Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

16 Aralık 2020 Çarşamba

Ara Çağrı

 

Sen bir taze haber gibi gelmiştin unutmadım 
Her gelişin bir taze haberdi, unutmadım
 
Aşktı alıp verilen, altın bir vakitti yaşadığımız 
Bir muştuyu algılamanın sürekli gerilimiydi sanki, unutmadım
 
Can oynardı evlerde, yollarda, meydanlarda 
Can alınıp can verilirdi, hiç unutmadım
 
Sen uyurdun, uykun bir tepeden seyredilen uçsuz bir vadi 
Kıyısından seyredilen bir denizdi sanki, unutmadım
 
Ah sevgili! hayat görünürdü kapından bir çırpınış yüreklerimizde 
Sen evinden çıktığında güneşler doğardı içimizde, unutmadım
 
Toprağa düşen tohum, onda gizlenen renk, şekil, koku 
Senin için biçimlenirdi, renklenirdi, kokardı senin için, unutmadım
 
Ebedi masum çocuklar zamanın solmayan çiçekleri 
İstemişlerdi de ezan okumuştu Bilal bir sabah, unutmadım
 
O dirildi, o dirildi diye birden çalkalanan sokaklar 
Ölüm ki sonsuza açılan bir kapıydı, hiç unutmadım
 
Ey aşk, ey dirilik soluğu, ey evrenin hareket kaynağı, 
Nasıl unuturum, nasıl unuturum, hiç unutmadım! 
 
Erdem Bayazıt


13 Aralık 2020 Pazar

Sesinin Kahır Dolu Atlıları

 
Ağzının orta yerinde
Alaca sürüsü geyiklerin
İnancın bilmiş gerginliği
Düşüşün kabul edilmiş hafifliği
Uçurumun yol çağıran ağu'ltusu var

Ah sevgilim dağ kin susar
Köpürür harlanır hırlanır
Durmadan üstümüze salar
Gecenin keskin dişli köpeklerini

Dağılır sesinin kahır dolu atlıları
Usulca kıvranırken
Kanımda hışırdayan sonbahar
Usulca öperken
Dağılır boynunun suya inen geyikleri

Seninle aramızda sevgilim
Emekleyen çocuklar kadar mesafe var

Mervan Söylemez
Akatalpa, Aralık 2017, Sayı: 215

14 Kasım 2020 Cumartesi

Adrese Teslim Şarkılar...

 

"Bir noktadan sonra insanlar barışamaz, ayrılamaz, dönemezler"

Murathan Mungan, Kadından Kentler, Syf.245

12 Eylül 2020 Cumartesi

ikimizin bildiği baharlar...



Seni, yatağında yakalamalıyım bir sabah erkenden
Yüzün saçlarınla saklı olmalı
Duymazsan adımlarımın sesini
Nefesim uyandırsın seni
Ya da
Omuzbaşına indirdiğim bir öpücükle uyandığında
Usulca açtığın gözlerin şaşırmalı gözlerimde
Ve o kısık
Özlem kokan sesinle
Hoş geldin demelisin

Ellerin beş kez uzansın boynumu avuçlamaya
Her defasında, beklemek yılgınlığıyla
Küskün çekilsin geriye
Dudakların da, gelen her güzel sözcüğü tutsak etsin isterse
Yeter ki bak gözlerime
Bak güneş gibi
Bakarsan sana denizimden kucaklayıp getirdiğim mavilerden veririm
Bakarsan avuçlarında yıldız kuşu olur, yanıbaşında sevinçli insanlar
Sonra martı gülüşleri
Bir de her sabah yeniden yaratılan
Bir yaşamın penceresi

Ardından haydi derim, ürkekliğine aldırmadan
Haydi gidelim seninle düşlerime
Boş bir film şeridinden düşeriz, belki
Bir tek ikimizin bildiği baharına
Sen, nazlı bir bebeksin ya
Alıp kucağıma anadenize götürürdüm avutmak için
Ama tam mavilerden geçerken
Yani denizden yani gökyüzünden gözlerinden yani
Yeniden yaratırken yaşamı işte
Sakın susma, ansızın gülümse olur mu?
Alnından bulutlar kalkıp gitsin böylece

Seni, yatağında yakalamalıyım bir sabah erkenden
Yüzün saçlarınla saklı olmalı.
Sen açık unutmuşsun da kapını
Duymamışsın gelişimi
Girip, saçlarında saklı yüzünü bin kez daha çizmeliyim beynime
Alnıma koymalıyım kirpiklerinin öldüren yanını
Ama sen uyandığında herşeyden habersiz
Dudaklarında bir bahar bulmalısın, kulaklarında martı sesleri
Ve avuçlarında,
Yeniden yaratılmış bir yaşamın penceresini

Zübeyir Kındıra


27 Ağustos 2020 Perşembe

ırayan bir cenneti anımsamanın rengi



Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır

Gerçekten bir şey oluyor burada. Gizemli bir şey.
Bir denizaltı kadar görkemli ve garip.
Gri bir günde camlardan yağmuru seyretmek.
Saydam yusufçuklar yavaşça uzaklaşıyor ve beni
sana getiriyorlar topaz tapınaklarda.
Sen bir güneş tanrısı gibi gülümsüyorsun.
Biliyor musun kaç yıl tek başınaydım ben
karmaşanın içinde. Bir türlü tutunamıyordum işte.
Bir tek senin yanında yürümüştüm ben
topaz bir günde ve suya yakın.
Geceleri üstümü örterdin. Sonra konuşmazdın hiç.
Uzun süre konuşmazdık. Gözlerinde kaybolurdum.
Bu suskunluk anlaşılır bir şeydi. Deniz
ve karanlık yerlerden geçen bir nehrin sessizliği gibi...

Biliyor musun bir şey oluyor burada. Garip bir şey.
Bulanık bir suda yokoluş gibi.
Gözlerimde beyaz kelebekler uçuşuyor
ve beni kendime getiriyorlar yavaşça beyaz odalarda...

Unutuşum başka bir sendi. Ben ölüyordum Tropiko.
Unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
Söyleyecek başka bir şeyim yok artık.
Unutmak istemiyordum oysa.
Güzel kalan yaralarda vardır çünkü...
Limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
Hiç unutmayan kadınlar vardır... limon kokulu...
herşeye rağmen... yağmur kalan kadınlar vardır...

Ben iyiyim şimdi. Sen nasılsın?

Lale Müldür, Anemon, Syf. 93

22 Ağustos 2020 Cumartesi

yok istediğim başka hiçbir şey

aleksandre loşluk

Susku altın tozlu bir cevap sende
Acı vermek mi istiyorsun, gizemi
                 Sürdürmek mi?
Gümüş bir kaptan su içip
                 Seni düşünüyorum
Senin altın tozlu suskunu.

Bırak barak bir Mevlevi
Uzaydan dönerek insin kalbine
Bırak herşey herşey
                 Eriyip gitsin
Ağızdan pastel gibi başını da öne eğsin
Doğulu musun, batılı mısın nesin?
Yoksa bölünmüş bir kişilik misin?
Yok gibisin, benim yok-sevgilim
Yoksa başka bir gezegenden mi
                  Geldin
Benimle uyu, kanatlarımız
                  Birbirine değsin
Yok istediğim başka hiçbir şey
                  Bu esrarengiz loşlukta.

Lale Müldür, kitap-lık, sayı: 89, 2005


12 Ağustos 2020 Çarşamba

kendiliğinden aydınlanmalar




"Bizi kovalayan ne çok şey var
Bir tütsü yakıyoruz dağılsın diye uğursuz anılar
Karşılıklı duran aynalarız sanki...
Aramıza giren her şey sonsuza gidiyor"

Lale Müldür, Anemon, syf.57

7 Haziran 2020 Pazar

25 Mayıs 2020 Pazartesi

vakitler ve incelikler


Taksinin içinde oturmuş müşteri bekliyorum. Hava soğuk. Kış güneşi havanın ayazını kırmıyor ancak güneşin gri bulutların arasından sarı saçlarını azıcık göstermesi bile taksinin içini ısıtmaya yetiyordu. Biraz evvel karşıdan geldim. Bitkisel çayımı yudumlarken, gözümün ucuyla da havalimanına bıraktığım müşterinin unuttuğu çantayı inceliyorum. Görünüşte basit bir evrak çantasına benziyor. Açıp açmamakta kararsızım. Hatırlayıp geri döner de çantayı sorarsa “açıp baktım” demek istemiyorum. Başkasının eşyasını kurcalamanın bizim kitabımızda yeri yok çünkü. Gelmezse çantayı karakola teslim ederim ama bir yandan da içimdeki merak böceği zihnimi kemirip duruyor. Belki çantada kartviziti, önemli evrakları, para, vs. şeyleri vardır. Eğer kartviziti varsa arayıp söylerim çantasını takside unuttuğunu. İyilik, iyiliktir diye düşünüyorum. Evet, en doğrusu bakmak. Bakıp rahatlamak. Hem, çantanın içinde para falan varsa eğer, götürüp teslim ederim karakola.

Çantayı açıp bakıyorum. Orta bölmede birkaç kitap, not defteri, kitap broşürleri, gözlük kutusu var. Kafka’dan “Milena’ya Mektuplar” dikkatimi çekiyor. Lisede okumuştum Kafka’yı. Diğer kitabın adı “Kırmızı.” Yazarı Uwe Tımm. Çantanın ön gözünde cd’ler var. Ön gözde siyah ve kırmızı iki tane dolmakalem, çakmak, yarım sigara paketi, arka gözde edebiyat dergilerinden başka bir şey yok. Çoğu fanzin türü dergiler bunlar. Gördüklerimle biraz rahatlıyorum. Çantadakiler üstünde durmaya değmez şeyler gibi görünüyor. Fakat yine de emanet emanettir. Bunları bir şekilde sahibine ya da karakola teslim etmek gerekiyor.

Not defterinde belki isim adres vardır diyerek umutlanıyorum. İlk sayfaya bakıyorum. Yok. Hiçbir isim, adres, telefon yok. Şöyle bir karıştırıyorum defteri. El yazısıyla alınmış kısa kısa notlar. Her nota birer başlık konulmuş. Merak böceğim beni dürtüklüyor. Rastgele bir sayfa çevirip okumaya başlıyorum.

Kâhin

“Yeni tanışan iki insan ne konuşursa biz de oturmuş, öylesine, oradan buradan, şehrin simgelerinden konuşuyorduk. Portakal bahçelerinden, şalgamın nasıl mayalandığından, Toros dağlarının serinliğinden. 

Sonra sustu. Fantastik film kahramanlarını andıran bir kâhin edasıyla yüzüme baktı. Fısıldayarak, "El falına bakmamı ister misin?" dedi. Gülümsedim. Karikatür çizen bi’arkadaşım anlatmıştı. Çalıştığı gazetede günlük burç köşesini hazırlayacak kimse kalmayınca kısa süreliğine sakız manisi yazar gibi burçları yazmış. "Atıyordum" dediğini anımsayınca fala inanmam diyecektim ki lafı ağzımdan aldı. "Yıllardır el falı bakıyorum. Aslında bırakmıştım. Ama senin aurandan yayılan ışıkta ruhunun derinliğini gördüm. İzin ver, lütfen söyleyeceklerimi dinle" diye ısrar etti. Merakımdan inadı bıraktım. Gözleri göğe açılan mavi bir kapıya benziyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Başımı evet mânâsında hafifçe salladım. Elini uç veren taze bir sarmaşık dalı gibi uzatıp alnımın tam ortasına işaret parmağıyla dokundu. Bir süre trans hâlinde bekledi. Parmağını omzumdan bileklerime doğru usul usul indirdi. Sağ elimi avuçlarının içine aldı. Uzun uzun inceledi. Sonunda eskil bir yazıtın kil tabletlerini okur gibi "Senin kalbinde şapkalı düşler sözlüğü var. Farkında mısın?" dedi.”

Âh Toroslar. Torosları iyi bilirim. Çok gittim. Babam kamyon şoförüydü. Yaz tatillerinde yanında götürürdü beni. Pozantı geçidi yamandı. Hiç aman vermezdi. Çık babam çık. Yol bitmezdi. Mola verirdik Pozantı’da. Yol kenarına kurulan Yörük çadırlarından yiyecek, içecek alırdık. Yörük kadınları gözleme yaparlardı. Yanında buz gibi ayran. Bir keresinde epeyce yaşlı bir nineye denk gelmiştik çadırda. Fal bakıyordu. Ben yola çıkmak için huysuzluk edip duruyordum o sıra. Adımı, nereden gelip nereye gittiğimizi, okula gidip gitmediğimi soranlara ters ters yanıtlar veriyordum habire. Huysuzlandığımı gören Yörük Nine beni çağırmış, yanına varınca aç ağzını diyerek, dilimin üstüne bir akide şekeri bırakmış: “Yavrucuğum, gayri bu şekeri unutma. Ne zaman birine öfkelenecek olsan bu ânı hatırla, acı değil tatlı konuş e mi” demişti.

Ben o günden sonra kimseye acı söz konuşmadım. Meslek icabı bazen kızdığım, trafikte öfkelendiğim oluyor ama hemen geçmişte, Toroslarda, dilimin üstüne şeker bırakan Yörük Nineyi anımsıyor, öfkemi silip atıyorum yüzümün aynasından.

Not defterine dönüyorum yeniden. Bir sayfa daha çeviriyorum.

Alternatif Zaman Arayışları

“Geçmişe dönüp, oradaki hatıralara belleğimizin parmak uçlarıyla dokunmak, insanın ruh eşinin tenindeki orkestraya sevgiyle dokunmaya benzer ve sonu düş kırıklığı ile biten ilişkilerde geçmişe dokunmak sizi hiçbir koşulda gülümsetmiyorsa, biliniz ki, geçmişte olup bitenler unutuşun muhteşem yağmurlarında külliyen eriyip gitmiş demektir.

Böyle bir eriyişin karşısında alınacak tek önlem vardır. O da, ruhumuzla kalbimizin arasına bir süre mesafe koyulmasından ibarettir. Bu mesafeyi ruh mu, yoksa kalp mi koymalıdır, artık orasını baskın gelen varlığın o ândaki modu belirler. Geçmiş, zamanın yuttuğu en büyük lokmadır. İnsanı yaşamaya susatır. Geçmişe baktıkça zihnindeki mutlu anları bıraktığı gibi bulanlar ve geçmişi gülümseyerek anımsayanlar için geçmiş, çölde görülen seraba dönüşür. Peşinden gidilen serap ne yazık ki artık zamanın dışındadır ve aynı geçmişi tekrar yaşamanın olanaksızlığı, onun yitip giden güzelliğine gelecek zamanın içinde eskisi gibi canlı kanlı, bir daha asla dokunamayacak oluşumuzun bilinci yaşamımızı acıtır, ağlatır, bazen de dejavu özlemiyle kavrulan ruhları çıldırtıp, mecnuna çevirir.

Düşüncelerimi deli saçması, inanılmaz bulanlar olabilir belki. Hattâ sen hangi gezegende yaşıyorsun diyenler de çıkabilir. Umursamam. Gerçek şu ki ben iki zaman tanıdım. Birbirinden farklı iki zamanı, birbirinin zıddı denilebilecek farklı kimliklerle yaşadım. Birincisi, bildiğimiz, herkesin yaşamını sürdürdüğü doğrusal zamandı ve kendi mecrasında akarak geçip gitmişti işte. Doğrusal zamandan bir şeyleri anımsamak istediğimde mum gibi eriyen mekânlar ve nesneler görüyordum. Ruhum beni hemen terk ediyordu. Orada bir tür bitkisel hayat sürdürdükten sonra, ikincisi ve çoğu insana nasip olmayan alternatif zamana dönüyordum. Ki alternatif zamanda bellek yoktu, beklenti yoktu. Sınırlar, yasaklar ve acı yoktu. Doğrusal zaman her şeye rağmen belki anımsanabilirdi. Fakat alternatif zaman geride hiçbir leke bırakmadan, yaşattığı her şeyi silerek ilerliyordu. Kayıtsızdı. 

Ben; kalbime zırh giymeyi alışkanlık hâline getirdiğimden olsa gerek, alternatif zamanda silinen her şeyi korumayı, geçmişimi o zırhın içinde saklamayı başarmıştım ve bu yüzdendi sanırım, kendimi bulmak için baktığım her fotoğraf karesinde karşıma çıkan yalnızlık imgeleminin, ruhumda, şimdiki zamana yakılmış bir işaret fişeği gibi sürekli patlamasının sebebi.”

Unutkan müşteri bir yazar olabilir mi? Çantada gördüklerim, not defterinde okuduğum cümleler zihnimde onun yazar olabileceği kanaatini oluşturdu. Yazdıklarına bakılırsa amatör fotoğrafçılığa da merakı olmalı. Zamana dair yazdıklarını düşünüyorum da zaman çayın içine bırakılan şeker gibi eriyip gidiyor fakat zamanın erime hızı frenlenemiyor. Zamanı durdurmak için onu kaydetmekten başka çare yok. Onu görüntülemek, zamanın hızına meydan okumanın tek alternatifi belki de. İnsanın zamanla yarışı böyle başlamıştır sanırım. Zamanı kaydetmekle. Zaten yazmak da zamana objektif tutmaya benziyor sanki. Yazarların yaptığı da bir nevi fotoğraf çekmek değil mi? Zamanı kelimelerin ışığıyla kaydetmek. Gözümü tekrar not defterine çevirip yeni bir sayfa açıyorum.

Simya

“Kova burcuydum. Gezgin, özgürlüğe düşkün bir ruhum vardı. Sık sık seyahat ediyordum işim gereği. Tren, otobüs, vapur, bazen de uçakla. Seyahat ettiğim yörenin coğrafi durumuna, ulaşım olanaklarına göre değişiyordu yol arkadaşlarım ve binit tercihlerim. Çıktığım yolculuklarda rüzgârın oğulları gibi hissediyordum kendimi. Kanımın Düden Şelalesi gibi aktığını bilmek, ruhumdaki aritminin iyileştiğini duyumsamak beni umutlandırıyor, zaman, serüven duygusuyla bileyliyordu yaşamak tutkumu.

En çok tren yolculuklarını seviyordum. Kıvrım kıvrım uzayan rayların üzerinde giden vagonları buz pistinde gösteri yapan artistik buz dansçılarıyla özdeşleştiriyordum. Mola verilen istasyonlarda fotoğraf çekiyordum fırsat buldukça. Yeni tanıştığım insanlar oluyordu. Seyahat bitiminden sonra, kurulan yeni dostlukları, kültürel ve mimari dokusundan etkilendiğim şehirleri, mistik yapıları ve bütün bunlara dair zihnime kaydettiğim en ince ayrıntıları anımsamak mutlandırıyordu beni. Özgürleşmeye tutkundum. Sabit yaşamaktan zevk almıyordum. Ve evet, trenle seyahati daha çok seviyordum. Çünkü tren yolculuğunu diğer yolculuk biçimlerinden ayıran en önemli ayrıntı, yoldaşınızın ezoterik sureti, zamanın kusursuz aynasında çıplak bir seraba dönüştüğü ân, sizin, o serapla nasıl bütünleştiğinizin ve o serabın içinde nasıl eriyip gittiğinizi formüle eden simyanın ateşinde gizliydi.”

Kova burcuymuş. Aynı burçtanız yani. Seni şimdi daha iyi anlıyorum kardeş. Çağından elli yıl ilerdedir kova burcu. Özgürlüğe tutkun. Seyahat dersen ben de severim. Sana da vallahi billahi kanım ısındı. Notların belki özel şeylerdi, izinsiz okuduk, bağışla. Fakat okuduklarımdan sonra seni sevdim arkadaş. Zaten defterin hepsini okumayı düşünmüyorum. Son bir sayfaya daha bakıp kapatacağım defteri.

Çiçek Tohumları

“Ağrılarından azat edilmek istiyorsan ruhuna çiçek tohumları serpmelisin" dedim. Şaşırdı. Yüzü deniz gibi dalgalandı kısa bir süre. Durulunca "Yaaaa! Demek öyle. Bilmiyordum," dedi muzipçe gülümseyerek. Biraz sonra “söylesene, ruhuma hangi çiçeğin tohumlarını serpmeliyim?" sorusunu yönelteceğinden kuşkum yoktu. İyimserliğini Pollyanna'ya benzetiyordum ve sezgilerimin beni asla yanıltmadığından emindim. Zaten beklediğim gibi de oldu. "Ne öneriyorsun" dedi fazla gecikmeden. Hiç düşünmeden pencere kenarındaki sardunyalara uzandım. Birkaç dal koparıp uzattım. Sardunyaları göğsüne bastırdı. İçini çekti derin derin. "Sadece bu kadar mı?" der gibi süzülerek yüzüme bakınca hafifçe eğildim. "Önce kırmızı sardunyaları dene. Fakat kesin bir çözüm istiyorsan bayram çiçekleri seni bütün ağrılarından azat edecektir, " diye fısıldadım kulağına.”

Not defterini kapattım. Taksinin ön camından karşıdaki kafeteryanın önünde bekleşen, çiçek gibi giyinmiş zarif gençlere baktım. Çiçek deyince, sahi eve en son ne zaman çiçek alıp götürdüm, unuttum. Oysa kadınlar çiçekleri sever, çiçeksiz yapamazlar değil mi? Sana bir teşekkür borçluyum sevgili burçdaşım. Adın her neyse bilmediğim için “burçdaşım” diyorum artık sen gerisini anla. Bu akşam eve mutlaka bir demet kasımpatıyla gidecek, bunca yıldır kahrımı çeken kadınıma çiçeklerle sarılacağım. 

Şaşıracaktır muhtemelen. Varsın şaşırsın, varsın yüzünde güller açsın. Bir buket çiçek demetiyle bu akşam nâr kırmızıya boyansın vakitler ve incelikler.

h@nna m.

somuttan soyuta tarih dersleri...


"Ben senin gözlerine dönmek istiyorum. Sonra da... Sonra diye bir şey yoktur. Tarih dışıdır sonra."

İlhan Berk, Akşama Doğru, syf.178

16 Mayıs 2020 Cumartesi

'beni uykularına al'...


"Bir kadınla sevişmek ve bir kadınla uyumak iki ayrı tutkudur, sadece farklı değil aynı zamanda da zıt tutkular. Aşk çiftleşme arzusunda (sonsuz sayıda kadına kadar uzanabilecek bir tutku) duyurmaz kendini, uykuyu paylaşma arzusunda duyurur (tek bir kadınla sınırlı olan bir arzu.)"

Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, syf.25


10 Mayıs 2020 Pazar

sana dair...


"Ben şarkıları akıttım sana doğru
İçimdeki ırmağı akıttım
Anlarsan söyleme istediğimi,
Ölürüm"

Gülten Akın

25 Nisan 2020 Cumartesi

Kötülüğün Şeffaflığı


İtki ve Tepkime

İdeal bir sentez ve protez evreni içinde devrelerin homojenleştirilmesi, olumlu, uzlaşımsal, eşzamanlı ve edimsel bir evren; tüm bunlar kabul edilemez bir dünya oluşturmaktadır. Her tür nakil organ ve yapay ikame biçimine yalnızca beden isyan etmez, yalnızca hayvani zihinler başkaldırmaz, zihnin kendisi de kendine dayatılan organlararası işbirliğine sayısız (synergie) alerji türleriyle başkaldırır. Ani tepki, ret, ve alerji özel bir enerji biçimidir. Olumsuzluğun ve eleştirel başkaldırının yerini almış olan bu bilinçdışı enerjiden zamanımızın en benzersiz olayları doğruruyor: Virüs patolojileri, terörizm, uyuşturucu, suç hatta olumlu diye kabul edilen bazı etkinlikler; herhangi bir şey yaratma itkisinden ziyade bir şeyden kurtulma atılımıyla ilişkili olan performans kültü ve toplu üretim histerisi gibi… Bugün gerçek anlamda itkiye değil, daha ziyade dışarı atma ve tepkimeye doğru ilerliyoruz. Doğal felaketler de bir alerjiye, insanın işlemsel nüfuzunun doğa tarafından reddi biçimine benziyor. Nerede olumsuzluk can çekişiyorsa orada doğal felaketler altedilemez bir şiddet göstergesi, değerli ve doğaüstü bir yadsıma göstergesi oluşturur. Zehirlilikleri de zaten genellikle bulaşma yoluyla toplumsal düzensizliği de beraberinde getirir.

Olumlu, seçmeli, ve çekici büyük itki ya da dürtüler yok oldu. Artık yalnızca belli belirsiz arzuluyoruz, beğenilerimiz giderek daha az belirli. Beğeni ve istek öbekleri de iradeninki gibi dağılmaya uğratıldı; ama hangi gizemli etkiyle, meçhul. Buna karşın, kötü niyet, tepkime ve tiksinmeninkiler güçlendi. Yeni bir enerji, ters bir enerji, isteğimizin yerine geçen bir güç, dünyamızın, bedenimizin, ve cinselliğimizin yerine geçen şeye dair yaşamsal ve ani tepki buradan geliyor sanki. Günümüzde yalnızca tiksinti belirli, beğeniler değil. Yalnızca reddedişler şiddetli, tasarılar değil. Eylemlerimizde, girişimlerimizde, hastalıklarımızda giderek daha az “nesnel” güdümler var; bunlar çoğunlukla kendimize duyduğumuz gizli bir tiksintiden, bizi enerjimizden herhangi bir biçimde kurtulmaya iten gizli bir sahipsiz kalma halinden, yani istençli bir eylem biçiminden ziyade bir cinleri kovma biçiminden kaynaklanıyorlar. Burada Kötülük ilkesinin, bilindiği gibi hareket merkezi tam da cin kovmak olan büyüye yakın yeni bir biçimi mi söz konusu yoksa?

Simmel, “Olumsuzlama dünyanın en basit şeyidir. Bu yüzden kişileri bir hedefte anlaşamayan büyük kitleler burada buluşurlar.” diyordu. Kitleleleri olumsuz görüş ya da eleştirel niyetleri doğrultusunda kışkırtmak gereksizdir; çünkü kitlelerin böyle görüş ya da niyetleri yoktur: ayrışmamış bir güçleri vardır yalnızca, bir reddetme güçleri. Yalnızca dışladıklarıyla, yadsıdıklarıyla güçlüdürler ve öncelikle kendilerini aşan her tür tasarıyı, kendilerinden üstün olan her tür sınıf ya da zekâyı dışlayarak güçlü olurlar. Burada, en yırtıcı deneyimden, hayvanların ve köylülerin deneyiminden çıkma kurnaz bir felsefeden bir şeyler vardır: “Bunu bir daha bize yapamayacaklar, bize ne özveri ne de güzel yarınlar yutturulacak bir daha.” Politik düzenden aşırı tiksinme, filanca politik görüşle rahatlıkla bir arada bulunabilir. İktidarın iddialı bir şekilde ortaya çıkmasından ve aşkınlığından, politikanın kaçınılmazlığından ve iğrençliğinden tiksinme. Geçmişte politik tutkular vardı, günümüzde her tür politikadan tamamen tiksinmeye özgü bir şiddet vardır.

İktidar da büyük ölçüde tiksinti üzerine kuruludur. Tüm reklamlar ve politik söylem, akla ve mantığa açıkça hakarettir, ama bu hakaretten kazançlı çıkan biziz; iğrenç bir sessiz etkileşim girişimidir bu hakaret. Örtbas etme teknikleri sona erdi, günümüzde açık şantajlarla yönetiliyoruz. Bunun prototipi, “beni paranız ilgilendirmiyor,” diyen vampir suratlı ünlü bankacıdır. On yıl oldu bile. Müstehcenlik, yönetim stratejisi olarak geleneklere girdi. Şöyle dendi: İşte, saldırgan boşboğazlığıyla oldukça kötü bir reklam. Ama tersine, tam da tiksintiye, dünyevi isteklere ve tecavüze yöneldiği için toplumsal ilişkilerin tüm geleceğini üstlenmiş, kâhince bir reklamdı bu. Pornografik reklamlar ya da yiyecek reklamları da böyledir: Bir tecavüz ve huzursuzluk stratejisi uyarınca utanmazlığa ve şehvetperestliğe yönelirler. Günümüzde bir kadına, “amınız ilgimi çekiyor” diyerek onu baştan çıkartabilirsiniz. Bu iffetsiz biçim sanatta da galip geliyor. Sanatta karşılaşılan kabalıklar yığını şu tip bir açıklamayla aynı değerdedir: “Geri zekâlılığınız, zevksizliğiniz ilgimi çekiyor. ”Ve bu toplu şantaja, bu kurnazca kötü niyet şırıngalanmasına teslim oluyoruz.

Artık hiçbir şeyin bizi hakikaten tiksindirmediği de doğru. Tüm diğer kültürlerin bozulmasıyla ve iç içe girmesiyle örtüşen eklektik kültürümüzde kabul edilemeyecek hiçbir şey yok, tiksinti bunun için büyüyor; bu izdihamı, en berbat şey karşısındaki bu umursamazlığı, karşıtların bu yapışkanlığını kusma arzusu bu yüzden var. Her şeyi toptan reddetmenin alerjik çekiciliği, yavaşça zehirlenme, yavaşça aşırı beslenme, hoşgörü, güçbirliği ve uzlaşma şantajı.

Bağışıklık, antikor, nakil organ ve reddin bu kadar söz konusu olması bir rastlantı değildir. Kıtlık evresinde yutma ve sindirmeyle uğraşılır. Bolluk evresinde sorun, atmak ve kovmaktır. Genelleşmiş iletişim ve enformasyon fazlası insanın tüm savunmalarını tehdit ediyor. Simgesel alanı, zihnin muhakeme alanının koruyan hiçbir şey yok artık. Neyin güzel neyin çirkin olduğuna, neyin orjinal neyinse orjinal olmadığına ben karar veremediğim gibi biyolojik organizma da kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veremiyor artık. Bu durumda her şey kötü nesne olur ve yegâne savunma, ani tepki veya reddetmedir.

Gülmek de sıklıkla, bir iç içe girme ya da korkunç izdiham durumunun bizde uyandırdığı tiksintiye yönelik yaşamsal ve ani tepkidir. Farksızlığı kusuyoruz, ama aynı zamanda farksızlık bizi büyülüyor. Her şeyi birbirine katmayı seviyoruz, ama aynı zamanda farksızlık bizi büyülüyor. Her şeyi birbirine katmayı seviyoruz, ama aynı zamanda da bizi iğrendiriyor bu. Organizmanın, yaşamı pahasına da olsa simgesel bütünlüğünü koruduğu yaşamsal tepki (kalp naklinin reddi). Bedenler, organların ve hücrelerin rasgele değiş tokuşuna neden direnmesin? Peki bu organ ve hücreler kanserde kendilerine yüklenen işlevi neden reddediyorlar?

Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Syf. 70, 73.
Çeviri: Işık Ergüden


ben senden gidemeyenim...


"ışığın kenarına bırak beni
ben senden gidemeyenim"

Engin Turgut

14 Nisan 2020 Salı

İnsan gerçekten "alçak" mı yoksa?




                                                                                                   "Çin seddi bittiği zaman
                                                                               Duvarcılar nereye gittiler"
                                                                                                    B.Brecht

Selahattin Hilav: "fiili olarak bakıldığındaysa alçak bir yaratık insan."  diyor.

Bu ülkenin yetiştirdiği en önemli aydınlardandır Selahattin Hilav.

Ve ekliyor sonra: "Sırpların yaptıklarına bakın, Afganistan'da olanlara bakın, yani iş yok insanda."

Bu anlamda Socrat daha iyimserdir: "Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz, cahil olduğu için kötülük yapar, toplumsal koşullar değişirse insan iyi olur."

Bana öyle gelir ki; insan en büyük kötülüğü, kendi ürettiği bilgiye, kültüre, emeğe, ürüne yabancılaşarak kendisine yapar. Yaşamımızda ne varsa insan tarafından üretilmiştir ama her şey, zaman içinde insanın sorunu haline gelir, zira insan ürettiği şeyden uzaklaşır ya da uzaklaştırılır. Bunun adı yanılsama mıdır, kandırılma mıdır bilemem ama şunu çok iyi biliyorum; insan ürettiklerine yabancılaşarak kendisini küçültür, yok eder.

İşbölümünün, malın malla değişiminin ve zaman içersinde paranın ortaya çıkmasıyla insan kendi ürettiği her şeyin "esiri" olmuş ve toplumlar bu "esaret" üzerine varlıklarını inşa etmişlerdir. Ve böylece insan tarafından şekillendirilen hayat, insanı ezen, bitiren bir mekanizma haline gelmiştir. Ve insan; kendi gücünü ve yeteneğini düşlere ve düşsel varlıklara bırakır olmuştur.

Ve sonra korkular,
Ve sonra yenilgiler,
Ve sonra savaşlar,
Ve şimdi; savaşın bütün imkanlarını yaratan insan; anti militarist olmayı erdem saymaktadır.

Dünya başka türlü olabilir miydi?

Sanmıyorum.

İki temel nedeni var bunun: İnsanın içindeki vahşet ve kapitalizmin eşit olmayan yasası.

"Kötü ama "gerçek" dedikleri bu olsa gerek!

Bir başka şey: Dünya aylardır üretim dışında kullanılan paranın manipülasyonunda yaşanan "kriz"i tartıştı, tartışıyor.

Bu, doğrudan yoksulların sorunu muydu? Hayır.

Ama gün gelecek bu "kriz"in faturasını yoksul insanlar mı ödeyecekti? Evet.

Peki bu "kriz"i çıkartan kimlerdi?

Üretimden kaçan, korkan, para babaları.

İşte böyle.

Sistem ve sistemi yöneten "insanlar" öylesine acımasız ki, sıradan insanlar hayat karşısında şeyleşiyor. Yabancılaşma denilen belanın en kötü şekli de budur. İnsanın kendi yarattığı şeyler karşısında "şeyleşmesi."

Bu durumda yapacak hiçbir şey yok mu?

Olmaz olur mu? Var elbette.

İnsanın hayatın hemen her alanında saldırıya uğradığı bir çağda yaşıyoruz. Bu bunalım bence insanın estetik bilincini geliştirecek ve insanlık kültürün bütün biçimlerinde yeni sıçramalar yaşayacaktır.

Bütün bu "alçaklığın" ve "kötülüğün" karşısında onuruyla, sağduyusuyla karşı koyacak potansiyel yine insandadır.

Ben iyimserim, siz de iyimser olun lütfen!

Metin Güven
Onaltıkırkbeş, Aralık 2008, Sayı: 25

31 Mart 2020 Salı

filika çiçeği


aşk suçtur
utandığın kelimeler büyürken
susmayı öldürdüğün

topraktan göğe
filika çiçeğinin yükselen ağıtı
karaya kendini vuran
denizden bahşiş

kimsenin elinin değmediği
sularda ölüyor dalgalar
gemilerde adaların düşleri

üşür göğün balıkları
bir masanın
çok sandalyeli alçaklarıyla
intihar akşamları devrik kadehlerin
son demi

görülmemiş rüyadan uyan
dünya beni alacak
dünya alacak beni
alacak dünya
beni
alacak
senin almadığın yerden

Dilek Bilge, Dağları Yürüten Rüzgâr


28 Mart 2020 Cumartesi

avuçlarda pembeleşen zamanlara



deklanşör

a

“boşluklar, bir ölünün savaş alanını terk etmesi midir? “

sesim, rengi kaçan eşyalar gibi kalıyor ortada… ah şimdi!
bu sesimden güvercinler çıkaran bir sihirbaz olsa. sana,
insana karışmamış bir orman, sevişmeye hazır bir iskelet.
şeytan içimizden geçiyor, köleler düzgün bir türkçeyle ağlasa
ipince dağılıyor mürekkebin kokusu kâğıda. sen uğurlayan
ben bekleyenim bu öyküde. ikiye bölündü boynumdaki ağrı
kasıklarımıza kadar inelim. bunun ötesi sana emanetim.

“boşluklar; senin uzaklığın, benim dönüp geldiğim”

b

“düşünmek akıllıların, sevmek aşıkların dersi”

sözcükler bu aşkta o kadar etkili ki, hem giyotine uzanan baş
hem mührü kırılan kapıyım. çırpına çırpına çözüyorum
yüzüne yazılmış şifremi. melek resimleri geçiyor eski bir rüya
ya da sokaktan, yara bere içindeyiz. lirik bir gülüşü var teninin,
su geçirmez – su götürmez mi demeliydim yoksa-
sevgilim, bana akarken beni bulandırma.

“acılarımızı onarma sanatını öğreniyoruz biz bu aşkla ”

c

“hiçbir uzağına bu kadar yakın olmadın sen…”

penceremiz karanlık bir caddeye açılıyor. gökyüzü desen,
yere bakma telaşında. sevişelim hemen. uzat boynunu bana,
uzun bir roman gibi. iki bulutun öpüşmesinden anlıyorum
su yakarmış. bunu da öğretip tenimize geçmiş yazların
ıslığıyla uyanıyoruz. sabahın ağzında sarhoş şubat tadı.
perdeyi aralıyor sevgilim, uzaktan bir deklanşör sesi

“ bir bıçak kendi yarasıyla helalleşiyor şimdi” 

Ömer Turan, kedi güzü, syf.22

14 Mart 2020 Cumartesi

Bana Adını Sor


"Uzaktan her kadın insana hoş gelir. Her insan şunu bilir ki her gün beraber olmanın tadı başkadır, ayrılıp kavuşmanın tadı daha başka."

Montaigne, Denemeler, Syf.114
Çeviri: Korkut Ata

7 Mart 2020 Cumartesi

kendime yaklaşmaya direniyorum



yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum
seni paris’te kaybettim
yanlış bir yerde arıyorum
bozduğum her saat
içimi büsbütün daraltıyor
hiçbir mutluluğum kalmadı
ne bıraktıysan harcadım
inge bruckhart
resimlerine bakamıyorum

yanlış bir bulut çoğalıyor
akşamları yanılmış içlerime
ağzımda bozuk bir pil tadı
o korku değil artık bu yaşadığım
telefon zillerine dolaşarak
bak ne ben leipzig’deyim
ne de sen istanbul’da
ne depart kahvesi’nde çay içiyoruz
ne tiryaki köpek’te şarap
seni görmeden öleceğim
bir daha görmeden
inge bruckhart
zaten kaç yıldır yaşamıyorum

hep yanıldık mı kimbilir
inanmak geliyor içimden
o yanlış tren bindiğimiz midir?
azala azala unutulduğumuz
hani leipzig garı’nda biten
yine yanlış mı yaşıyoruz
karanlığımızı avuçlarımıza öksürerek
sen bir kadın ıssızlığına koşulmuş
yarıdan fazla mavi gözlü
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş

ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
yine marne üzerine kar yağıyor
geceleyin bembeyaz ıhlamur ağaçları
yanıldıkça lüzumsuzluğunu anlayıp
insan yaşadığından utanıyor
uykularımızda yalnızlık korkuları
dışımızda en küstah yanlışlıklar
içimizde en başka türlü ayıp

Attila İlhan, ben sana mecburum/yanlış yaşamak, Syf.54

17 Şubat 2020 Pazartesi

'doğmak uzun bir veda faslıdır...'



bir gün ölürüm ben
milad benim adımla başlar
alnımda at koşturur kanlı çocuklar
bilemem, nereye yağar
sokak ortasında bıraktığım yağmur
hangi hayatı savurur içimde büyüttüğüm fırtına
yüzümden bir kuş sürüsü havalanır
birden bir şarkıyı susar
         kitaplarımda altını çizdiğim yerler.


bir gün ölürüm ben
belki bir gece treninin camına düşer başım
dışarda bir telgraf teli çizip gider karanlığı
içerde yolcular uyuduğumu sanır
yalnızca bir kız düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü
yakama bir gözyaşı iliştirir.


bir gün ölürüm ben
belki yığılıp kalırım bir dostun kollarında
güz vurgunu bir çınar gibi dökülüp kalırım
her yaprağım kendi rüzgârından sorumlu tutulur
ta ki uzak bir kışlada toplanma borusu çalınır
tüfeğini yitirmiş bir asker suçluluğuyla giderim
derin, sessiz, ışıklı bir göl gibi
kendi kıyametimi beklerim.


bir gün ölürüm ben
belki bir ölüm tezgâhında terler içinde
o anda kar fırtınasına tutulmuştur dağ başında bir çiçek
hiç acı duymam, çiçeğin acısını duyduğum için
ama ölmekten korka korka ölürüm
yaşamayı sevdiğim için.


Salih Bolat
İlk Kar, Toplu Şiirler (1983-2014) Syf.40


14 Şubat 2020 Cuma

'pencereyi açtım, rüzgar yüzümü okşadı, sonra seni düşündüm'


"sevgilimsin, arasına bir kağıt koyup erteliyoruz aşkı
otobüslerde ve trenlerde kaçamak yaşanan
ve bedenlerimiz kana kana kanayamadan yan yana"

Ataol Behramoğlu



9 Şubat 2020 Pazar

'yalnız senin karlarında uyuyorum'


"sonra, aklımdan geçirdim seni usulca
depremler geçti içimden, çığlar
ve boynunun inceldiği yer,

susma, bana kendini öğret
(...)
susma, içimdeki yağmuru öp gözlerinden"

23 Ocak 2020 Perşembe

Güz Fotoğrafları


Bir yerlerde sürgit yapılan bir şeyler
Kımıldamaktadır
Bitenleri vardır, durur orda, olduğu yerde
Çekilmeyi bekler ya da resimlenmeyi
Öyle sanılır
Güzün bir yanında o çini soba
Kendini kaçıran mavileriyle
Öte yanı yağmur
Bitmiş ve fotoğrafı çekilmiş bir kuzineyse
Kış mutfağında
Hiç de sessizce durmuyordur
Çünkü açık pencereden girmiş
Girmeyle birlikte kendini
Duvardan duvara çarpan
Birçok dövme kuşu izliyordur
Kanatları gagaları kan revan

Bir de seni seviyorum fotoğrafı
Neden sen yoksun içinde unutmuşum bunu
Atmışsın kendini çerçeveden dışarı
Kurşun gibi ağıp göklerimize
Süssüz ve katkısız kendin olarak
Dönüyorsun
Yaşıyor böylece seni seviyorum fotoğrafı

Akşamlar serindi üşürdük, değil de
Öteki
Onun ardındaki
Kırığım ve yaşlıyım nasıl onarsam kendimi
Bir de saklanmak var kırılan yerlerden içeri
Yırtarım, görmesinler

Ne yapsam onmuyor ne yapsam
iyi çıkmıyor kendiminki

Gülten Akın/Ağıtlar ve Türküler