Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

22 Haziran 2015 Pazartesi

Dördüncü Cemre



Hafta sonu Ankara'ya gittim. Ayna İnsan Dergisinin 15.sayısını Kızılay Konur Sokak'ta Turhan Kitabevine, Bayındır Sokak'ta Kurtuba'ya, Ataç-1 Sokak'ta A'raf Kültür Cafe'ye bıraktım. Birkaç aydır edebiyat dergilerinde yayımladığım inceleme, öykü ve şiirlerimi takip eden bir arkadaşımla konuştum. Bana "verimli bir dönemden geçtiğini görüyorum" dedi. Oysa görüntü aldatır. Böyle göründüğüme hiç şaşırmadım.

"Verim" sözcüğünü TDK: "Ortaya çıkan, istenilen, beklenilen sonuç, semere" diye tanımlamış olsa da ben bu durumu Rılke'nin ifadeleriyle örtüştürmeyi seviyorum. Şöyle diyor Rılke: "Mısralar sanıldığı gibi duyguların değil yaşamış olmanın verimidir."

Çok sık yazıyor gibi görünmem kimseyi yanıltmasın. Aslında laf aramızda kendimi hazırdan yiyen karınca gibi hissediyorum. Aylardır tek kelime yazmıyorum. Yayımladığım ürünleri birkaç yıldır kenarda yayımlanmayı bekleyenler arasından seçip paylaşıyorum. Okuduğum kitaplar hakkında veya yeni bir öykü, inceleme, deneme, şiir yazmak istediğimde zihnimin çeperi sanki "Çanakkale Geçilmez"i oynuyor ve düşlediğim imgeler, dizeler, cümleler, o çeperin ateş hattında birer birer vurulup kara bir deliğe düşerek ölüyor.

En son şöyle bir şeyler gelmişti aklıma. Not almıştım.

"dünya küçük, aşk büyük hastalıksa ne yapalım
öyleyse sonsuza değin çiçek açmak, 
ateşe soyunup denize dökülmek zamanıdır diyeceğim amma
yukarda Allah var, 
böyle iyileşmek 
bizim kitabımızda şifa niyetine bile yazmıyordu, 
üzgünüm..."

Böyle işte.

İlham perim beni terk etti galiba. Bir türlü yazmaya odaklanamıyorum. İsteksizlik mi desem, motivasyonum mu eksildi desem, ne desem bilmiyorum.

Geçenlerde yolda karşılaştığım başka bir arkadaşım şiirlerini okuyorum fakat anlamakta güçlük çekiyorum demişti. Ben de şimdilik sözcüklerin sana çağrıştırdıklarını duyumsamaya çalış yeterli dedim. Rahmetli Metin Abi'nin "Şiir Nasıl Okunmalı" başlıklı yazısını okumasını da salık verdim. Cahit Zarifoğlu'nu düşündüm. Zarifoğlu'nun şiiri de ilk bakışta zor anlaşılır gibi görünür ama onun şiirinin derinliği tekrar tekrar okundukça farkedilir ve anlaşılmaz görünen dizelerindeki metafizik soyutluk güzelduyumuzda üç boyutlu resme bakıyormuş gibi birdenbire aydınlanıverir.

Şiirde, nasıl desem, okunan metin düşle gerçek arasında bir yere götürmelidir okuru. Linda Woolverton'un "Alice Harikalar Diyarında" isimli kitabında olduğu gibi okuru fildişi bir boşluktan geçirerek yeni bir dünyanın eşiğine bırakmalıdır. Bilinen sözcüklerle bilinmeyeni buluşturarak, gerçekle düş arasında bir çizgide zamanın gizemini yakalamak. Benim şiirdeki uğraşım bu.

Birkaç gün önce yanılmıyorsam "face mahallesinde" şöyle bir cümle okudum. "Havaya, suya, toprağa. Dördüncü cemre de bize düşse."

Haziran bitmek üzere. Yağmurlar birkaç hafta daha sürecek gibi görünüyor. Ramazan sonrası kısa bir tatil iyi gelecektir ruhuma.

Benim cemrem "Deniz." Bana bir cemre düşecekse, bu cemre ille de "Deniz" olmalı "Deniz" diyorum.

Didim mi olur, Fethiye mi? Adrasan mı? Artık neresi denk gelirse.

İyilikle kalın.

fy


21 Haziran 2015 Pazar

Bir Şiirin Son Dizesi


burada sabah akşam donmuş bir denizi taşlıyoruz
taşladıkça taşıyor deniz
çocuklar oyunda hile yapan arkadaşlarına
ceza olarak bir parça bu denizden veriyorlar
akasyalar ve barbunlar bir aradalar
ortaçağ anlatıları satıyor uzun yol şoförleri
mola yerlerinde…
durup ay’a bakıyor kediler ve köpekler
dolunay akşamları…
mardinli bir gece istiyor âşıklar haftaiçleri
ve haftasonları italyan rönesansı hakkında konuşuyorlar…
mahalle bakkalı yaşlı adam boyuna bir ağacı yontuyor
anlıyoruz ki aşk soyunan bir şehirdir
susuyoruz ve balkanlar ve ötelerinde yazılmış
bir şiiri söylüyoruz ege ağzıyla...
kadınlar geçen kıştan,
kardan sözediyor şiirin sonunda
biz anlıyoruz ki erimek eski bir şiirin son dizesidir
atları içeri çekiyorum ve üstünü onlarla örtüyorum
şimdi daha serin terliyorsun
bu iyi bir mevsim gibi geliyor sana
ben dolu vurmuş bir tarlada üstüm başım ay
bir filmde oynuyorum... seninle tanışmamışız daha!..
kalçalarını istiyorum 
denizi geçmek için...

Doğan Ergül, Aşkın Ve Suların Öğleni, syf.84,85

18 Haziran 2015 Perşembe

Nasıl Ve Nerde?



"Zamanın önemli olmadığı bir zamansızlığın başındayız seninle. Bir an sessiz ve kımıldamadan oturuyoruz. Nicedir kapalı kaldığım bir evin gölgelerini bırakıp yeniden dünyaya açılıyormuş gibi duyuyorum kendimi. Kesinliği, düzeni, alışkanlıklarımı, kendimi kötülüklerden, aldanışlardan koruduğum inancını yersiz buluyorum. Anlamı, anlamsızlığı ve sınırları belirsiz, cam gibi kırılabilir bir süresizlikte her şeye her an yeniden başlanabilir, diye düşünüyorum. Okyanuslara dalmış, dağlara tırmanmış, çölleri dolaşmış adama, sana bakarak.

Sonra?"

İnci Aral, syf.24

16 Haziran 2015 Salı

BİR DÜZYAZIYIMDIR BELKİ DE BEN


Senin yüzün denize inen sokaklar
Dörtyol ağızları, su saatleri senin yüzün


Ne zaman eğilsem yüzüne ben
Yüzün erkenden açan çarşılar


Sen ki bir nilüfersin ölçüsüz uyaksız
Anlaki beyaz, masmavi hohlarım seni


Sanki çok uzun bir şiire çalışıyorum da ben
Yüzün ona en uzun uyaklar düşürüyordur


Hem kim bilir yüzünden sürülmüş
Bir düzyazıyımdır belki de ben


İlhan Berk

Eliz Edebiyat 78.sayı

"Ağrı Bilimine Giriş Dersleri-II" isimli şiirim Eliz Edebiyat'ın Haziran 2015 78.sayısında.

Keyifli okumalar...




15 Haziran 2015 Pazartesi

kaside



Ay karanlık gibi durma öyle gel
Sensiz bir şey duyulmuyor sevişmemizden


De ki halkın gözleri al gelincik sürüyor
Uğrular geçiyorken güz şölenlerimizden


Bu hüzünler benim mi diye baktım ki tamam
Akıyor yakut bir ıssızlık kentlerimizden


Yanardı mürted lambası ta sabaha değin
Karanlık kilimlerin kan işlemesinden


Hilmi elbet sürersin günleri bir yangına
"Ãteş kesilir geçse sâbâ gülşenimizden"


Hilmi Yavuz

büyüyüp giden hüzün'e


bir güzel aşk yılının ortasında
bir kestane ekerim büyür gider


ortaçağdan bir deniz haritasında
bir iki harf bulurum büyür gider


biliyorum ikimiz arasında
bir deste gül mü ne var büyür gider


sen bir aklık gibisin sırasında
boynun ve dediklerin büyür gider


ölür gider çinisi bir soylunun
bize bir mavi kalır büyür gider


ve içilir bir devin sofrasında
arayerde bir hüzün büyür gider


Turgut Uyar

10 Haziran 2015 Çarşamba

14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 9.Sayı

"Bavul" isimli öyküm 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisinde...



14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 9. Sayısının kapağında Fırat Cewerî, yeni romanından bir bölümle ve Gönül Kıvılcım ile yaptığı söyleşiyle okurları selamlıyor.

Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği tarafından yayımlanan 14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisinin 2015 Haziran-Temmuz sayısında 6’sı çeviri 20 yeni öykü var.

Guy de Maupassant, Gottfried Keller, Celal Al-Ahmad, Konstantine Gamsakhurdia, Cecilia Davidson, Mehmet Dicle, Serhan Ergin, Sibel Öz, Giray Kemer, Ayşegül Ural, M. Özgür Mutlu, Kristin Özbey, Oğuzhan Dursun, Ayten Kaya Görgün, Eylem Ata Güleç, Fatih Yavuz Çiçek, Esme Aras, Sibel Ateş Yengin, Mehmet Hakkı Yazıcı, Ahmet Erdemli öyküleriyle 14 Şubat Dünyanın Öyküsü’nde yer alıyor.

“Yalnızlığın bir ucundan koparken, öteki ucundan yaşama bağlanırız” diyen Octavia Paz’ın en önemli öğretmeni olduğu ressam Ekrem Kadak 9. sayının konuk ressamı.

Şairin Öyküsü bölümünde Fergun Özelli, Kırmızı Kiremitler adlı öyküsüyle yer alıyor.

Ercan y Yılmaz, söyleşi dizisine devam ediyor, sıradışı sorularını Onur Çalı’ya yöneltiyor.

Şair Galaktion Tabidze, Ben ve Gece şiiriyle dergiye konuk oluyor.

Timur Özkan, Nazım’ın Avlusunda başlıklı yazıyı kaleme aldı.

Derginin yeni bölümü Yazı Atölyesi’nin ilk konukları Oya Has ve Z. İnci Karabacak.

Adnan Binyazar’ın, köşe yazısının başlığı “Akıp giden Zaman…”

Emin Özdemir, “Cervantes’in Mirası”nı yazdı.

Kemal Gündüzalp, “Ayvalık Öyküleri’”ni yazdı.

Faruk Duman, Üçüncü Peron Yazıları’nı sürdürüyor: “Yaşamın İçinde Olmak”

Hasan Özkılıç, Yaprak Yaprak başlıklı köşesinde yazdı: “Necati Cumalı Öykülerinde “Taşra””

Ayşegül Tözeren bir edebiyat selfisi çekiyor: “Gönüllü Tutsaklıklarımız”

Heybeliada’da gerçekleşen 14 Şubat Dünya Öykü Günü kutlamaları “Adalar ve Edebiyat” başlığı altında dosyalaştı.

Dosyada yer alanlar: Ayşe Sarısayın, Adil İzci, Yasemin Yazıcı, Sezer Ateş Ayvaz, Nursel Duruel, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Leyla Ruhan Okyay, Nemika Tuğcu, Birsen Ferahlı…

“Öykünün Dünyası” bölümünde Billy O’Callaghan, “İrlanda Edebiyatında Kısa Öykü Geleneği” başlıklı yazısıyla yer alıyor.

Necip Tosun “Behçet Çelik Edebiyatı”nı derginin sayfalarına taşıyor: Aşk ve Yitirişler

Gül Durmaz bu sayıda 1984 – 1994 yıllarını kapsayan “Yaba Öykü”yü kaleme aldı.

Keyifli okumalar.

4 Haziran 2015 Perşembe

Düğme/Öykü


Güneş bahçedeki badem ağacının yaprakları arasından sızıyor, sabah yeliyle rakseden ince dalların gölgesi geometrik şekiller çizerek pencereden içeri vuruyordu. Uykulu ve mahmur gözlerle uyanmış, yeni güne sıradan, bildik davranışlarla, esneyerek hazırlanıyordum. Uzanıp pencereyi araladım. Pencereyi aralamamla birlikte oluşan hava cereyanı tül perdeyi dalgalandırınca, perde süpürgelik kenarında duran menekşeye takıldı ve çiçek saksısını seramik döşenmiş zemine düşürdü. Hay aksi! Esirgediğin göze çöp batar derler. Vallahi doğru. Menekşeyi alıp yerine koydum. Zaten kaç gündür solgundu. Birgün gülen, birgün yaramazlık yapmış suçlu çocuk hallerinde sessiz, mahcup ve kırılgan.

Sonra zarif çiçeklerine dokunup azıcık gönlünü almak istedim. “Günaydınnnn. Pembe çingenem benim, bir yerin acıdı mı? Küs müyüz kız Esmeralda” diyerek yapraklarını okşadım ve yerini değiştirdim. Sanki sesimi anlamıştı da bana gülümsüyordu. Anlaşılan kuruyan toprağı biraz da su istiyordu. Şebeke suyu da geceden kesilmiş. Böyle durumlar için dolu tuttuğum plastik bidondan bir bardak su alıp, pembe menekşeyi suladım. Musluklu bidonun başlığını hafifçe çevirince sızan suyla tasarruflu bir şekilde elimi yüzümü yıkayıp üstüme giyecek gömleği rastgele çekip aldım.

Giyerken baktımki gömleğin orta düğmesi kopuk. Üstelik yeni de sayılır. Daha geçenlerde; açık renk krem pantolonumun üzerine sütlü kahve çizgilerin uyum sağladığını görünce fiyatını hiç düşünmeden almıştım. Nasıl da kopmuş. Herkesi kendim gibi sanıyorum. Anlaşılan bu gömleğin düğmelerini kontrol etmeyi unutmuşum. Oysa biz küçükken annem yeni alınan giysilerin düğmelerini gözden geçirmeden ve kendi elleriyle o küçücük çıt çıtları iyice berkitmeden üstümüze giydirmezdi.

Hele yaz tatillerinde çırak olarak yanında çalışmaya başladığım Terzi Artin ustanın: “Demek yeni çırağımız sensin” diyerek onardığı eski bir ceketi bana doğru uzatmasını: “Al, bunun düğmelerini dikerek mesleğe başla” sözünü dün gibi anımsıyorum.

Sokakta “tumba” oynadığımız renkli misketlere benzeyen düğmeleri acemice dikip ustama gösterdiğimde, parmak uçlarıyla sıkıca kavradığı düğmeyi burgu yapar gibi çevirmiş çevirmiş, kopan kopçayı avuçlarıma koyarken: “Olmamış evlat, yeniden dik” demişti.

İlk görüşte sevdiğim ustam, yıllarını yaz kış demeden Samatya Pasajında “Giy Sev Terzihanesi’nde” geçirmişti. Pamuk saçları, kırış kırış yüzü, deniz mavisi gözleri, kendinden emin görünen edasıyla onu yaşlı fakat gölgesiyle etrafına serinlik veren ulu bir çınara benzetirdim. Boynuna doladığı ince mezurası, parmağına taktığı pirinçten yapılmış eski dikiş yüzüğü, kaliteli çelikten yapılmış iğnesiyle işine oldukça titizlenir, ağır ama düzenli çalışırdı. Çiçeklerle konuşulduğunu bilirdim de kumaşlarında bir dili olduğunu, onlarla da konuşulduğunu bilmezdim. Ölçüsünü aldığı kumaşların her biriyle düğün salonunda konuklarıyla ilgilenen ev sahibi inceliğinde tek tek ilgilenir; yaptığı işçilik, döktüğü göz nuru, diktiği elbiseler çok beğenilirdi. Şimdi olduğu gibi hazır giyim yaygın olmadığı için dönemin ünlü simaları bile beraberinde eş, dostuyla provaya gelir, dükkân müşterisiz kalmazdı.

Yanında çırak durduğum günden itibaren, bana uzattığı eski ceketin düğmelerini dikip ona gösterdiğimde hep aynı şeyi yapar, çevirdiği düğme kopunca burnunun üzerinde duran gözlüğünün camından, gözlerimin seviyesine indirdiği sevimli, babacan bakışlarıyla her seferinde: “Olmamış evlat, bir kez daha dik” derdi. Bir defasında dayanamayıp itiraz etmiştim.

“Düğme böyle çevire çevire iliklenmez ki?”

“Hayat evlat hayat! Düğme dikişi bir hayat kurtaracak kadar sağlam olmalı”

Telefon çalıyordu. Koridorda bulunan ahizenin yanına varıncaya kadar gittiğim geçmişten günümüze dönmüştüm. Arayan yan sokaktan kadim bir komşumuzdu. Sabahları işyerime oturduğumuz mahalleden arkadaşlarla birlikte gidiyorduk. Gitgide artan benzin fiyatları nedeniyle araçları sırayla trafiğe çıkarmaya karar vermiştik. Zaten bu hayat pahalılığında başka çaremiz de yoktu. Eskiden olduğu gibi takım elbise dikmiyorduk. Hazır giyim hızla gelişirken, meraklısı dışında takım elbise siparişleri azalmıştı. Biz de yaka, paça, astar tamiratlarıyla geçinip gidiyorduk. En son iki gün önce getirilen bir kaç pantolonla, mevsimlik bir pardösüyü yenilemiş dün akşam müşterilere teslim etmiştim.

Komşuları bekletmek olmazdı. Hem trafik yoğunluğuna kalmadan gitmek en akılcı olanıydı. Fazla oyalanmadan üstüme yeni bir gömlek giyip evden çıktım.

Büyük şehirlerin en belirgin özelliğidir. Trafik, hayat pahalılığı, hava kirliliği, gürültü, tüketim çılgınlığı, kazalar… Aklınızın ucundan bile geçmeyen bir olayla karşılaşmanız an meselesidir. İşte trafik yine tıkanmış akmıyordu. Az ileride; sağ şeritte kimi araçların durduğunu, soldan gelenlerinde sağ taraftaki kalabalığa bakarak yavaşladığını, araçlardan inen insanların köprünün üstünde kalabalıklaştığını görünce merakımız arttı. Acaba bir kaza mı olmuştu. Aracı emniyet şeridine park edip biz de merakla indik. Toplanan kalabalığa yaklaştık usulca.

Bağırış, çağırışlar arasında her kafadan bir ses çıkıyordu.

“İtfaiyeyi arayın”
“Polise haber verin”
“Ambulans çağıralım”
“Fazla dayanamaz”
“Oğlum aklından zorun mu vardı. İnsan kendini köprüden atıp, canına kıymak ister mi?”
“Birazdan düğme kopar; denize çakılır, eyvah ki eyvah!”

Görebildiğim kadarıyla köprüden atlayan genç bir delikanlıydı. Kim bilir ne derdi vardı. Anlaşılan kendini boşluğa bıraktığında üstündeki pardösü rüzgârın etkisiyle şemsiye gibi açılmış, önündeki ilikli tek düğmeyle aşağıdaki kısa korkuluk demirlerine takılıp, orada öylece asılı kalmıştı.

Artin usta tekrar gözlerimin önüne geldi.

“Hayat evlat hayat! Düğme dikişi bir hayat kurtaracak kadar sağlam olmalı!”

Kolayca sökülüp kopmayacak bir dikişin nasıl olması gerektiğini gösterdiği günden sonra, dikip götürdüğüm eski ceketin kol düğmelerini çevirmiş çevirmiş, kopmadığını görünce yeni diktiği ceketi bana vermiş: “Artık giyilmemiş bir takım elbiseye düğme dikebilirsin” dediğinde nasıl da sevinmiştim.

İtfaiye ve ambulansın çalan siren sesleriyle bir kez daha geçmişten uyanırken, boşlukta sallanan gence baktım. Birkaç dakika önce yaşamına son vermek isteyen, saçı sakalı birbirine karışmış zavallı delikanlının ölüm çizgisiyle arasında sadece bir düğme kalmış, şimdi de “ölmek istemiyorum, kurtarın beni” diye yukarıdan kendisine bakan kalabalığa sesleniyordu.

İtfaiyeciler hazırlıklıydı. Çabucak kurdukları iki zincirli kurtarma aparatıyla aşağıya sarkıp delikanlıyı alkışlar eşliğinde yukarı çıkardılar. Olay mahalline gelen polis ekipleri meraklı kalabalığı dağıtmakla meşgul, yoldan geçen televizyon muhabiri de yeni bir haber yakalamış olmanın verdiği heyecanla çekim yapıyordu.

“O düğmeyi diken terziye aldığı para helâl olsun” dedi birisi.

İki üç gün sonraydı. Sabah işyerine gelmiş, yeni ölçüsü alınmış ve kısalması gereken kot pantolon paçalarıyla uğraşıyordum. Kapı açılınca, işi bıraktım. Karşımda gülümseyen, saçları düzgün taranmış, yüzü aydınlık genç bir delikanlı vardı. Buyurun demeye kalmadan selam verip, elindeki menekşeyi yandaki masaya bıraktı ve sordu:

“Giy Sev Terzihanesi sizin mi”?
“Evet! Size nasıl yardımcı olabilirim”
“Oldunuz zaten! Hem de çok fazla. Şu an burada olmamı biraz da size borçluyum.”

Şaşkın bakışlarımla, ne yapmışım demeye kalmadan, üstündeki pardösünün ortanca düğmesini göstererek sözünü tamamladı.

“Biliyor musunuz? Bu düğmeyle hayatımı kurtardınız. Size bir can borçluyum. Teşekkür etmeye gelmiştim.”

Bir an duraksadım. Sonra karşı duvarda asılı duran ustamın resmine baktım. Işıl ışıl parlayan gözleriyle bana: “Aferin evlat, şimdi anladın mı? ” dediğini duyar gibi oldum.

Sonra gülümseyip arkasındaki çerçeveyi işaret ederek ustamı gösterdim. “Vaktin varsa otur; bir bardak çay içelim. Asıl ona teşekkür etmelisin,” dedim. Oturdu.

Kendimizi konuşmanın tılsımına bıraktık. Anlattıklarını dinleyecek, onu önemseyecek birisine meğer ne çok ihtiyacı varmış.

Saatlerce konuştuk, konuştuk, konuştuk.

Zaman iğne deliğinden geçerken, sökülen bir hayatın düğmesini sağlam kelimelerle ama kopmayacak biçimde yeniden dikmeye çalışan usta ve çırak gibiydik.

Fatih Yavuz Çiçek

2 Haziran 2015 Salı

Ayna İnsan 15. sayı



Ayna İnsan 15. sayısıyla okurla buluşuyor.

Derginin 15.sayısında; Emine Batar, Fatih Yavuz Çiçek, Yunus Develi, Önder Kızılkan, Ercan Ata, Tuba Dere, Hüdanur Ulutürk, İmdat Akkoyun, Hüseyin Atacan deneme, öykü, inceleme yazılarıyla; Aydın Afacan, Abdullah Eraslan, Asım Yapıcı, Orhan Tepebaş, Nevzat Konşer, Hüseyin Cahit Kerse, Fatih Yavuz Çiçek, Hüseyin Korkmaz, Ercan Ata, Selma Özeşer, Nursel Türkemiş, Semiha Kavak, Merve Akbaydoğan, Sabiha İclal Tiryaki, İshak Altundağ, Zeki Altın, Kadir Bıyıklı, Negin Sarhaddi, Kadir Yılmaz, Aydın Uzkan, Kadir Dalgın şiir ve çevirileriyle katkıda bulundular.

Ayna İnsan İz Bırakanlar Bölümü'nde Suat Derviş'i andı.

16.Sayıda buluşmak dileğiyle.

İçindekiler:
Ayna İnsan Sunuş: Niçin Yazıyorsunuz?
Fatih Yavuz Çiçek: Bin Tanrı İli'nin Oğlu Yaşar Kemal
Emine Batar: Mısır Püskülleri
Önder Kızılkan: Inarritu'nun Son Harikası: Birdman
Ercan Ata: Parkta Tek Kişilik Çay Partisi
Yunus Develi: Kameraya Takılanlar
Hüdanur Ulutürk: Süleymaniye'nin Güzel Gözlü Hattatı
İmdat Akkoyun: Aklıma Mukayyet Ol Rabbim
Tuba Dere: Leylâ'yı Arayan Âşık
Hüseyin Atacan: Zamansız Uyku

Ve Şiirleriyle,

Aydın Afacan: Simin ve Zerrin
Orhan Tepebaş: Uzak Ülke
Hüseyin Cahit Kerse: Gözyaşından Ablalar
Fatih Yavuz Çiçek: Yeni Nesil Özlemler
Asım Yapıcı: Sukut-u Hızır
Abdullah Eraslan: Tutku
Selma Özeşer: Nar-Tılsım-Martı
Kadir Yılmaz: Rainer Maria Rilke/Geride Kalan
Semiha Kavak: Düş'te Dem Vakti
Hüseyin Korkmaz: Ağustos İkindisi Sıcağında
Sabiha İclal Tiryaki: Mor Yalnızlık ve Suyun Ölümü
Merve Akbaydoğan: Mevsim Göçü
Nevzat Konşer: Seyfettin İçin Şiirler: Ant
Nursel Türkemiş: Kar Neredeyse Nefti
Ercan Ata: Yeni Çağa Şiirler
İshak Altundağ: Zamanımın ve Kadınımın Acıları Üstüne
Zeki Altın: Aynanın Aynadaki Akışı
Kadir Bıyıklı: Yarın
Negin Sarhaddi: Kayser Eminpur
Kadir Dalgın: Ben'in Sarmal Yolculuğu
Aydın Uzkan: Sidelya

Ağrı Bilimine Giriş Dersleri-I



“kul olayım kalem tutan ellere,
kâtip arzuhâlim yaz yâre böyle”
                      Pir Sultan Abdal

dilsiz bir duvar gibi
sessizliğe karıştığıma bakma ey azize
susmak, aşkın ateşle ölçüldüğü kurbet ilmidir
gölgemizde nicedir serinleyen bir dildâr var ki
nâlândır
yarasını kutsî bilir, konuşamam

biliyorum
şimdi hangi göğün diliyle bu kutsiyeti anlatsam
                                   derman kâr eylemez
susmasam aşk incinir
konuşsam,
bir sürmene bıçağı 
          akrebin zehrini herkesten evvel kuşanır

sevgili giz’im;
bakınız size, içinizde kanayan hadekaya
fesleğenden sargılar sarabilirim
ne de olsa en iyi bildiğimiz meslektir
                                  taş üstüne taş koymak
kalbinize mardin taşından bir ıhlamur kasrı
isteyin, vallâhî sıfırdan inşa edip kurabilirim

hani demiştiniz ki:
-susmak: derin bir uçurumda zamanı yontmaktır,
tutkuyu eskitir
fakat sen; yine de anlat
her şeyi göze alıp dinlerim ben

/peki…/

dilsiz bir duvar gibi
sessizliğe karıştığıma bakma ey azize

“dünyaya tortular tabakalar yarlar gerektir*
içerde çok yanmışa dışarıda karlar gerektir”

işte bu, budur bizim arzuhâlimiz

Fatih Yavuz Çiçek


*Birhan Keskin