ardından “Ariel” adlı bir kitapta toplu olarak yayımlanmıştır.




Sylvia Plath’ın ardılı Nilgün Marmara ise 1958 yılında İstanbul’da doğdu. Kadıköy Maarif Koleji’nde öğrenimini tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden lisansını aldı. Lisans tezinde Sanatçı-İntihar ilişkisini derinlemesine inceledi. Tezindeki ana başlıklardan biri de şöyledir; “İntiharla Sanatsal Yaratı Arasında ilişki: Plath Şiirlerini ve Ölümünü Nasıl Yaratır?” Plath’ın görüşleri Marmara’yı derinden etkiledi. Şiirlerinde Plath’ın imgesel yoğunluğuna benzer bir tarzla düş ve gerçek arasındaki bireysel kırgınlıklarını zaman zaman cinselliği, sert bir gerçeklikler sanatına konu edindi. Marmara’nın şiirleri ilk olarak Daktiloya Çekilmiş Şiirler ismiyle 1988’de yayımlandı. Nilgün Marmara, 29 yaşında Beyoğlu’ndaki evinin balkonundan kendini aşağı bırakarak yaşamına son verdi. Benzer bir serüveni yaşayan Plath gibi, onun da günlüğü ölümünden sonra “Kırmızı Kahverengi Defter” adıyla yayımlandı. Marmara, J.Paul Sartre’ın; “intihar, dünyada var olmanın bir başka yoludur” cümlesini yorumlarken, aynı zamanda intihara yönelik kendi bakış açısını da ele vermiştir. Kişi, ölümü bir eylem olarak seçme yoluyla kendi varlığını gerçekleştirir. Ve böylelikle kendi var oluşunu hiçlikle tanımlar. Cemal Süreyya, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Lale Müldür, Ece Ayhan, İlhan Berk gibi birçok isimle yakından dost olan Marmara’nın ölümü üzerine çokça kalem kavgası yapıldı. Eski dostlarından Ece Ayhan’ın, Marmara’nın ölüm sebebini bildiği öne sürüldü. Bunun üzerine Ayhan, kendisine yönelik suçlamaları “Nilgün Marmara Üzerine 8 Soru” ve “128 Nilgün Marmara” başlıklı iki yazıyla cevapladı.

Cemal Süreyya ise “841.Gün” adlı eserinde şu satırlara yer verdi; “Nilgün ölmüş, beşinci kattaki pencereden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi, çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli bir saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır, bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parlaklık eklenirdi. Çok da gençti sanırım, otuzuna değmemişti daha. Bu dünyayı, başka bir dünyanın bekleme salonu olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zaman görmemiştim, bugün ortaya çıkıyor.”

Marmara’nın özellikle 1980 sonrası şiirlerinde Ölüm ve İntihar teması kendini tamamıyla hissettirmeye başlar.

Tüm hücrelerinle kus cellât yargıları
Sesten sonra, söğünçle
Bir gelecek insanlığa

Marmara’nın daha önceki şiirlerinde rastlanan ölümü dış etkilerden bekleme durumu artık değişmiştir. Marmara, artık kendi saf şiddetini yaşar ve kendini şu şekilde ifade eder;

Zaman az kaldı, zorlanmış bedenim
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi
Aşk, bağlılık ve hiçbir tutkuyu düşünmeden
Kalıvermeliyim öylece kaskatı…

Plath ve Marmara şiirinin en ayırt edici özelliği, Plath’ın olağanüstü kasvetli ve kötümser tutumuna karşın, Nilgün Marmara’nın kısmi iyimserliğidir. Bu yargıya varmamızın en önemli kanıtlarından biri, Plath’ın kaleminden dökülen “insan sevgisi, doğruluk, haklılık” uzak dünyalardan gelmiş yabancı şeylerdir bu çevrelerde. Satırlarından ve diğer yazarlardan öğrendiğimiz üzere Marmara’nın çevresel ilişkilerden sıkılan biri olmadığını, aksine hayattan zevk almanın yollarını arayan genç bir kadın olduğu biliniyor. Nilgün Marmara’nın özkıyımı daha kendine dönük bir edimken, Plath’da dış dünyaya karşı bir sistem görüyoruz. Nilgün Marmara için birey olmak, her şey olmak gibi bir şeydir. O öldükten sonra kalanlar, sadece kendi yaralarını saracaktır.

Geriye kalanlarsa
Eski sıcaklığında anımsamanın
Ses çıkarmadan, göstermeden
Gizliyorlar yaralarını

Plath, aşkı hayatın bir parçası olarak görür. O’na göre sevgili, bireyin kendi yarattığı bir şeydir. Ölmeden önce yazdığı bir şiirde, sevgiliye karşı kiniyle, bu bağlamda gerçekleştirmek istediğin intihar eylemini şöyle satırlara döker.

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine
Bahar geldiğinde gökyüzünü süsler hiç değilse
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya
(Kafamın içinde yarattım seni galiba)

Plath, “ölmek bir sanattır” der ve Marmara bu sözlerden ciddi biçimde ilham almıştır. İntihar etmeden kaleme aldığı son eseri olduğu tahmin edilen şiirinde Marmara,

“Yüreğinizin üzerinde bir küçük kese: ölünün ve
Ölümün gözünden çalınmış bir damla yaş”

diyerek, ustası olarak nitelendirilebilecek Plath’dan aldığını, daha da ustalaştırarak dile getirmektedir.

Sonuç olarak, etki-etkileşim-analoji bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda gördüğümüz mükemmel denge onları iki özgün “şair” yapar. Bununla birlikte sürekli aynı konulardan bahsetmelerine rağmen, sürekli farklı perspektiflerden bakabilmemizi sağlamışlardır.

Aynı zamanda Plath ve Marmara özelinde bakıldığında sonuç olarak gelişmiş ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadınların açmazlarının benzer olduğu görülür. Sistemin daima ikincili olmaya itilen kadın, her türlü sosyal, siyasal, bireysel sıkıntıların birincil hedefi olmaktadır.

Harun Akgün/Safa Karadaş
Osmangazi Üniversitesi


Söyleşi/Ayşe Keskin



1- Uzun süredir şiir, deneme ve öyküler yazıyorsunuz. İlk şiir kitabınız "Kayıp Dağ" geçtiğimiz yıl yayımlandı. İlk kitabın, yeni doğmuş bir bebeğe kavuşmanın sevincine benzediği söylenir. Bu konuda siz neler söylemek istersiniz?

Evet yaklaşık otuz, otuz beş senedir şiirle kâh muhabbet kâh çekişme içindeyiz. İlk şiirim İsmet İnönü'nün vefatı üzerine yazılmıştı. Orta ikideydim. İdarece beğenildi ve bir arkadaşım okumuştu okul bahçesindeki törende benim demeye çekindiğim bu şiiri. O gün bugün devam ede gelen bu yolculukta gençlik şiirlerimi de hâlâ saklarım bir çeyiz gibi ceviz sandığımda.

Öykülerimi ise;  bilinmezliğin çetrefilli yolculuğunda, varlığından mutluluk duyduğum, güven duyduğum, belki şiir dizelerine giremeyen pek çok şeyi paylaştığım öz kardeşim olarak görürüm. Ve yazmak eylemi başlı başına hayatımın merkezi olur.

İlk şiir kitabım Kayıp Dağ ise sizin de dediğiniz gibi 2009 Şubat ayında Kül Sanat Yayınları'ndan çıktı. Doğrudur ilk bebek ilk göz ağrısıdır. Bebeğin doğmasının sevinci kadar tatlı sıkıntılarına da göğüs germek durumunda kalırsınız. Sorumluluklar artar. Daha şefkatle, daha dikkatle, bir başka bakarsınız çevrenize. Daha bir koruyup kollarsınız. Üstüne titrersiniz. Size ait olan sizden bir parça olan sizden çıkmıştır ve hayatın kollarındadır artık. Bir anlamda ne kadar yakınsanız bir o kadar da kendi başınadır ve ayakta durmak durumundadır. Ve sizin göreviniz onu takip etmektir.

2- "Kayıp Dağ" için "sorulardan sıkılmış bir Ayşe Masalı"nın yanıtlarıdır diyebilir miyiz?

Aslında yanıtlardan ziyade tam olarak soruların o dağa ulaşmasıdır diyebiliriz. 


3- Dağa seslendiğimizde, karşıdan boşluğa savurduğumuz sesimizin yankısını duyarız. "Kim", "İçime İçime" başlıklı şiirlerinizde harflerle oluşturulmuş bir boşluk, bir uçurum var gibi. Burada aklıma Behçet Necatigil'in "Modern şiir biraz da okur tarafından doldurulması gereken boşluklar taşıması gerekir" cümlesi geliyor. Bu bağlamda Ayşe Keskin'in izleği modern şiirden yana mıdır?

Dağa seslenmek için önce dağa çıkmak gerekir ki seslendiğinizde karşı bir ses gelir. Tecrübeyle sabit, size dönen bir cevaptır. Bir cevap ki "Sesim sesim" diye bağıran, kendi sesinin tonunu, rengini, duygusunu anlamaya çalışır. Acı çığlığınız kahkahayla geri dönmez size. Kahkahanız ise sancılı bir nar gibi saçılmaz yere. Ses ne ise, o döner size. Farklı bir cevap korkutur, çünkü dağ, dağ değildir o zaman. Başka bir şeydir. Sadece o sesin kendi sesiniz olduğuna inandığınız zaman özgün sesinizi tanırsınız. Kendi sesinizi tanımak kadar mutluluk veren bir şey yoktur ve dilini çözmüşsünüzdür dağın. Dağı konuşturmak, içinizi konuşturmaktır. Ve devindiğiniz zamanı kayıt etmek... Dağın ucunda uçurumlar, dağın içinde kaynayan narsınızdır!

İzleğim sadece şiirdir. Geldiği gibi… Bu, kendi yolculuğumun izleği aslında. Kâh kanı üstünde, kâh hâlâ çıplak, kâh yıkanmış mis gibi kundaklanmış, kâh ilk nefesle canı yanmış ve ama ilk çığlıkla sevindirmiş, bazen nefesi tıkanmış kalmış. Kendi boşluğumu doldurmaya çalışırken yepyeni boşluklara da imzasını atıyorsam farkında olmadan. Bu yaşadığım zamanla ilgiliyse evet modern şiire daha yakın duruyor şiirlerim.

4-Şiirlerinizde imge yoğunluğu oldukça derin ifadelerle kıvamını bulmuş. Keza şiirlerdeki biçimsel düzenlemeler de dikkat çekiyor. Şiirde imge, anlam, biçim uyumu konusunda düşüncelerinizi paylaşır mısınız?

Bu görüşünüz için teşekkür ederim. İzleğim sadece şiir demiştim. Sadece bana verileni geri vermek. Şu kalıp, şu şekil, şu görüntü olsun diye hiç düşünmeden. Kendini nasıl doğduruyorsa öyle. Kendi şekliyle, kendi bedeniyle, sesiyle… Sadece kendi olarak. Zorlama olmadan. Nasıl akıyorsa.

Elbette şiirin işçiliği de var. Sakın yanlış anlaşılmasın. Doğumdan sonraki dinlenme süreci, dönüp dönüp okuma süreci. Düşünceyse düşünce, duyguysa duygunun tam olarak kendini ifade etmesini sağlayıcı dokunuşlar. Ve demlenmenin sonucunda ele avuca gelmesi.

5-Kitapta yer alan şiirlerin büyük çoğunluğunda başlığın ilk dize gibi oluşturulduğunu görüyoruz. Başlığın şiirin ilk dizesi olduğu görüşüne katılır mısınız?

Elbette şiir başlığı ilk göze çarpan, sandığın kilidini açan ilk anahtar. Kayıp Dağ'da yer almayan yeni bir şiirimde ( Vav) "Bütün anahtarları kendi kilidinde döndürür zaman" demiştim. Yanlış bir anahtar doğru bir kilidi açamayacağına göre, sonrasında şiirin hangi dizesini okursak okuyalım, hangi dizesini seversek, vurulursak vurulalım, hatta pek çok kilit pek çok anahtar bulursak bulalım, ilk anahtara dönüp bakma ihtiyacı duyarız. Bu anahtarla şiiri hafızamıza tekrar kilitleriz. Dolayısıyla önemli bir açış dizesi olarak görüyorum şiir başlıklarını.


6-"uzaklaşan denizdim soyunup kıyıdan, aşılmaz zaman…içerlerim…/ horonla tepinen Karadeniz masalı/derin" diyorsunuz. Karadeniz kültürünün derinliğindeki ana etken nedir?

Karadeniz, pek çok medeniyeti barındırmış olmasının birikimiyle kültürünü de derinleştirmiştir. Rum'u Ermeni'si, Gürcü'sü, Laz'ı bu toprakların üstünde yaşamış dolayısıyla yaşayan her halk kendinden pek çok izler bırakmış bu topraklara.  Yaşanmış aşklar, birlikteliklerden doğanlar. Kalanlarla gidenlerin birbirine kazandırdığı diller, dinler, tavırlar, yeme içme alışkanlıkları vs. pek çok etkileşimi de sağlamıştır. Çok basit bir örnektir ama burada köy kadınlarının bellerine taktıkları peştamal bile renk renktir. Bir köyden diğer köye farklılık gösterir. Başlarına örttükleri örtünün bile bağlama çeşidi ayrıdır. Her köyün, her sınırın kendine özgü rengi, sesi ritmi ve havası vardır. Yöresel oyunlarda bile bu fark göze çarpar.

"Bedel Derin" şiiri; değişen zaman, değişen kültürel, sosyolojik, yapısal yozlaşmaların neticesinde ucuz, günü kurtarma amaçlı eylemlerin getirdiği derinliği, deryadan uzaklaşan bir kentin, deryayla bağı kesilen bir kentin kıyılarında hamsinin tohumunun da sakıza bulanıp ezileceğini, ezildiğini, recm edildiğini işaret eder.
                            
7-Güldünya başlıklı şiir, kadınlara uygulanan töre baskılarının sonuçlarını sorguluyor gibi. Kadına uygulanan şiddet ve ayrımcılığın önlenmesinde toplumun eksikliği sizce hangi sebeplerden kaynaklanıyor?

Elbette, öncelikle “Güldünya”nın töre baskısıyla katledilmesinin verdiği üzüntüyle içselleştirdiğim bir şiir bu. Bir ucu kırsala, bir ucu merkeze bağlı bir vahşetin şiiri... Çalışan, düşünen, üreten kadınların da aynı şiddete ve ayrımcılığa maruz kaldığını, kendini ifade aşamasında susturulmaya çalışıldığını da sorguluyorum. Ezberi bozmak zaten başlı başına sindirilmesi gereken eylemler olarak görülür ki toplumlarda kalıplaşmış erklerin bu sindirmeyle, tepeledikleri şeyin aslında kendi eksiklerini, gediklerini çıkaracak yeni düşüncelerin yere yığılmasını istemeleri olduğunu düşünüyorum. Kendi alanlarını daraltacak ne kadar eylem, düşünce, duygu varsa bunlara baskı yapmak iktidar sahiplerinin güçlerini koruma adına bir stratejisi sanki.  Aydınlanmayan her karanlık korkutur aslında. Karanlığı aydınlatmak yerine galiba karanlığa kurşun sıkmak da bu korkunun sonucu oluyor. Gelmiş geçmiş tarihlere baktığımızda çok da değişen bir şey yok gibi. Kısır bir döngü kendini yineleyip duruyor. Eksiklik giderildikçe, yeni eksiklikler doğuyor. Sebep sonuç ilişkileri de çözülmeyen denklemler olarak kalıyor elimizde avucumuzda. Ve başvurulan hiç bir kaynak nedense bu elleri tutturamıyor.

8-Şiir kitaplarının okura ulaşma, dağıtım sürecinde zorluk yaşanıyor mu? Ve "Seyir Defteri" ne kayıtlı yeni bir dosya hazırlığınız var mı?

Zorluk olmaz olur mu? Hele ki şiir kitapları… Bu çok uzun, bir o kadar da üzücü bir konu. Öyle ki şiir kitabı çıkaran pek çok kişinin doğan yeni bebeğinin sevincini yaşayamadığını da düşünüyorum.

Evet "Seyir Defteri"nde mevcut dosyalar var. Hem şiir, hem öykü, hem de deneysel metinlerden oluşan dosyalar... Kolay kitap çıkaran biri değilim galiba. Onlar da sandıktan çıkacakları günü bekliyorlar.

-Ayşe Hanım söyleşi için teşekkür ediyorum
-Ben teşekkür ederim Fatih Bey. Başarılarla dolu ve uzun ömürlü bir yazın hayatı diliyorum. 

16 Mart 2015 Pazartesi

Uzak Yakınlık

Soruyordun
İlkyaz işte
Uyanıp bir bahçeyi dinliyoruz
Tenhalık böyle

Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırık dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun.

Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan
İkimizdik, iki kişi değildik
Bakıyorsak birlikte bakıyorduk gözlerimin içine
Birlikte gözlerinin içine bakıyorduk senin
Yanlıştı, doğruydu, hiç bilmiyorum
Sanki bir bakıma ayrılık böyle.

Karşılıklı otursak da ne zaman
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi
Bir tırnak yeşilinden gerisin geriye
Ayak bileklerimizden gerisin geriye
Bütün bunlar gereksiz, bilmiyorum sanma
Gereksiz ama yalnızlık böyle.

Edip Cansever
Sonrası Kalır, 1974

BETÜL TARIMAN’LA ŞİİRE HAYATA DAİR


Fatih Yavuz Çiçek Sordu, Betül Tarıman Yanıtladı

- Betül Hanım günümüzde Türk şiirinin bittiği, tıkandığı görüşleri var. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir söyleşisinde “İnsanın bittiği yer olabilir ama şiirin bittiği yer olamaz” diyordu. Sadece şiir yazmakla kalmayan, şiirin sorunlarının çözümlenmesine ilişkin yazılar kaleme alan, çeşitli edebiyat ödüllerine kurucu ve jüri üyesi olarak katkıda bulunan bir şair olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

- Bu bence komik bir söylem. Evet, bazı kişiler, konu kıtlığı çektiklerinden midir nedendir Türk şiirinin bitip tıkandığını söylüyorlar. Türk şiiri ne bitti ne de tıkandı. Çünkü okuduğum örnekler bunun böyle olmadığını bana söylüyor. Geçmişte de buna benzer ifadeler kullanılmış ama ne şiir bitmiş ne de tıkanmıştı. Özellikle ben genç şiire baktığımda umutlanıyorum. Genç arkadaşlarımın güzel şiirler yazdığını gördükçe seviniyor, bundan sonra neler yazacaklarını merak ediyorum. Son yıllarda çıkan şiir yıllıklarını okuduğumda, yıllıkların son sayfalarından okumaya başladığımı itiraf etmeliyim. O sayfalarda genç, diri bir şiir dikkatimi çekiyor. Lakin şiir yazılıyor. İnsan var oldukça, şiirde var olmaya devam edecektir. Hem zaten burada bu söyleşiyi yapıyor olmamız bile şiirin bitmediğine kanıt değil midir? 

- Şiiri özgün ve özgür kılan en etkin araçlardan, edebiyatın en sağlam delillerinden birisi de kuşkusuz dil. Türkçenin yabancılaşmaya karşı kendini koruyan bir yapısı olduğu, dışarıdan aldığı sözcükleri içine katarken değiştirip, dönüştürdüğü söylenir. Dil ve edebiyatta kullanımı hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

- Düşünce ve duygularımızı etkili bir biçimde anlattığımız bir anlatım biçimi edebiyat. Şiirde kendimizi ifade ettiğimiz türlerden biri. Binlerce yıldan bu yana söyleniyor yazılıyor. Söylendiği, yazıldığı her dilde anlam buluyor. Bu zengin dil, insana yeni olanaklar sunuyor her seferinde. Böyle denilince akla Yunus Emre, Dadaloğlu, Karacaoğlan ve Dağlarca gibi isimler geliyor. Onlar arı Türkçeden ödün vermeyerek duygularını samimi bir şekilde ifade etmişler. Dışardan aldıkları sözcükleri Türkçenin ses yapısına uydurmayı başarmış dili zenginleştirmişlerdir.    

- Mesleğiniz gereği ülkemizin değişik illerinde görev yaptınız. Bu sebeple şiirlerinizde hayatın her rengini görmek mümkün. Elbette her ilin kendine has özellikleri, kültürel birikimi var. Farklı yerlerde yaşamanın, o havayı duyumsamanın şiirinize katkıları oldu mu?

- Çocukluğumdan bu yana geziyorum desem yalan olmaz. İlk önceleri babamın mesleği buna vesile oldu. Daha sonra da kendim Anadolu’nun çeşitli kentlerini gezdim. Gezip gördüğüm kentler beni etkilediler. Farklı kültürler, coğrafya… Ama en çok Bingöl. Orası bizim çıkış kapımızdı. İstanbul’da, dört duvarla çevrili evimizden sonra kendimizi sokağa çıkarmıştık. Tek katlı prefabrik evler, alabildiğince geniş oyun alanları bizi büyülemişti. Tam iki yıl boyunca oynayabildiğimizce oynadık Bingöl sokaklarında. Kürt arkadaşlarımız oldu. Birlikte aynı sıralarda oturduk, oyun oynadık, yemek yedik. Ardından benim öğretmenlik hayatım başladı. Babamın peşi sıra gittiğimiz Erzurum, Bingöl, İzmir, İstanbul, Konya, Gaziemir, Keşan’a bu kez Trabzon, Kastamonu ve Antalya gibi şehirler eklendiler. Elbette gezip gördüğüm kentler bu kadarla sınırlı değil. Etkinlik ya da gezme amaçlı gittiğim yerlerde daha sonra bunlara eklendiler. Sonuçta her gittiğim kent beni etkiledi, dönüştürdü. Türkiye’nin doğusu ile batısı arasındaki uçurum başından beri beni dehşete düşürdü. Bu uçurumun, farklı yaşamakların, kültürün elbette ki şiirime katkıları oldu. Zenginleştim. Zenginlik şiirime sindi. Şimdi bu birikimden edindiklerim şiir olup çıkıyor.


- Mavi Han başlıklı şiirinizde “ ben bahçe isterim çokları nar / içimden şehirler geçer ve içimde alevden sayfalar” diyorsunuz. Burada bir iç gurbet var gibi ve gurbet kavramı deyince akla ayrılık, bekleme, kavuşma halleri geliyor. “bir şehirden öbürüne” insanın gurbeti sizce nerede biter?

- Çocukluğumdan beri nerdeyse gurbette yaşıyorum. Hiçbir yerde kalıcı olmadım. Ailem gibi. En fazla kaldığım yer, zorunlu hizmet görevimi yapmak için gittiğim Kastamonu oldu. Orada da hep gittim gideceğim korkusuyla yaşadım. İçimdeki bu gurbetlik hali hiç bitmedi. Garip bir şeydi bu. İnsanın içini acıtan… Bir yerli olma duygusunu ise hiç yaşamadım. Doğrusu bu ya, bir yere yerleşik olmayı çok isterdim. Gezeyim dolaşayım ama yerim bellediğim yere yeniden döneyim. Bu olmadı. Her seferinde alıştığım kentler, derken yeniden başlayan yolculuk… Bir de buna kendi içimde yaptığım yolculuklar eklendi. Bu da diğerinden farklı değildi. Lakin insan içinde farklı dünyaları barındırıyor. Sürekli bir dünyadan ötekine gidip geliyor. Bu da başka bir gurbetlik hali işte. Bu nedenle her seferinde taşındık içimdeki benle bir başka yere. Her seferinde ayrılık, bekleme, kavuşma… Hâlden hâle geçtim nerdeyse. Bu gurbetlik hali sanırım hiç bitmeyecek. Bitmesin de. Çünkü her olumsuz gibi görünen şeyde olumluya evirilen bir şey var. Bu da bende şiir olup çıkıyor. Ya da bir çocuk öyküsüne, şiirine dönüşüyor.  

- “ Turnadağ’da bir fidan var” en çok etkilendiğim şiirlerinizdendir. “ evlilik süsü verilmiş odalarda / bir kaygıyla uzlaşmak / anahtarın kilitte dönmesinin kalpte bıraktığı ses kadardır” dizeleri toplumsal bir konuyu lirik bir söylemle ifade ediyor. Şiirde lirizmi vazgeçilmez buluyor musunuz?

- İnsan başından beri bir şiir yazıyor. Acısını, kederini, sevincini, aşkını… Ele geçen buluntular bunun böyle olduğunu bize gösteriyor. Ben de başından beri dünyanın, insanın hallerini dert edindim kendime. Evlilik kurumuna eleştirel gözle bakmayı denedim. Dört duvar arasında olup bitenler beni çok etkiledi. Sevgiliyken konuşan insanların evliyken içine düştükleri boşluk, konuşmadan zaman geçirilen evler… Büyüyen çocuk… Tüm bunları yazarken, lirizmi elden bırakmadım elbette. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan bilenler bilirler, klasik Çin, eski İzlanda, Osmanlı divan edebiyatı gibi bazı edebiyatlarda kullanılan dil, halkın günlük dilinden farklıdır. Batı edebiyatında da gündelik dilin kullanılması yenidir. İngiliz edebiyatında konuşma diliyle yazan ilk yazar Daniel Defoe’dur. Her şeye rağmen konuşma dilinin edebiyata girmesi, edebi dilin özel bir dil olmasını engellememiştir. Türk edebiyatında, şiirimizde bunun örneklerine sıklıkla rastlıyoruz.  

- “Sayıların Niyeti”ni sormak istiyorum. Şiirde birden dokuza geldikten sonra “ dokuz beklemektir / dokuzdan dokuzu çıkardım / kaldı sıfıra sıfır / sıfırla birlik kendime kaldım / ondur hayatının hikâyesi” diyorsunuz. Şiirin bütününde ironik bir söylem, sayılar meslekler, adresler, iç içe geçmiş insana ait halleri sanki aynı sahnede kelimelerle gösterime sunulmasını andırıyor. Şiir ve matematik arasında doğru bir orantı kurulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- “ Russell, “İyi anlaşıldığında matematiğin yalnız doğruluğu değil, üstün bir güzelliği de içerdiği görülür. Yaratılışımızdaki zaafları okşamaktan, resim ve müziğin abartılı çekicilinden uzak, bir heykel kadar soğuk ve yalın, yalnızca büyük sanatta bulduğumuz yetkin, katıksız bir güzelliktir bu. Yüceliğin denek taşı olan gerçek ruhsal erinç ve doygunluğa, insandan daha fazla olma duygusunaysa, şiirde olduğu kadar matematikte de erişebilirsiniz” der. Galileo’nun, “ Evren matematik diliyle yazılmıştır; harfleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik biçimlerdir. Bunlar olmadan tek sözcüğü bile anlaşılmaz; bunlarsız ancak karanlık bir labirentte dolanır” sözleri de zaman zaman matematik sevmeyen biri olarak kulaklarımda çınlar durur. Oysaki dersi farklı bir şekilde anlatan hocalarım olsaydı, şiirle aramda kurduğum güzel ilişki gibi matematik dünyası ile de aramda güzel bir bağ kurulabilirdi. Fakat bu mümkün olmadı. Bu dünyaya şiirle bakabildiğim gibi matematik gözüyle bu dünyaya bakamadım. Bunun için farklı bir ruh hali, tutum gerekiyordu. Ah keşke sevgili hocalarım dersi farklı bir şekilde anlatsalardı da, ben de matematiği sevebilseydim. Ama yapamazdılar. Çünkü onlar bu işi memur şair, memur fizikçi, memur matematikçi edasıyla yapıyordular. Yoksa ben de Matematiksel olarak,  matematikçi Gödel gibi sayıları, geometrik nesneleri beynimde uçuşturabilir, anlamlandırabilirdim. Şiir yazarken gözümün önünde canlanan şeyler dünyası bir matematik problemini çözerken gözümün önünde canlanabilirdi. Kötü bir kâşiftim olsa olsa matematik söz konusu olduğunda. Bu anlamda bakıldığında şiir ve matematiği yaratıcılık anlamında birbirine yakın buluyorum. Çünkü şiirde herkesin göremediğini görmek, gördüklerimi şiire dönüştürmek hoşuma gidiyor. Matematikte şiirden farklı değil.     



- Şiiri hayatın siyah- beyaz negatiflerinin kelimelerle tab edilmiş fotoğraf karelerine benzettiğim olmuştur. Son yayımladığınız kitabınız Ağır Tören’den bir önceki kitabınız Kar Merdiveni’ninde de insana ait görülmüş, yaşanmış ne varsa kelimelerle fotoğraflanmış, özellikle kadın sorunlarına ayna tutulmuş hissini veriyor. Burada aklıma Tarkovsky ve şiirsel figürlerle dolu “Ayna” filmi geliyor. Bu noktada “ Kar Merdiveni”nin şiir kitabı olmasının ötesinde çok daha farklı bir konsepti olduğunu söyleyebilir miyiz?

- Tam da burada aklıma Kastamonu’da öğrencilerimle iki yıl boyunca çıkarttığım “Toplu Fotoğraflar” dergisi geldi. Bu, “Kardan Harfler” adı ile çıkan kitabımda yer alan bir bölümdü. Daha sonra çıkardığımız dergiye ad oldu. Ben de her şiiri çekilmiş fotoğraf karesine benzetirim. Böyle düşündüğümden olsa gerek, kitabıma böyle bir bölüm yapmıştım. Neyse bu böyle. Gelelim asıl konuya. Gerek Kardan Harfler’adlı kitabımda, gerek Güle Gece Yorumları, Kar Merdiveni ve Yapı Kredi Yayınlarından çıkan son kitabım Ağır Tören’de de kadın sorununa eğildim. Bu sanırım son kitabım Ağır Tören ve bundan önceki kitabım Kar Merdiveni’nin de daha çok hissedilir oldu. Sanki bıçağın kemiğe dayandığı yerdi ve ben de yazdım. Sert şiirlerdi bunlar. Binlerce yıldır görmezden gelinen kadını görmezden gelemezdim. Onun acısı hepimizin acısıydı. Doğuda ezilen kadınla, batıda yaşayan kadın arasında büyük farklılık yoktu. Belki biri ötekinden daha fazla eziliyordu. Ama sonuçta eziliyordu. Şimdi de durum farklı değil. Okumuş olmak cahillik götürmüyor. Bu edebiyat dünyasında da böyle. Dergileri erkekler çıkartıyorlar. Yarışma jürileri erkeklerden oluşuyor. Bir lütufmuş gibi bir ya da iki kadın jüride yer alıyor. Seçilen, ödüle değer görülen eserler erkek egemen bakış açısıyla değerlendiriliyor. Örneğin geçen yıl Antalya’da düzenlenen Altın Portakal şiir ödülünde tek kadın jüri üyesi yoktu. Bakalım bu yıl jüride kadın yer alacak mı? Merakla bekliyorum. Öte yandan düzenlenen panellerde de erkek şairler sırayı kadınlara kaptırmıyorlar. Bu nasıl hakkaniyetse. Anlaşılır şey değil. Bir de bunu yapanlar kendilerini demokrat, eşitlikçi diye tanımlayan insanlar, şairler. Bilmezler ki ilk doktorlar, ilk sanatçılar, şairler kadınlar. Sürekli olarak kadın şairlere dosya yapanlar onlar. Kadınları toplayıp toplayıp kadın şairler buluşması adıyla etkinlikler düzenleyenler de. ( farklı amaçlarla yapılanları dışarıda tutarak) Durum böyle olunca erkek şairler adına bir dosya neden düzenlenmediği sorusu aklımızın bir kenarına takılıp kalıyor. Kimi kez de sevdiğim, dost bildiğim bir şair tarafından, şiirin kadınlarına erkek egemen bakış açısıyla şiir yazılabiliyor. Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun “ Bacıyan-ı Rum Ya da Mihri Hatun’un Kardeşleri” adlı şiiri işte bu türden bir şiir. Mihri Hatun bildiğimiz gibi Amasyalı. Yazdıklarıyla dönemi içinde yazan şiir yazan kadınlardan ayrılmış. Günümüze kalmış, kendini kadın, insan olarak ifade edebilen biri. Öte yandan şiirimizde 90’lı yıllardan beri bir kırılmanın yaşandığı da gerçek. Kadınlar hiçbir dönemde olmadığı kadar rahat kalem oynattılar edebiyatın her alanında. Özellikle şiirde. Aşklarını, cinselliği kimi kez erotizme varan söylemle anlattılar. Kimi kez Mihri Hatun örneğinde olduğu gibi yalnız kalmak pahasına. Nitel ve nicel anlamda gelişme göze çarptı. Sanırım bu bazı şairlerin gözünü korkuttu. Bu kimi kez dile getirilmedi. Bazen de Cinozoğlu’nda olduğu gibi şiir yolu ile dile geldi bu endişe. Cinozoğlu erkek egemen bakış açısıyla yazdığı şiirle hemcinslerinin düşüncelerini şiiri yoluyla aktardı. Onun, “ ne localarda huzur kaldı / ne adab-ı muaşeret / geçti beylerin zamanı / biraz musavat hanımefendiler biraz adalet” demesi biraz da bundan kaynaklanıyor.  Bir de sanki güzel olanların şiir yazamayacağı, tesadüfen şair oldukları kanısına kapılıveriyor şu dizelerinde olduğu gibi: “ defilenin en güzeli kızımız gonca / sanki tesadüfen şair olmuş / manken olsaydı Keriman Halis’ten sonra / bir birincilik daha gelirdi Türkiye’ye / dünya güzellik yarışmasında” Şiir böyle uzayıp gidiyor. Sanki şiir uzasa şiir yazan kadınların sayısı da artacak. Şiiri okudukça, bir de şiir yazan şair kadının önünde hizaya giren kadınlar göze çarpıyor. Aslında kimsenin kimsenin önünde hizaya girdiği falan yok ama bu Cinozoğlu tarafından öyle algılanmış. Herkes şiirini yazıyor. Hem de iyi yazıyor. Yazmalı da. Şiire yeniden geri dönecek olursak… Sonuçta bu şiirle ilgili olarak bir iki kişi dışında kimse bir şey söylemedi. Ayrıca Cinozoğlunu’da kınamıyorum çünkü o da bu toplumun üyesi. Bu söylemlerle büyümüş, büyütülmüş. Sanırım kafa yapımızı değiştirmek gerekiyor.    

İşte belki de bu nedenle birazda ayna tutmak istedim kendimize. Bir sorunu işaret etmek, göstermek istedim. Sanırım bu bir başına yapılacak bir şey değil. Birlikte çözülebilecek bir sorun olarak görünüyor buradan bakıldığında.         

-  Betül Hanım söyleşi için teşekkür ediyorum.
-  Ben teşekkür ederim.