Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

28 Aralık 2017 Perşembe

Egoterapi


Tania’nın: “Seni ruhumda taşımaktan yoruldum. Ayrılalım” dediği sabah evi terk edip, çıkıp gitmiştim. Evli değildik. Birlikte yaşıyorduk. İki yıl önce yeşil kart başvurusuyla göçmen olarak gittiğim New York’tan yanımda Tania, Türkiye’ye dönmüştüm.  Tania kısa sürede iş bulmuş, özel bir dil eğitim merkezinin yöneticisi olmuştu. Ben aylak aylak geziyor, tercümanlık, gezi rehberliği yapmak için kendime uygun iş bakıyordum.

Sonra Tania’nın çalıştığı dil eğitim merkezinde “İngilizce Öğretmenliği” yapma teklifini kabul ettim. Her şey yolunda gidiyordu. Tam hayatımızı yoluna koyduk derken dil eğitim merkezinin sahibi işi büyütmek, farklı şehirlerde de dil kursları açmak istediğini belirtti. Projesi başlangıçta gayet masûm bir iş büyütme planı gibi görünüyordu. Fakat bu masûm maskenin altında yatan gerçeğin ne olduğunu anlamakta gecikmedim. Patron gizliden gizliye Tania’ya asılıyordu. Tania güzeldi, boylu poslu, alımlıydı. Bulunduğu ortamlarda bütün dikkatleri üzerine çeken nadide bir orkideden farksızdı. Davetler, kokteyller, açılışlar vs. derken patronun kursların açılacağı şehirlere de Tania ile birlikte gitmek istemesi beni çileden çıkartmıştı. Ne yani; ABD’de yaşadık, nikâhımız yok diye patronun yılışık tavırlarına göz mü yumacaktım? Bir iki kez kibarca uyardım. Tania: “Başarımı, bulunduğum noktayı kıskanıyorsun” dedi. "Lâ havle" deyip sabrettim.

Tania’nın “ayrılalım” dediği sabahtan bir gün önce patron beni akşam yemeğine davet etmişti. Boğazda lüks bir restoranda buluşmuştuk. Bize ayrılan masaya oturunca direkt konuya girdi ve bana Akdeniz Bölge Müdürlüğü teklifinde bulundu. Güya benden çok memnunmuş, bölgenin potansiyeli düşünüldüğünde orası için biçilmiş kaftanmışım gibi gönül okşayan sebepleri sıraladı durdu. Önerdiği pozisyonu Tania’nın da içinde bulunacağı bir ekip oluşturulursa kabul edeceğimi söyledim. Hayır dedi sırıtarak. “İstediğin ekibi kur ama Miss Tania Marmara Bölgesinde bizimle kalmaya devam edecek.”

İnsan sarrafıydım ben. Böyle zamanlarda karşımdakinin insanlığının, erkekliğinin kaç kırat ettiğini sezgilerimle bir çırpıda anlardım. Belki sıradan biriydim. Hayatta kayda değer bir başarım yoktu. Hatta biyografini yaz deseler güvercinlere çektirilen niyet kâğıtlarına bile sığabilirdi özgeçmişim. Evet, biraz rahat, biraz aylak ruhum vardı ama o kadar da meşrebi geniş biri değildim. Adam gözümün içine baka baka beni Tania’dan uzaklaştırmak, birlikte yaşadığım kadını elimden almak istiyordu. Kan beynime sıçramıştı. Yakasına yapıştım. “Ulan Amerika’da yaşadıysak domuza da dönüşmedik” deyip suratının ortasına yumruğu yapıştırdım. Etraftan bakanların, restoran çalışanlarının bakışlarına aldırmadan bulunduğum ortamı terk ettim.

Eve gelip olanları Tania’ya anlattım. İşi bırakmasını önerdim. Tartıştık uzun uzun. Bağırıp çağırdık birbirimize. “Bıktım senin bu Doğulu tavırlarından, usandım taşralı hâllerinden” dedi. Sustum. Geceyi salondaki kanepenin üstünde geçirdim. Kahvaltıda “Seni ruhumda taşımaktan yoruldum. Ben ülkeme dönmeye karar verdim. Ayrılalım” dedi. Kapıyı çekip çıktım.

Taşındığım tek odalı çatı katından dışarı çıkmayalı kaç gün geçti farkında değilim. Kırılmıştım. Kapıcının dışında insan yüzü görmüyordum. Tania bavullarını toplayıp New York’a dönmüştü. Kendimi hayat kitabında üzeri çizilmiş dip not gibi hissediyordum. Eskiden de onunla birbirimize küstüğümüz günler olurdu. Avuçlarda pembeleşen zamanlar teorisi dediğimiz bir yöntemle eritirdik aramızdaki buzları. Bir tür oyun gibiydi yaptığımız eylem. Kendi aramızda kurduğumuz bir tür iletişim moduydu. Barışmak, sessizliğe son vermek istediğimiz ân birbirimizin avuç içlerine dokunurduk. Çünkü avuç içlerimizde ateşle kazınmış harfler vardı. Koru tükenmeyen harflerin oluşturduğu çekim kuvvetinin zamanı yeniden biçimlendirdiği, buzulları erittiği, tropikal mevsimlere has ılık rüzgârlar vardı.

Rüzgâr esmeye başladığında hücrelerimizdeki bütün taşlar yerinden oynar, kanımızdaki atlar boşanır ve ılık bir pembelik kimyasal gaz bulutu gibi yayılırdı benzimize. Sonra nane kokulu bir nefesi, tadına doyulmayan bir nefesi, cehennemden sıcak bir nefesi aç kurtlar gibi vahşi bir iştahla çekmeye başlardık iliklerimize. Dil, kâm, efsun… Dünya soyutlanırdı. Dert, keder, kasvet ne gam. Hepsi çarmıha gerilir, acı unutulurdu. Çünkü o ân ten dorukta olurdu. Çünkü zihin her şeyi unutmaya meyilliydi ten hazdan tir tir titredikçe.

Rüya gibi yaşamıştık ve rüya bitmişti. Başlangıçta bir süre depresyona girmiş olsam da yalnız kalmak iyi gelmişti bana. Geceyle gündüzü tersine çevirip yaşamak heyecan vericiydi. Güneşin doğuşuyla yatıyor, batışıyla uyanıyordum. Şehrin uykuya daldığı vakitlerde balkona çıkıp yıldızları, karanlığı, karanlıkta bir mum gibi parlayan ışıkları seyrediyordum uzun uzun. Gece yarısı kendimi okumanın sularına bırakıyor; tarihi, yöresel ve kültürel zenginliklerimizi anlatan eserler okuyordum gün doğana kadar. Fecre doğru neden, niçin sorularıyla kıyıya vurduğum bir yer vardı. Tefekkür! Tefekkürü seviyordum ve artık içinde bulunduğum duruma çeki düzen vermem gerektiğinin farkındaydım.

Yapılacak ilk işlerden biri eve birkaç parça eşya almak, dağınık yaşamaya son vermekti. Giyinip sokağa çıktığımda uyuşan bacaklarımın açılması için yürümek istedim. Uzun bir yürüyüşün ardından bitpazarına geldim. Eski eşyalar, mobilyalar, elbiseler, ayakkabılar, elektronik cihazlar, cep telefonları ne ararsan vardı burada. Yok, yoktu. Ortalık göçmen kaynıyordu. Girdiğim her dükkân yeni yaşamlarına ısınan göçmenlerin işgaline uğramıştı. Birilerinin eskittiği yaşamın izleri bir başkası için yeni hayatın simgesi oluyordu ve bu yüzdendi belki de bitpazarına yağan nûrun oraya gelen insanların içini ısıtmasının sebebi.

İhtiyacım olan eşyaları seçip oyalanmadan eve döndüm. Evi dipten bucağa temizledim. Gazeteden iş ilanlarına baktım. Profesyonel turist rehberliği kurslarına yazıldım. Kurs bitimini takip eden günlerde yaptığım birkaç iş görüşmesinden sonra tur şirketlerinden biriyle turist rehberliği pozisyonu için anlaştık. Şehir şehir dolaşıyordum artık. Bir hafta Mardin, bir hafta Kapadokya. 

Gördüğüm her şehirde zihinsel bir devrim yaşıyor, dünyaya bakışım yeniden kodlanıyordu âdeta. Şeb-i Arûs törenleri için gittiğimiz Konya’da Mevlevîlerin yaşamından müthiş etkilenmiştim. Dönüşümde elektronik posta adresimde Tania’nın yazdığı mesajları gördüm. Telefonla da arıyordu, konuşuyorduk fakat ben geri çekilmiştim. Bütün hücrelerimle sessizlik yemini etmiş rahipler gibi Tania’dan uzaklaşıyordum. Anımsanmak istemiyordum. Güzel hatırlanmak istemiyordum. Nefreti arıyordum. Onun içindeki nefreti.

Kendimden nefret ettirmek, Tania’nın da benden iyice uzaklaşmasını, onun da kendi içine, kültür sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalmayacağı daha somut bir geleceğe yönelmesini sağlamak amacıyla bütün alışkanlıklarımı değiştirdim. Argo konuşmalar, umursamaz tavırlar takındım. Yetmedi. Bütün telefon çağrılarını, mesajları, mektupları yanıtsız bıraktım. Çirkinleştim. Bilinçli bir tutumla çirkefleştim ve giderek çekilmesi güç bir narsistin kimliğine büründüm.

Ne vardı geçip giden hayatımda? Ne yoktu ki? Bolca klişe, bolca hayâl kırıklığı. Kalbime ağrı veren kadınlar, sayısını unuttuğum ateşli sayıklamalar ve binlerce günâh lekesi vardı işte. Karadut lekesi gibi temizlenmesi güç lekelerdi bunlar.

Biliyorum. Her günâh kirlidir. Fakat ne olursa olsun insanın özü beyazdır, masumdur ve her insan gerçekte yeryüzüne indirilmiş bir avdır. Bizi kirleten, özümüzü grileştiren şey iblisin insan avlamaya odaklı kininin tatmin edilemeyen tuzaklarıdır. Onun takındığı maskelerdir. Fısıldadığı, telkin ettiği her şey arzuları kamçılayan bir kırbaç, tutkunun kanımıza, iliklerimize işleyen engel tanımazlığıdır. Bataklıktır. Oysa ben bu batık dünyaya ait değildim. Tania haklıydı. Tipik bir Doğu imgesiydim. Öyle de kalmalıydım.

Geri çekilmiştim. A’dan Z’ye içimin aynasına yürüyordum. Ve nihayet günün birinde kendimi Mevlevî Dergâhının kapısının önünde buldum.

Ruhum yara bere içinde, Tanrı'ya dönüyordum.


fy

24 Aralık 2017 Pazar

binlerce flamingo


aşkın 
deniz kokusu gibi olsun
-akşamüstü-
denizin kokusu nasıl savrulursa sessiz bir pencereden içeri
öyle...

yani koşmak zorunda kalmamalıyım
peşinden;
ya da düşmek...

hissetmek için seni,
nefes almam yetmeli...

Sanober Khan
Çeviri: justdriftingaround.blogspot.com.tr

13 Aralık 2017 Çarşamba

Sütre


                                     -Gazze, Kudüs  ve insanlığa-

Osmanlı çeşmesinin lahitine oturmuş
                                               tarihle yüzleşiyorum
bir ulusun kalbini görmek için çocuklara
çocukların yüzünde okuduğum denize bakıyorum

Can tecrübeyle sabittir ki ten nerede olursa olsun
insan cenneti ve cehennemi en çok orada görür
göz çukurları kılıfsız mucizevî bir kitaptır çünkü
ve her çocuk yüzü okundukça biraz Kudüs’tür,
biraz da Gazze

Osmanlı çeşmesinin lahitinde  
                                         Eyyûbî’yi düşlüyorum
-where is the humanity
-where is the justıce
.
.
.
ürperiyorum

Osmanlı çesmesinin lahitinde göğe bakıyorum
kervanlar geçiyor dilimden
-su
      -su
            yorum

Fatih Yavuz Çiçek
Edebiyat Ortamı Dergisi, Eylül Ekim 2017, Sayı:58


12 Aralık 2017 Salı

Yazmak mı zor yazmamak mı?


Nerede miyim? Buradayım. Hiçbir yere gitmedim. Her horoz kendi çöplüğünde. Ben de kendi çöplüğümde kendi halimde eşelenip duruyorum.

Hayatım iş ve ev arasında rutine bağlanmış bir düzen içinde sürüp gidiyor. Sosyal medyadan bilinçli bir tercihle uzak durmaya çalışıyorum. Twitter'da yokum. O küçük mavi kuş'u ve onun yarattığı ortamları sevmiyorum. Zaten oldum olası böyleyim. Bir şeyi ilk görüşte ya severim ya da sevmem. Yalnızca Twitter değil tavsiye ile hesap açtığım birçok yerden uzaklaştım. Face Mahallesine yolum düşerse oraya da şöyle bir bakınıp geçiyorum bu aralar. Toplumda yalnız kalmaktan, kara koyun olmaktan, öyle anılmaktan da korkmuyorum. Kimileri yalnızlıktan sıkılır, bunalır. Yalnızlık başkaları için belki de fobidir. Karanlık korkusu, yükseklik korkusu, asansörde kalma korkusu vs. korkular gibi ürkütücüdür. Benim ruhumsa en şiddetlisinden yalnızlığı arzuluyor. Issızlığa gömülmek istiyorum. Hayalimdeki dağ evine çekilmeyi. Orada aylarca kalmayı. Ama işte hayat. "Acı Hayat." Hayatın ritmiyle duyguların ritmi çoğu zaman birbiriyle aynı frekansta ilerlemiyor. Yüklendiğimiz sorumluluklar ıssızlığa çekilme tutkusunun önüne geçiyor. Akıl duyguları bir şekilde frenliyor.

Turgut Uyar'ın çok sevdiğim bir şiiri vardır.  "Uzak Kaderler İçin." Uyar'ın şu dizeleri var ki her okuyuşumda  zihnimin define köprüsünde mıhlanır kalırım. "Kendi kendine çekilmez oluyor ömrüm/her insanın ayrı ayrı yaşayabilsem kaderinde"

Küskedisi'nden sonra Küskedisi-II'yi yazmıştım. "sensiz, tekil ve kopuk/kendime yaklaşmaya direnmekteyim"  dizeleriyle bitirmiştim şiiri.  Bu şiiri yayımlar mıyım, bilmiyorum. Bildiğim, uzaklara yaklaşmaya/yakınlaşmaya içten içe direnerek yaşamaya devam ettiğim.


Can Öykü Gazetesinde yayımladığım "Doberman"ın ardından, "Aslan"ı yazmıştım. Yeni yılda yayımlanmasını umduğum öykülerden biri de "Aslan." Yayımlandığında buradan duyurusunu yaparım. Nerede yayımlanacağı bilgisi şimdilik bende kalsın. 

Sürekli görüştüğüm arkadaşlarımdan biri "senin şiir ve edebiyattan başka konuşacak/paylaşacak bir şeyin yok mu" diye sormuştu zamanın behrinde. Var. Hayat sadece şiir ve edebiyattan ibaret değil elbette.

Büyüme rakamları yüksek çıkmış örneğin. Burada ekonomiden konuşabilirim. Sürdürülebilir büyümeden, yatırımlardan, borsadan, döviz hareketlerinden, bitcoin çılgınlığından bahsedebilirim. Siyasetten, uluslararası ilişkilerden, diplomasiden, ülkemizin geldiği noktadan, nereye gittiğinden, nereye götürülmek istendiğinden vs. dem vurabilirim. Kudüs konusunu yazabilirim. ("Gazze, Kudüs Ve İnsanlığa" ithaf ettiğim bir şiir vardır, Edebiyat Ortamı Dergisinde yayımlamıştım, o şiiri gündeme getirebilirim.) 

Etrafta, toplumda sayıları giderek artan lümpenleşmiş insanların pürmelal hâllerini sıralayabilirim. Nihayetinde ben de insanım. Et ve kemikten ibaretim. Evet incelikleri önceleyen bir ruha sahibim ama ruhum sadece şiirden, edebiyattan da  ibaret değil. Kızdığım, öfkelendiğim, sevindiğim, üzüldüğüm zamanlarda verdiğim tepkiler insani tepkiler. Olması gerektiği kadar, olması gereken mod ve dozda.

Geçenlerde oturduğum semtte büyük marketlerden birinde alışveriş yapıyordum. İşim bitince kasaya geldim. Kasiyer kızcağız market arabalarında istiflenmiş ürünleri kasadan geçirip tahsilat yapıyordu. Kasada sırada bekleyen, orta yaşın biraz üstünde görünen teyzelerden biri kasiyer kıza çıkışmaya başladı. "Her şey ne kadar pahalı, size para yetiştiremiyorum, etiketleri sürekli değiştiriyorsunuz vs." gibilerden sitem dolu sözlerle söylendi. Kasiyer kızcağız, "teyze ben ne yapabilirim, müşterinin satın aldığı ürünleri kasada okutup, toplam tutarı müşteriden tahsil etmek benim görevim, hayat pahalıysa ben ne yapabilirim" diyerek kendini savunmaya çalıştı. Dayanamadım. Teyze dedim, kasiyer kızcağızın ne kabahati var.  Hayat pahalı diye, etiketler sürekli değişiyor diye, para yetiştiremiyorum diye şikayet edilecek yer burası değil, şikayet ettiğin konuların hesabını oy kullanırken tercihte bulunduğun siyasilerden de soruyor musun? Dedim. Şimdi sorsam seçimlerde mührü ampule basmışsındır. Kasiyere söyleneceğine yüzünü, vicdanını oy verdiklerine döndürüp "hayat pahalı, geçinemiyoruz" desene, verdiğin oyun hesabını onlardan da sorsana diye veryansın ettim.

Teyze söylediklerimi duymazlıktan geldi. Ben ısrarla konuşmamı tekrarladım. Baktı olmuyor, kasiyer kıza bakıp, bu adam kime söyleniyor dedi. Yüksek sesle (belki işitme kaybı vardır diye düşünerek) "başkasına değil sana söylüyorum teyze, sana, senin gibi düşünenlere söylüyorum, etiketlere olan kızgınlığının acısını kasiyerden çıkarmaya çalışma dedim, marketten çıktım.

Şair arkadaşlardan biriyle ziyaret etmemiz gereken başka bir arkadaşımızın yanına gidecektik. Hafta sonu okulda nöbetçiydi kendisi. Giderken yarım kilo peynirli su böreği aldık. Çay demlenmişti. Oturup çay içtik. Edebiyattan, öykülerden, şiirlerden, öğrencilerden, kaldırılan TEOG Sınavından, proje okullardan, nitelikli sıfatıyla anılan okullardan, adrese dayalı eğitim sisteminden, öğretmenlerin çabasına destek olmayan ilgisiz, her şeyi öğretmenden bekleyen velilerden konuştuk. 

Gündemin baş döndürücü bir hızla değiştiği ülkemizde aslında konuşulacak öyle çok konu vardı ki biz o girdabın/dertlerimizin içinden yine ortak ilgi alanlarımıza yönelerek çıktık.

Turgut Uyar "Uzak Kaderler İçin" isimli şiirinde ne diyordu. 


"Nasıl kısa kesmeli bilmiyorum?
Herkesin derdinden pay isterken.
Uzak kaderlerin suları çağlar şimdi
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden"

İyilikle kalın.

fy 

5 Aralık 2017 Salı

biz senin ellerinle


biz senin ellerinle
küçük ırmakları yazdık
ırmaklara serpilmiş kayaları yazdık
senin dudaklarınla
kurumuş yaprakları suladık
suskunluğuna titreyen bir ömrün
çiçekleriyle sana uzandık

uzaklar senin
bu yılkılar senin
biz senin titreyen göğsünde
son sıcağını veren kuşa özendik

kuşun kanadında kalan öpücüğünle
kalbimizin kirinde paslanan hançerinle
bize dönen öfkenin ateşiyle
bekledik

dönüşüne
dönüşün
döndün evet
bir dağın kendi yerinde dönmesi
ve bakması gibi ardına
biz de baktık sana

bizden ayrı olan
ayrı duran
her zaman vurulabilen
saçları kesilebilen
her zaman bir kadınla yaşam arasında
durabilen
ve yaşama iade edilen halinle
seni küskün
içerlemiş
uykulu halinle
yorgunluğunu ellerinden
öperek almak için

bekledik

unutma bizi…

Banu Savaş