Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

19 Aralık 2021 Pazar

hayat eksilirken çoğalmak, işte hepsi bu...

Yılın sonuna doğru yaklaştıkça hüzünleniyorum. İş yerinde yeniden yapılanma sebebiyle kimi arkadaşlar aynı şehir içinde yeni atandıkları kurumlarda işe başlamak için aramızdan ayrılıyor, kimi arkadaşlarda nakil gitmeyi tercih ettikleri başka şehirlerdeki görev yerlerine bir an evvel gitmek arzusuyla yanıp tutuşuyorlar. 

"Hüzün ki en çok yakışandır bize/belki de en çok anladığımız." Elbette hüzünlenmemek elde değil çünkü yıllarca birlikte çalıştığınız mesai arkadaşlarınızdan bir çırpıda kopmak kolay değil. Uzatmayım... 03 Temmuz'da başlayan bu ayrılış/yeniden yapılanma süreci 03 Ocak 2022'de sona erecek. Biz sayıca az kalanlar ise muhtemelen önümüzdeki yıl aramıza katılacak yeni ekip arkadaşlarımızla yolumuza devam edeceğiz. "Hayat eksilirken çoğalmak, işte hepsi bu" demiştim yazdığım bir şiirde.

Tuhaf olan şu ki şimdiki işyerime ilk ayak bastığım günlerde kendimi Tatar Çölü'nün (Yazarı:Dino Buzati'dir) Drogo'su gibi hissederken ve bu ortamdan kaçıp kurtulmak için fırsat kollarken zamanla buraya, buranın kabullenmekte/uyum sağlamakta hala zorlandığım çalışma koşullarına alışmış olduğumu da yaşadığımız zorlu süreçte farkettim.

Alışmak dediysem yanlış anlaşılmasın. Ben, iş ahlâkını, yaptığım işe saygı duymayı önemseyen, gerektiğinde işlerin sorunsuz yürümesi uğruna yıllık izinlerini bile yakan, iş ortamında bu yaklaşımdan zerre kadar taviz vermeyen biriyim. Ne bileyim efendim, kaytarmak, yan gelip yatmak,  boş yere lak lak etmek, geyik muhabbetlerine girmek, falancanın makyajı şöyleymiş, kıyafeti rüküşmüş, filanca filancaya yürüyüp asılıyormuş dedikodularının peşine takılmak, işimi başkalarının sırtına sarmak, kendimi covid-19 temaslısı gibi yazdırıp işyerinden kaçmayı düşünmek bana göre değil. Evet, böyle işkolik biri gibi görünüyorum ancak asla bir "Bekçi Murtaza" da değilim. Çalışmayı, üretmeyi, sorun çözmeyi seviyorum. Yoruluyor muyum, evet, ama aslında bedensel değil, iş ahlakı zayıf insanlarla uğraşmanın benim zihnimi daha çok yorduğu kanısındayım.

Bazen kendi kendime "işkolik mi oluyorum ne" diye sorduğum oluyor. Mesela bugün günlerden Pazar'dı. Evde, dinlenmek yerine öğleden sonra işe gittim. Yarın için hazırlık yaptım. Cuma akşamından kalan ve dosyalanması gereken yüzlerce evrakı konusuna göre tek tek ayırıp ilgili klasörlere yerleştirdim. 10 gündür işe gelmeyen bir personelin iş aktinin feshedilmesi için gerekli prosedürü oluşturdum. Akşama doğru sulu kar yağmaya başladı. Aragon'u düşündüm. "Sana geldim" başlıklı şiirini ve "sana verdim belleğimi bir tutam saç gibi/artık yalnız senin karlarında uyuyorum" dizelerini.

İşimi bitirdikten sonra (aslında işyerinde işler hiçbir zaman bitmez, Behçet Necatigil'in dediği gibi "bitmeyen işler yüzünden/kalbimizi dolduran duygular kalbimizde kalmıştır) çalışma odamı kilitleyip çıktım. Ana kapıda yerinde olmayan güvenlik personelini görev yerinden ayrılmaması ve nöbetini çalışma talimatlarına uygun tutması için uyardım. Yeni işe aldığımız güvenlik personelinin oturduğu masadaki (dün bir bugün iki, iş disiplininden uzaklaşmayı ne çabuk öğrendiniz be kardeşim) kasetçalarda bangır bangır arabesk müzik çalıyordu, kapattırdım. (dedim ya iş ahlâkı, işe saygı önemlidir) Aracımı çalıştırıp işyerinden ayrıldım.

Yolda yeni evlenen ve iki oda bir salon evlerine taşınan bir arkadaşımın daveti aklıma geldi. Telefon açıp müsaitseler onlara gelmek istediğimi söyledim. "Yemekte balık var, buyur gel, yemekten sonra şarap içer, şiir okuruz" dediler. İçimde Modric'in "hediye almadan gitmeyelim efendimiz" sesini duyunca, hediyelik eşya satan mağazadan reprodüksiyon (Kal Gajoum) bir tablo aldım. "Bu tablo az oldu Modric" diye seslendim. "Az oldu değil mi?"

"Aklınızdan ne geçiyor efendimiz" diye sordu Modric. Aracı marketin önüne çektim. 5 litre zeytinyağı ve ev yapımı kırmızı Hasandede şarabı aldım. Bu pahalılıkta yeni evli bir çifte alınabilecek en iyi armağan zeytinyağı olsa gerektir diye düşünerek okuyacağım şiiri mırıldandım.

"Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı."

fy

Andrei Protsouk

 

Andrei Protsouk 1961'de Ukrayna'nın Donetsk kentinde doğmuştur. Andrei, genç yaştan itibaren resim yapmak için kendi kendini motive etmiştir. Ebeveynleri Alexander ve Anna, Protsouk’un 6 yaşındayken yaptığı bir kızılderili ve bir kovboyun kilden yapılmış heykelinden etkilendiğinde, onun doğuştan gelen yaratıcı yeteneğini fark etmişlerdir. Bu etkilenme ve keşfediş muhtemelen Amerika Birleşik Devletleri'ndeki gelecek yaşamının da erken bir habercisidir. Usta bir nakış ve hat sanatçısı olan annesi Anna ve profesyonel bir fotoğrafçı olan babası Alexander, Andrei'nin yeteneğini olağanüstü bir kalibre olarak kabul etmiş ve bu nedenle onu hayatının geri kalanında güzel sanatlarla uğraşmasına teşvik etmişlerdir.

Protsouk, 1981'de Lugansk Devlet Güzel Sanatlar Okulu'ndan ve 1989'da Rusya'nın St. Petersburg kentindeki Rusya Sanat Akademisi'nden "Kırmızı Diploma" ile mezun olmuştur.

Yaklaşık 7.000 farklı görüntü ürettiğine bakılırsa üretkenlik enerjisi yüksek bir sanatçıdır. 1994 yılında Sovyet sonrası Rusya'dan Pennsylvania'ya taşındığından beri, çalışmaları ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Japonya, İspanya, Almanya, Danimarka ve Rusya’da sergilenmiştir. Protsouk Danimarka'daki Coca-Cola, İngiltere'de Johnny Walker Expo Co gibi kurumsal firmaların, Francis Lang Art ve eski ABD Başkanı George W. Bush da dahil olmak üzere bir çok özel koleksiyoncuların takibindedir.

Temmuz 2007'de Andrei Protsouk, Art Business News tarafından "Bugünün En İyi Sanatçısı" olarak gösterildi. 2010 yılında Protsouk’un orijinal sanat eserlerinden bazılarının ABD'ye göç ettiğinden bu yana 4 kat değer kazandığı iddia edilmiştir.

Aşağıda çalışmalarından örnekler paylaştığım Protsouk halen ABD’de yaşamını ve çalışmalarını sürdürüyor.



















16 Aralık 2021 Perşembe

'armağan olarak geldim kapına'


XXXIX

Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir
Ben bir Divan şairi değilim ki sevgilim
Sana bercesteler düzeyim
Yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına
Tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim.
Ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının
Paramparça edilmiş şairiyim. Ne diyeyim!
Yine de içimde, çok eskiden kalma bir
Ya leyl… ya leyyyllllllllllllle.
Bir çöl gecesine ismini bırakayım.

XXXVIII

Bir dalda iki kiraz gibi
aşk ile öfke arasında
yanayana.
Dursun bu aşk. Aşk, mola!
Ey yaban!
ayaklanacağım
ayaklanacağım!

Dizlerimin bağını bağla.

XXXX

Sözde kalır sevgilim
Sözde kalır bütün sözler
Aşk çünkü, aşk çünkü kendine
Bir yol, bir ideoloji ister.

Bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
Sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
Bir tarihe başlayacaksın, orası işte
Benim tarihimle başlar.

Ve say, geriye doğru, tek tek
Sende kalsın şimdi al bu taşlar.

Birhan Keskin


12 Aralık 2021 Pazar

dünya uzun bir yanılsamadır...

 

"kaç zaman geçtiyse hep aynı vakte tanık yüzyılın sağırlığı
inandım ki tabiatın rahminde yazılıdır
günü geldiğinde gitmek içindir dünya
o caddeler o eski samimi evler o çocukluk hatıraları
top koşturduğumuz arsalardan ibaret ömrümüz
bırakmıyor yakamı
yokum diyorum evde değilim
ben artık o ben değilim büyüdüm ve çok üzüldüm
yokum diyorum sıkılıyorum diyorum ruhumda bir kıskaç
eziliyor içim bir taş ağırlığı karnım biçim biçim
yokum diyorum yokum
tutunabilseydim eğer bir tırabzana
bir merdiven boşluğu şarkısı kulağımda
bir su sûresi dinginliği sarmalayıverseydi
-su sûresi insana huzur verir
yani olabilseydi öyle bir sûre
içimizde sonsuz serinlik-
korkusuz dolaşabilirdik bir uçtan diğer uca acılarımızı."

Sema Enci


11 Aralık 2021 Cumartesi

gizli yüklem...

 

"anlatması güç birtanem, anlatması güç
kendini tüketen kalbin arka yüzünde
kabuk altı bir yarayı tazelerken ölüm
gönülde matem
evet… böyle yenilmek güç birtanem
düş’erken düş çevirmek güç"

fy

kusur

"inandım ki tabiatın rahminde yazılıdır
günü geldiğinde gitmek içindir dünya
üstelik atlarımız vuruldu ve maviydi
bir büyük ıssızlıktı büyük susmuştuk
dostun bilediği zehirle yaralı elimizde kan
oysa inanmak en beklemiş kusurudur ömrümüzün
-ve de ne güzeldir-
bir aşktan geriye kalan."

Sema Enci


5 Aralık 2021 Pazar

BİR YÜZÜN TARİHİ-I



Biz seninle aynı tarihi paylaşıyoruz. Aynı güneşleri
Aynı rüzgârları. Aynı bağbozumlarını geçiyoruz.

Yalnızlığını, yalnız bir suyun
Bir okulun bahçesinde oynayan çocukların seslerini.

Ağışını, gelgitlerini, birdenbireliğini bir sabahın,
Bitimsizliğini ve sonluluğunu bir gülün.

Aynı yağmur, aynı sel, yel aşiretlerini
Aynılığını ve yok edilmezliğini bir şafağın.

İlhan Berk, Toplu Şiirler, Sayfa : 613


21 Kasım 2021 Pazar

Doğadan yoksun şiir insanın da yoksunluğudur


2010 yılında kaybettiğimiz Metin Güven, kendi yayımladığı Onaltıkırkbeş Dergisinin 39.sayısında  “Önce İnsan, Sonra Lahana!” başlığını verdiği yazıya şöyle başlar: Ve Edip Cansever “Şiiri Şiirle Ölçmek” isimli kitabında soruyor: “Şiirimizde doğa var mıdır, yok mudur?” Bu sorunun yanıtlarını aramadan önce ‘soru’nun ne kadar doğru olduğunu bir araştıralım isterseniz.  Önce küçük bir soru: Doğa nedir ve biz doğadan ne anlamalıyız? Doğa, birçok insanın sandığı ve söylediği gibi su kenarları, ormanlık yerler, dağlar ve bütün türleriyle hayvanlar mıdır? Yoksa insanı da içinde barındıran bir gerçeklik mi? Ve başka bir soru: “İnsan doğanın bir parçası mıdır, yoksa doğanın asli unsuru mu? Doğa bana göre, hayatın, doğal diyalektiğine uygun gelişme dinamikleri olan ve içinde insanı da barındıran bir bütünlüktür. Bu anlamda insan, doğanın bir parçası değildir, doğanın asli unsurudur. Ve insan-doğa ilişkisi, sürekli değişim ve etkileşim zinciri içerisinde yürür, yürümelidir. Ama bu “süreç”  çoğu zaman insanın zararına bir sonuç doğurabilir. Rant peşinde koşan insanoğlu  (ve kızı) doğayı hırpalar ve kendisi de sarsılır, parçalanır bu arada. 

Bu kısa yazının konusu “Doğanın Diyalektiği”  ve ona engel olan insan gücü değil elbette. Benim meselem, şairin içindeki doğa ve doğanın içindeki şair!” İnsan, bütün tezahürleriyle doğa içindeki en “akıllı” ve belki de en “vahşi” öğe olduğu için, egemendir, “asli unsurdur.” Şair dediğimiz insan bir yanıyla “zavallı”dır ama diğer yanıyla da “canavar”dır.  Ve bu yüzdendir ki; insan-doğa boğuşmasında insanı “masum” görmek ve göstermek bana pek doğru görünmüyor. Tam da burada şairin doğaya bakışında etken olan şeyleri sıralamak gerekiyor. İçinde bulunduğu çağın şiir ve doğa anlayışı, şairin sahip olduğu ideoloji. Bu iki faktör şairin şiirindeki temel ekseni oluşturur zira. Bu iki faktörü doğru kavrarsak, tek tek şairlerle uğraşmaktan da kurtuluruz. Şair-doğa ilişkisine böyle bir noktadan baktığımızda, sözün ve şiirin doğayla ve tarihle ilişkisine de doğru bakarız.”

Yukarıdaki alıntılardan şuraya gelmek istiyorum. Şair şiirini sahip olduğu ideolojiye göre mi yoksa çağın şiir ve doğa anlayışına göre mi kuracaktır? Doğru olan hangisidir? Hiç kuşku yok ki tek bir alan ya da ideoloji üzerine angaje olarak yazan şairler olduğu kadar seçtikleri temayı doğrudan doğruya hayattan, kendi deneyimlerinden, düşünsel birikiminden, tarihten, felsefeden, doğa ve çevreden almayı tercih edenler olabilir ama Goethe’nin edebiyatta konu seçimi hakkında dostu Eckermann’a söylediği “salt edebi konu siyasal konudan çok önde gelir, aynı saf sonsuz tabiat hakikatinin parti görüşünden önde olduğu gibi” cümlesi doğruyu ararken bize yön gösterici bir işaret fişeği gibi karşımızda durmaktadır.

Evet, tabiat hakikattir ancak günümüzde de “insanları bilimsel olarak ortaya konan matematiksel şablonlar ve tablolar, rakamlar ve istatiksel veriler pek etkilememektedir. İnsan bilincine asıl ulaşan hikâyelerdir.” Şiirin hikâyesi ise şiirin tarihidir. Yani etkilenmelerdir, insanlığın ve şiirin gelişimi içerisinde ortaya çıkan geçişlerdir. Başka nedir? Ülkeler arasındaki kültür farkıdır. Şiiri yaratan insanların yani şairlerin hayatı yaşarken ve yorumlarken kullana geldikleri “yorum farkıdır.” Şairin özel yaşamıdır. Şairin genetik özellikleridir, vb. şeylerdir.”

Peki, o halde şiirin hikâyesine “doğa ve çevre” nasıl ve ne zaman dâhil olmuştur? Bu sorunun yanıtı için şiirin tarihinde geriye gidelim ve konuyu irdelemeye Recaizade Mahmut Ekrem ile başlayalım. Recaizade Mahmut Ekrem Tanzimat şiirinde tabiata dikkat çeken isimlerden biridir. Recaizade’ye göre edebiyat ve özellikle şiir, güzel sanatların bir kolu olduğuna göre şair sanatı yaratacak ilham perisini tabiatta aramaya yönelmelidir. Recaizade’nin Nağme-i Seher ve Zemzemelerinde tabiat karşısında hayranlıkla yazdığı şiirleri yer alır. Özellikle yeni tarzda kaleme aldığı “Çoban”, “Çiçek” gibi şiirlerinde tabiatı acemi bir sanatçı gibi seyreden şair, III. Zemzeme’deki “Bu da Bir Şi‟r-i Muhzin-i Diger”, “Hilal-i Seher”, “Nevbahar” gibi şiirlerinde, zengin bir tabiat tablosu çizmeye çalışır. Tabiatı sonsuz bir kaynak olarak algılayan Recaizade, Takdir-i Elhân’da, “Zerrâttan şümûsa kadar her güzel şey şiirdir” der. Ona göre tabiat, sanatkârın en büyük öğreticisidir. Bu bakımdan Takdir-i Elhân’da, “Hepimiz tabiatın acemi birer şâkirdiyiz” demiştir. Orhan Okay, tabiatın gerçek anlamda ilk defa Ekrem’in şiirleriyle edebiyatımıza girdiğini söyler.

Tanzimat dönemi Türk şiirinde Batı şiirinin de etkisiyle yeni bir tabiat algısı ortaya çıkmış ve özellikle şiirin muhtevasında değişimler yaşanmıştır. Bu dönem şiirinde tabiat daha dinamik bir hâl alırken Abdülhak Hâmid Tarhan, duygu ve hayâl bakımından klasik şiirden uzaklaşarak  Türk şiirinde tabiata yeni bir bakış açısı getirir. Hâmid, ilk eseri ‘Belde’de tabiatı sathî  boyutu ile ele alırken, ‘Sahra’ ile onu keşfetmiş, ‘Bunlar Odur’da ise bu keşif hayranlığa dönüşmüştür. Bir başka ifade ile Hâmid’in tabiat karşısındaki tavır değişiklileri, onu tanıyıp farklı boyutları ile idrak edebildiği bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. O, Sahra şiir kitabı ile yeni Türk edebiyatında pastoral şiirin ilk örneklerini verir.

Servet-i Fünun şiirinin en önemli şairlerinden Tevfik Fikret sadece edebiyat alanında değil, mûsikî ve resim ile de meşgul olmuştur. Tabiatı önemli bir kaynak olarak gören Fikret, resim ve fotoğraf altına şiir yazma geleneğinin başarılı örneklerini vermiştir. Fikret’in tabiata geniş yer verdiği şiirlerinden bazılarını şöyle belirtmek mümkündür: Beyaz Yelken, Bir Levha, Âşiyâne-i Lal, Bir Tablo, Salıncakta, Yağmur, Baharda, Yeşil Yurt, Mâ’î Deniz, Âveng-i Şühûr, Bir Ân-ı Huzûr, Berf-i Zerrin, Perî-i Hazan vb. “Mai Deniz” Fikret’in en güzel tabiat şiirlerinden olup şair burada tabiatı seyretmekle beraber,  onun muhayyilesinde deniz farklı bir varlık haline gelir: “Sâf ü râkit... Hani akşamki tegayyür heyecân? Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân, Bir çocuk rûhu kadar şimdi münevver, lekesiz, Uyuyor mâî deniz.”

Tevfik Fikret’in tabiat konulu şiirlerinde yer yer melankolik bir yapı gösterir. “Hazan Yaprakları” ve “Evrâk-ı Siyâh”ı buna örnek vermek mümkündür. Şairin tabiat konulu diğer şiirlerini şöyle sıralayabiliriz:  “Krizantem”, “Akşam”, “Ufk-ı Hilâl”. Ayrıca Fikret, François Coppeé’nin Les Mois (Aylar) adlı şiirinden esinlenerek kaleme aldığı Âveng-i Şühûr’da, mart ayından başlayarak yılın on iki ayını tasvir ederken tabiata dair unsurlara da geniş yer verirken tabiatı âdeta renklendiren bir şiir tarzını Türk edebiyatına kazandırmak istemiştir.

Servet-i Fünun şiirinin bir diğer önemli ismi Cenap Şahabettin’in şiirlerinde de geniş bir tabiat vardır. O, birçok şiirinde psikolojik yapısını ifade etmek için tabiattan yararlanır. Cenap, tabiat ile insan ruhu arasında bir bağ kurmaya çalışır. O, insan ile kâinat arasında bir "ruh-i kâinat” olduğunu düşünür. “Tabiat Karşısında Şâir” adlı yazısında Türk edebiyatında tabiata gereken önemin verilmediğini, tabiata önemin modern edebiyat ile özellikle de Edebiyat-ı Cedide tarafından verildiğini ifade eder.

Cenap Şahabettin’in tabiat izleğini ağırlıkta işlediği birçok şiiri arasında “Elhan-ı Şitâ” diğerlerinden bir adım öne çıkar. Çünkü “Elhan-ı Şitâ”, Cenap Şahabettin’in en tanınmış şiirlerinin başında gelmekte olup şairin olduğu kadar Servet-i Fünûn’un da şiir anlayışını geniş ölçüde yansıtır. Servet-i Fünûn şairleri renk, musiki, resim ve harekete önem vererek, daha çok tabiatın dış görünüşünü ele almışlardır. Şair, Elhan-ı Şitâ’da tabiat unsurlarına insana ait özellikler vererek tabiat insan ruhu arasında yakınlık kurar ve kış mevsiminde kar yağışını müzikal bir şekilde anlatır. Onda kış mevsiminin soğuğundan, fırtınalarına, kar yağışının hayatı olumsuz etkileyişine dair bir işaret yoktur. Şair bir sabah tablosunu resmeder gibi bir kış tablosu çizmiştir.

Fecr-i Ati’nin önemli ismi Ahmet Haşim’in şiirlerinde de tabiat görsel bir değere evrilmiş, onun şiirlerinin tablo gibi değerlendirilmesine sebep olmuştur. Göl Kuşları ve Göl Saatleri isimli şiir kitaplarında tek bir ânı veya tek bir kuşu tasvir etmiştir. Göl Kuşları kitabında yer alan “Siyah Kuşlar” şiiri âdeta bir tabiat tablosu gibidir. Şiirin böyle değerlendirilmesinin en önemli sebebi tasvir edilen kuşların hareketsiz durmalarıdır. Şair kuşları, kesik bir başa benzeyen, batmakta olan güneşi yiyerek ve güneşin ruhuyla beslenen canlılar olarak betimlemiştir.

Türk Modern şiirinin en önemli isimlerinden Nazım Hikmet’in “Dünyayı Verelim Çocuklara” başlıklı şiirinde dünya ve onun parçası olan elma, ekmek ve ağaç insanlar tarafından alınıp verilecek birer nesne olarak görülmekte ve dünya alınıp verilen bir nesne olmanın dışında “öğrenen” rolüne indirgenerek insanın dışında bir olgu ya da onun bir malzemesi olarak algılanmaktadır.

“Güneşi İçenlerin Türküsü” başlıklı şiirinde Nazım Hikmet, duygu dolu ve belki de sembolik bir anlatımla insan ve güneşten birer düşmanmışçasına bahsetmekte ve insanlara doğa güçleriyle savaşan  birer kahramanlarmış gibi hücum etmeyi önermektedir. “Akın var/ Güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz/ Güneşin zaptı yakın!”

Ahmet Hamdi Tanpınar şiirlerinde ise güzel yalnızca hoş olan değildir, aynı zamanda; hayaldir, gizemdir, sonsuzluktur, gecedir. Bu göz ile bakıldığında okuyucu; çevresinde, özellikle doğada var olan nesneleri, elbise giymiş birer somut göstergeli güzellik olarak algılar. Çünkü doğa, şairin gözünde öylesine güzeldir ki, artık çevresinde güzellik adına ne varsa hepsi onun için doğaya benzer. Nitekim bazı şiirlerinde bu iki kavram, doğa ve güzellik birbirinin yerine geçecek kadar özdeşleşir. Tanpınar her şeye tabiatın gözüyle baktığı için, söz konusu dünyayı kendi dünyasında bireysel ve sosyal yaşamla öylesine örtüştürür ki, tabiatın güzellikleri ile sosyal yaşamı biçimlendirir, sosyal yaşamın çirkinlikleriyle de doğayı tanımlar. “Hatırlama” isimli şiirinde doğadan insana, daha doğrusu, kadının güzelliğine geçer. Burada da kadının güzelliği doğanın güzelliğine, doğanın güzelliği de kadının güzelliğine dönüşmektedir. Bu güzellikle şair, sevgilisinin kendinde uyandırdığı duyguları anlatmaktadır. Ama kendisinde uyanan güzellik ne olursa olsun, o tabiattaki güzelliğin bir benzeridir.

Orhan Veli’nin bir bahar gününü tasvir ettiği “İstanbul’u Dinliyorum” başlıklı şiirinde insan, İstanbul’da ya doğal ve insan yapısı olan bütün çevreyle bütünleşmekte olan varlık olarak betimlenmiş ya da bütünü dinleyen bir parça olarak çevresinden soyutlanarak bir gözlemciye ya da kayıt cihazına indirgenmiştir.

Bedri Rahmi Eyüboğlu tabiata bir çocuk ruhu ile bakan yeni resmin izinde olan bir ressamdır. Şiirlerinde de bu yolda ilerler. Onun şiirlerinde tabiatın bir parçası olan insan bütün hâlleri ile yer alır. Şiirinde yabancılık hissi uyandıran hiçbir kullanım yer almaz. İmgesiz yalın bir anlatımla şair, okuyucusunu aynı hissin içine sokar.

Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece” isimli şiirinin “O Zaman Av Bitti” bölümünde yer alan dizelerinde de “geyik”, “av” motifiyle ilişkilendirilerek, bir “doğa” simgesi olarak kullanılır. “O Zaman Av Bitti”de “geyik” doğaya ilişkin bir imge, bir doğa simgesi olduğu ortaya çıkar. Anlatıcı açısından, geyiğin avı, simgesel olarak “son av”dır; avcı-toplayıcı toplumun sonu, tarım toplumunun başlangıcı, ataerkilliğin sonu, anaerkilliğin başlangıcı, yabanlığın sonu, uygarlığın başlangıcıdır. Sonuç olarak, Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda geyik, kadını ve doğayı simgeler. Şairin arzu ettiği, “Göğe Bakma Durağı”nda olduğu gibi şehirden, insanlardan kaçmak, “Geyikli Gece”ye, yani kadına ve tabiata ulaşmaktır. Dolayısıyla “yaşamın kaynağı doğa ve kadındır” düşüncesinin iletilmesi eserde işlevsel bir önem taşımaktadır.

Sezai Karakoç’un ise başta “Av Edebiyatı” şiiri olmak üzere tabiatın tahrip edilmemesi, hayvanların katledilmemesi merkezinde kaleme aldığı şiirleri vardır. Sezai Karakoç’un şiir ve düşünce yazılarında tabiata bakış açısını oluşturan temel öge, İslamî duyuştur. Karakoç’un kimi şiirlerinde tabiat ile birlikte hayvanların katli de düzenin bozulmasına yol açtığı için tabiatı tahrip eden başta avcılara, genel anlamda ise “insanlara” öğütler verilir. Karakoç’un “Av Edebiyatı” şiiri avcı, hayvan ve doğadan müteşekkil üçlü bir ağ üzerine inşa edilmiştir. “Ben avcı olamam gül koparamam” diyen Karakoç için tabiat Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve sevgiliyi anlatmak için bir araçtır.

“Köpük” şiirinde ise, sevgilinin yanı sıra Yasin suresi ile tabiat arasında bağ kuran Karakoç, “Kar Anıtı” şiirinde karı izlerken, “karın sağladığı o beyaz kent”te bir taraftan karın şehri ve tabiatı temizlemesi ile “az rastlanır bir mutluluk” duyar diğer taraftan dağa, ağaçlara ve aya bakıp Hz. Musa’yı ve Hz. Muhammet’in mucizelerini hatırlar. “Kış Anıtı” ve “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirlerinde ise tabiat, diriliş erlerinin yardımına koşan bir nevi ilham kaynağıdır.

Gülten Akın’a göre şiir bir başkaldırı ve dönüştürme aracıdır. Dünyayı yeniden kuran, düzenleyen bir türdür. Şiirin ana malzemesi hayattır, dünyadır ve şiir hayattan aldığı malzemelerle tekrar yeni bir hayat, yeni bir düzen kurar.  İlk şiir kitabı Rüzgâr Saati’nde bulunan “Havada Bir Hoş Aydınlık” adlı şiirinde, dış tabiatta baharla birlikte bir tazelenmenin,  insan tabiatında ise buna paralel olarak bir yaşama sevincinin belirdiğini ifade eder. Ancak, hayatı umut ve yaşama sevinciyle algılayan insanın, şehre gitmekle, hem bunları hem de kendisini unutturduğunu şöyle dile getirir: “Yürekte bir yavru serçe/ Çırpına çırpına yorulur/ Çay denize gitti gider/ Yaban şehirlere giden unutulur.” Şiirde, duygu dünyası, tabiata ait “serçe”, “çay” ve “deniz” gibi kavramlarla ilinti kurularak açıklanmaya çalışılır. Çırpınan ve yorulan “yavru serçe”, anlatıcının umudunu ve özgürlüğünü işaret etmekte, “deniz”e akan “çay” ise, özgürlüğe kavuşmayı sezdirmektedir. Şiirlerini kadın duyarlılığı ile yazan Akın’da doğa, çevre ve insan ilişkisinin izleri “Beni Sorarsan” isimli şiirinde de görülür. Bu şiirin ilk mısrasından itibaren yoğun bir yalnızlıkla karşı karşıya kalırız. Kışla beraber kendi içine çekilen doğa gibi şair de yalnızdır: “Beni sorarsan, Kış işte.”

Metin Güven’in 2008 yılında yayımladığı “Kedi Uykuları” isimli kitabı için de insan, hayvan, doğa ve çevrenin bireşimidir diyebiliriz. Güven’in  “Kedi Uykuları”nda yakaladığı üslup sanki hayata ve doğaya tutulan şiirsel ayna gibidir. “Bahçe”. “Arkabahçe”, “Hevenk”, ”Köy”, “Yaz”, “Kırmızı Değirmen”, “Sardunya, Yaseminler Ve Yönelişler Arasında” başlıklı şiirleri sağlam bir dünya görüşü, hümanizm tuzağına düşmeden varılmış ve yakalanmış doğa ve insan sevgisiyle vefalı davranmayı önemseyen bir şairin dünyadaki varoluşunun verimiyle yazılmış şiirlerdir.

Türk şiirinde yukarıda verilen örneklerin dışında doğa, çevre motiflerinin hâkim olduğu pek çok eser bulunabilir fakat bu eserlerin düzenli bir biçemle çağımızın ekolojik sorunlarıyla ilgilendiği söylenemez. Ekopoetika ya da ekoşiir Türk şiiri için yeni kavramlardır. Batı’da yirminci yüzyılın sonlarına doğru varlığı kabul edilen çevre sorunlarına karşı edebiyatın bir tepkisi olarak yazılıp çizilen, tartışılmaya başlanan ekoeleştirinin, ekoşiirin Türk edebiyatında da yer bulması, üzerinde düşünülüp tartışılması kayda değer bir gelişme olarak değerlendirilmelidir.

Yazınsal kuramların ilgisini insan dışındaki çevreyi ve canlıları incelemeye yönlendiren ekoeleştiri, yazınsal metinlerde şimdiye kadar yerleşmiş geleneksel doğa kavramını yıkarak bilimsel bir çevre görüşünün kabul edilmesini sağlamıştır. Ekolojinin vazgeçilmez öğesi olan doğadaki her bir parçanın birbirine bağımlılığı ilkesinden yola çıkarak insan merkezli düşünce sistemini köklerinden sarsmıştır. Bunun yerine eşitlik ilkesine dayanan ve insanı milyonlarca diğer türden yalnızca biri olarak gören bir dünya görüşünü ortaya atmıştır. Kısacası, toplumsal ve kişisel bazda radikal değişiklikler öngören ekoeleştirel kuram, insan düşüncelerini şekillendirip, yönlendirme gücüne sahip olan edebiyata çevre bilincinin yerleştirilmesi konusunda çok önemli roller yükleyerek, doğayla dost yeni bir dünya görüşü için çalışır.

Son yıllarda Elif Sofya, Anita Sezgener, Naze Nejla Yerlikaya, Güven Turan, Nazmi Ağıl, Süreyya Berfe, Gürgenç Korkmazel, Turgay Fișekçi ve Hüseyin Kıran gibi pek çok şair farklı ekolojik sorunlara değinmekle yetinmeyip aynı zamanda dil ve ekoloji arasındaki ilişkiyi irdelemekte ve deneysel anlatım teknikleri keşfetmektedir. Örneğin, Nazmi Ağıl’ın insan-hayvan karşılaşmalarına esprili bir dille değindiği Kokarca Aramak (2005) başlıklı kitabından tutun da Elif Sofya’nın Dik Âlâ (2014) başlıklı kitabına kadar pek çok eser Türkiye’de yeni bir ekoşiir tartışmasının doğduğunu göstermektedir. Nitekim 2015’te yayınlanan Cinayşe adlı feminist kültür-sanat dergisinin on dördüncü sayısının “Ekolojik Şiir” konusuna ayrılması ve bu sayıda pek çok Türk ve yabancı şair ve eleştirmene yer verilmesi de bu alanın yükselişte olduğunun kanıtıdır.

fy

Kaynaklar:
1-Metin Güven, Önce İnsan Sonra Lahana, Onaltıkırkbeş, 2010, Sayı: 39
2-Serpil Oppermann, Ekoeleştiri, 2009
3-Önder Adalı, Şiirin Hikâyesi, Onaltıkırkbeş, 2009, Sayı:30
4-Mustafa KARABULUT, Cenap Şahabettin’in Şiirlerinde Tabiat İnsan Ruhu İlişkisi, International Journal of
    Languages’ Education and Teaching, 2015
5-Mehmet Emin Uludağ, Ahmet Hamdi Tanpınar Şiirlerinde Güzel Kavramı Üzerine Bir İnceleme, Dicle
    Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 2014, Sayı: 22
6-Sıla Ozan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Şiirlerinde Görsellik, Yüksek Lisans Tezi, 2011
7-Zübeyde Şenderin, Turgut Uyar’ın Şiirinde Kent Yaşamı Ve Birey, İletişim Kuram Ve Araştırma Dergisi,
    2016, Sayı: 43
8-Filiz Furtuna, Sezai Karakoç Şiirlerinde Tabiat Ve Kültür Unsurları, KMÜ Sosyal ve Ekonomı̇k Araştırmalar
    Dergı̇si, 2014, Sayı: 16 (Özel Sayı II)
9-Dilek Bulut, Çevre Ve Edebiyat: Yeni Bir Yazın Kuramı Olarak Ekoeleştiri, Littera, 2005, Sayı: 17
10- Arda Arıkan, Edebi Metinlerin Çözümlenmesi Ve Ekoeleştiri, MJH Akdeniz.edu.tr, 2011
11-Yrd.Dç.Dr.Meliz Ergin, Yrd.Dç.Dr. Özen Nergis Dolcerecca, Edebiyatta Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir
      Ve Elif Sofya, Sefad, 2016, Sayı: 36

7 Kasım 2021 Pazar

kim?

 


"Sevgilim!
bir afyon gibi yüzüme vurdukça nefesin
kim haklı, kim haksız, kim ölüm
gibi bir duygu var"

Tuğrul Tanyol, Toplu Şiirler, Sayfa: 142

7 Ekim 2021 Perşembe

ikinci eşik...



-öğrendik; içimizin bozkırında diz dize, safran büyütmeyi-

babilin irem bahçesinde yaşamak varken
kalbiniz yaralı bir ankânın izinde
arpalık çölünde unutulmuş sarnıcın dilini
borgesi, kum kitabını okur gibi çözdünüz

aradığınız ankâ gözlerimin bebeğindeydi
gördünüz
ve siz, ten mülkünüze bayram çiçekleri nakşetmeyi
en çok o yeşil aynada sevdiniz

uzak/uzak mıydık? uzak/yakın mı?

şefkati zarife kuştan, inceliği kelebeğin ömründen
sizi dicleden, fırattan
dersaadetten
sizi cemre gibi içime almış ve saklamıştım
som dağların güze yanık eşiğinden

birinci eşik kelâmınız, ikinci eşik sesiniz
üçüncü cemre tenimdeki dağ yeli nefesiniz

siz bu üçlemeye aşkın pi sayısı dersiniz
biz nâr-ı muamma
şu yalan dünyada kapanmayan tek yaradır ki
o gülrûdur sevgilim bizim gizli öznemiz

fy

26 Eylül 2021 Pazar

birinci eşik...


"herkes kalbinin sınır taşını bilir
tanrıdan armağandır sevgilim
avuçlarında yedirenk geçilen eşikler"

fy


 

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Adrese Teslim Şarkılar


"Büküldü gökyüzü, ayna oldu zaman/Ben o gün ilk defa şeffaf bir şey gördüm."

 

9 Mayıs 2021 Pazar

hatırlamayı unutmak


ali şiir yazıyor mu sevgilim
ali de ayşe gibi
salondaki peteği kapatıp
kendi çapında şiir karalıyor mu

ilaç alıp bunu düşünüyorum
her şey ben tam uyumak üzereyken olmuş gibi
net hatırlamıyorum ama kesin biliyorum
seni sevmek bir suya götürdü beni
bir suya gittim
dönemiyorum

insan bazen dönemiyor sevgilim
her sabah dilinin altına bir sözcük daha bırakıp dönemiyor
ben bir ilk
tam uyumak üzereyken nerelerden
ben bir ilk
uyanır uyanmaz nerelerden

dönemedim

bir dağın belindeki ağaçları hınçla sallamak diye bir ilaç
ambulanstan yol istemek adlı bir atak
ve bir ay kadar koşmak bana iyi geldi

bana iyi geldi ne demek
sabahları bana içimdeki deşik
etimdeki işaret
sabahları bana son anda ölmemiş olmanın öfkesi
sabahları bana sert sessiz harfler

sabahları içimin en güzel yeri

senden bana dökülen incilerim sevgilim

dökülüyor
kaşıma sabahları içimi

dünyada çok önemli şeyler oldu
ama ben de sizin eve baktım
bir tayın bir taya baktığı
bir tayın bir taya uzun uzun baktığı
bir tayın bir tayı bıraktığı gibi
dünyada çok önemli şeyler oldu

atlar yalnız kalmamak için bu kadar koşarlar diyen o at
yalnızlar koşarken de yalnızdır diyen o at
yalnızlar öperken de yalnız
ben sana sımsıkı sarılırken de
o at buramdaydı

bu ses nereden geliyor dediğim o gün
göğsümdeki at kardeşlerim
göğsümdeki at yere uzandı

dünyada çok önemli şeyler oldu
hem ölmedim yüzükoyun
hem alnımda yeryüzü

ölürüm dediğim yerde ev yaptım

hatırlamayı unutma sevgilim
kırılmasın diye yükseklere bıraktığın o şeyleri
hatırlamayı unutma

dağların belindeki ağaçlardan çıkardığım hışırtıyı
bu ses nereden geliyor dediğin zamanı
o sesin sadece sana gelmesindeki rüzgârı
unutma

bazı sesleri sadece atların duyduğunu
ve bu yüzden yalnız olduklarını atların
yalnızlıktan koştuklarını

görmek ve duymakla düştüğün ovayı
yediğin kırbacı
edindiğin vebayı unutma
insan bazen unutup ölemiyor

dünyanın sonunu görüp
unutup
ölemiyor

nefis bir hevesle
başka neresine gider
başka nereme gidebilirim ki deyip
göğsümdeki kazı alanına gittiğim o gün
yerdeydi her şey
yerdeydi herkes
üzerini örtüp sen uyu dedim
sen uyu

ben bu yerde biraz daha bağdaş kurup

sen uyu

ben biraz artık hiç uyumayacağım

ancak yükseklerde unutabilirim diyerek çıktığım ağaçlar
yerleştiğim ilaçlar
indiğim ovalar
seni bir ormanda bulup
bütün yokuşlardan sonra
dümdüz bir yerde kaybetmiş olmak da marifet sevgilim

şimdi uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında
bana ne iyi gelir
bana ne iyi gelir
uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında

sevgilim
yatağın kırışmamış düzlüğü
yastığın olmayan çukuru
her şey neden bu kadar pırıl
her şey neden bu kadar aklımda
göğsündeki çöl
sırtımdaki vaha
reçinenin ağaca yapıştığı gibi
hiddetle yapışıyordun bana

senden sonra
dünyada çok önemli şeyler oldu
uçtum

birine bakmıştım deyip içine girdiğim yüzlerden
biri yokmuş içinizde diyerek çıktım
biri yokmuş her sabah
biri yokmuş her masa
biri yokmuş her çarşı

çalışmayan bir aleti kapatıp açmak gibi
beni de her gece kapatıp kapatıp
her sabah açan yeryüzü
sanki dünyaya gelmedim de
olmayan bir yerde
olmayan birine bakıp bakıp çıktım ben

düşersem kendim düşerim diye
hem güzel uçtum
hem muazzam düştüm

sağ
salim
sensiz ve ayaküstü

artık insan bana iyi gelmiyor
artık insan bize iyi gelmiyor diyerek
beraber havalandığımız göğü
tek başına ve hiçbir yere değmeden düşmek
düşmek nefisti sevgilim

yere ilk indiğimde
bir ağacı sallar gibi salladılar beni
yere ilk indiğimde
şimdi ben neyin yanındayım dedim
ne benim yanımda

boğazımdaki yumruyu
boğazımdaki yumruyu
göğüs kafesimi
eklem yerlerimi
seni ve bunu yerde anlatmamı benden bekleme

“düşen şeylerin gürültüsü”nü
konusu olmayan bir mutsuzluğu
anlatmamı benden bekleme

insanı çok aşağıya yapmışlar sevgilim

insanı çok aşağıya

içine çok yeryüzü
içine çok dünya

biliyorsun
yükseldiğimiz gökte
bu da olsa yer yarılır
bu da olsa dünya durur dediğimiz her şey oldu
dünya durmadı

biliyorsun
bir kere saçlarını çok
bir kere sımsıkı
bir kere tutam tutam
üç yıl arkaya doğru tarayıp
üç yıl bir muska gibi yanımda sakladım

biliyorsun
senin saçlarınla başlayıp
nasıl oluyorsa
benimle devam etmiş
insan sevmeyen
insan sevmeyen ama kırlara katkı sunan bir yüzün kapkaranlık bir ormanın vardı

ormanımız

düşsem ölürüm
düşsek ölürüz dediğimiz o ormanda
sana edilmiş bir yemin gibi
başında beklemediğim cümle
dalını budamadığım ağaç
eğilmediğim yüz kalmadı

sevgilim
bir şey var
artık kuramadığım kurmalı bir saat
başımda çın çın öten bir demir
dönemediğim bir yer
fırlatmak için bir odaya koyup
her gece salladığım bir cümle
durup dururken başına geldiğim
başıma gelen bir heves
bir serinlik
gittikçe kalbimi gagalayan bir kuş

sevdiği şeye dokunmadan etrafını döndüğüm
içimde sessizce büyüyen bir yer
düşmek değil
çakılmak isteği

beni artık çağırma sevgilim
kırınla
ovanla
etinle
saçınla
beni artık çağırma
başından beri içimde birbirine bakan
birbirine değmemiş iki tay var
ben bir yere batayım
bir yer bana batsın arzusu
ben bir yere çarpayım
bir yer bana çarpsın hevesi

beni delinme
beni parçalanma isteği
beni taylarını saldığı gün cam yiyen bir at
beni kardeşlerini çiğneyen genlerim
beni tam ortasında kaldığım dünya
beni Allah
günde beş defa
olmamışım diye geri çağırıyor

sen beni çağırma

yeryüzünde bazı konular yok
bazıları da hiç kapanmıyor diye
seni ateş ve suyla değil
toz ve demirle değil
künçle
hınçla
utançla icat ettim

başkasın sen
başkadır ağzın
başka bir ağaca benziyorsun
yüzünde başka bir orman var diye diye
seni ben
hem ormanına girip
hem hiçbir dalına değmeyerek
dokunmayarak hiçbir ağacına
içimi taşlara
sırtımı duvarlara süre süre

seni ben
gövdemse tir tir titreyen bir kuş
ters dönmüş bir kaplumbağa
seni ben
durup dururken değil
içinde sıkıldığım bir yeryüzü
içimde sıkılan bir yeryüzü var
diye diye icat ettim sevgilim

ben
hevesim kursağımda burada
buralarda

sen
mucidini öldüren her icat gibi
ne işe yaradığını bilmeyen bir alet gibi
orada oralarda

herkes durmuş birbirine bakıyor
herkes durmuş birbirine neden bakıyor
sürekli beni aşağıdan çağıran biri
bir hırıltı olarak iniyorum çarşılara
çarşılar renkli
çarşılar
dağılmışım
beni yanlış toplamışlar gibi

sevgilim
artık başım tam gövdemin üstünde değil
rüzgâr alan yerlerim
su geçiren yerlerim
karın boşluğumda tayını salan atın sesi
kulaklarımda göğe fırlatılmış
hep birbirine çarpan iki taşın sesi
ağacıma salıncak kuranların sesi

sorduğum herkes seni uzaktan tanıyor
gittiğim her yerden az önce çıkmışsın
kime baksam
kim bana baksa
içimde incinmiş bir atın o son cümlesi
ölmek değil
asılmak istiyordum
dünyaya tayımı saldığım günden beri

şimdi
kim bilir nerede değilim diyerek
günler yanımdan
günler önümden
günler içimden
etinle geçiyor sevgilim
etinle

seni göğsüme takıp çıktığım rüzgârlar ne güzel
ne güzel vurulduğum yerlerde yürüyebilmen
evine rüzgâr götürebilmen
aşağı bakabilmen ne güzel

ağzınla kuş tutman
kılı kırk yarman
derini yüzmeden
yeni bir deriye değdirebilmen ne güzel

içimde bir yer bir yere değiyor
kenarları kalkıyor aklımın
kime değsem
kim bana değse
o tören

düşerken biçim almış bir gövdeydim
beni ancak düşerken sevebilirlerdi

düşmek yapraklıdır sevgilim
önce dökülüyorum zannediyor insan
yana eğilmiş bir ağaç gibi
dizlerimin orada başlayan harp
omuzlarımda titremeye dönüştüğü zaman
vakti gelen bir yaprak
nasıl hem döküldüğünü zannedip
hem düşüyorsa ağaçtan
nasıl iniyorsa öyle yere
öyle görkemli
öyle yavaş
öyle un gibi
bakıp teni cam olan birinin boynuna
şahdamarına

seni tamamen unuttum
ama etinin içini görüyorum
saçlarının dibini
razı bir rüzgâr gibi
azar azar da olsa
senden artık uyurken dökülüyorum kendi etrafıma

kendi etrafıma sevgilim
dal dal
yaprak yaprak
günde birkaç defa
hafif sıyırıklarla

çünkü yapraklar sevgilim
düştükten çok sonra inanırlarmış
artık ağaçta olmadıklarına
çünkü yaprağın daldaki boşluğu
yine o yaprağın kendisi kadar

süzüle süzüle sevgilim
süzüle süzüle

döküldükten sonra da ağacını anlatan yapraklar gibi
şimdi günlerim hiç geçmiyor olabilir
ama geçmişim çok güzel gidiyor

geçmişim
bir yere gitmiş de gelecekmiş gibi

geçmişim
anlamadım ki
nereden geçmiş

düşmek yapraklıdır sevgilim
unutmak çiçekli

Seyyidhan Kömürcü, Kendinin Ağacı

6 Nisan 2021 Salı

Geceleyin Gökkuşağı


adım neydi unuttum. köşeden dönünce miydi dünya
sandığım yer? bir tekme savurdum köprünün bacağına,
devirdim üstüne çıktığım tabureyi, cehennemde en
güzelinden bir yer ayarladım kendime.

çok mu yanlış sevdim seni? en azından, elimin bir parçası
da mı girmedi rüyana? hiç mi aynı yerlerini çizmedik bir
kitabın? koparılmış bir sayfa gibi düştüm hayattan.
sırtından attı beni tersinden bindiğim atlar.

evim sanmıştım rüzgârın gövdene değerken çıkardığı sesi.
geceleyin gökkuşağı çıkaran bakışını, ellerinin kadifeden
kaldırdığı havı, çalgıların ağzında bıraktığı yaraları.
peşine takıldığım huzursuz bir bıçakla, yanardağ
desenleri çizmiştim dokunmadığın yerlerime.

yanımda işte! tentürdiyot kokulu sabah, iltihap kokulu
tütsü. kaçıncı türkü bu başlar başlamaz unuttuğum?
kanatları neden eriyor meleklerin suya yaklaştıkça? kim
sürtünüyor göçmekten yorulan hafızama? belki de
bundandır kucağımda büyüyen kaktüs. aklıma dadanan

şarampol, dişimi çatlatan meyve, ağzıma dökülen ateş
tozu bundandır.
şimdi her pencereden bir heyelan, her sahneden yıkık
kentler. neden olmasın? mesela zehirli sarmaşık, vahşi
orkide, yangın suyu.
ya da en nihayetinde “fucking in the rain‟.

çok mu yanlış sevdim seni? duymadın mı sana yazarken
kaynağına dökülen nehri? hiç mi aralanmadı dudakların
gövdemdeki çatlakları görünce?

bütün ağaçlarını kovan bir ormanım ben. deliğinden çıktı
yılan, sen kahır sütünü göğsüme dökünce.

Gökhan Arslan/Akatalpa, Şubat 2013, Sayı:158

4 Nisan 2021 Pazar

bir duayı tekrar eder gibi...


"kalbinde ayna taşıyan herkes bilir bunu
herkes ödünçtür yalnızlığına"

Altay Ömer Erdoğan

 

21 Mart 2021 Pazar

İstanbul bütün özlemlerin atasıdır...



Bugün grinin hüküm sürdüğü bir güne uyandım. Kıyafet alırken severim griyi, hatta kendime de çok yakıştırırım ama hafta sonlarına bir türlü yakıştıramıyorum başı dumanlı dağların ve sisin rengini. Böyle havalarda yaşlanma belirtisi midir nedir artık bunalıyor, daralıyorum. Baharın başlangıcında Nevruz Ateşi yakmayı düşlerken bendeki talihe bak. Hayaller Paris, gerçekler sokağa çıkma yasağı. Gözlerimi kapatıp biraz daha uyumayı denedim,  olmadı. Yatakta sağa sola döndüm, tembellik etmeyi seviyordum yaşım ilerledikçe onu da beceremiyorum galiba. 

Besmele çekip doğruldum. Muharrem Sönmez'in "Faili Meşum" başlıklı şiiri geldi aklıma. "Zamanın yüzündeki anlamını seviyorum" dizesiyle başlar, "Evde bir yalnızlık var/Kimin?/Sormaya korkuyorum inan/Üstüme kalacak diye"  dizeleriyle biter. Kısa ve etkileyici bir şiirdir vesselam. Elim telefona gitti. Kripto para piyasalarına göz gezdirdim kısa süre. Küçük bir miktar "polkadot" yatırımım vardı. 277 TL. limitli fiyattan satış emri verdim. Alıcı vardı ki hemen satıldı. 400 TL'de kâr bıraktı, fena değil hem de hiç fena değil. Bakınız, bu piyasada uzun vadeli değil kısa vadeli düşünüyor, genellikle al-sat trader işlemleri yapıyorum. Yaptığım işlemleri kısaca, düşüşte destekten al, yüksekte dirençten sat, prensibiyle açıklayabilirim.  Sonra haber sitelerine, ekonomi sayfalarına göz gezdirdim. Merkez Bankasındaki görev değişikliği gündemdeki sıcaklığını koruyor, İstanbul Sözleşmesinin iptaline, Gezi Parkının bir vakfa devredilmesine tepkiler sürüyordu. Türkiye'de yaşamanın bungun ağırlığı dedim kendi kendime konuşarak. Türkiye'de yaşamaktan da, bu ağırlığı hergün ruhumda hiseetmekten de bıktım. Bir el uzatan, ne bileyim bir yol gösteren olsa da kaçıp gitsem buralardan. Kaçıp gitsem öz yurdumdan. Kafavis her ne kadar "yeni bir ülke bulamazsın" demiş olsa da başka ülkeler, başka şehirler, başka toprakları yurt edinsem. 

Aklınızdan Norveç mi geçiyor efendimiz dedi Modric. Modric, bizim Olrıc'ın kuzeni.

Modric'i duymazdan geldim. Norveç soğuktur. Yazı kışı, gecesi gündüzü belirsizdir. Hem ben işi, kışı, soğuğu sevmem ki. Norveç buz gibidir, kuzey ülkeleri olmaz fakat İspanya veya Portekiz olabilir diyerek iç geçirdim. Yataktan indim, pencereden caddeye baktım. Kimseler görünmüyordu. Odalarda boş boş gezindim. Çiçekleri suladım. Ekmek kızartıp, çay demledim kendime. Demlediğim çayı ince belli bardakta tek başıma yudumladım.

Ahmed Arif "Bir ben bileceğim oysa/Ne afat sevdim/(...)Seni bahar gibi düşünüyorum" der.

Telefondan Melike Demirağ videosunu bulup, sesini açtım. 

"Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım, püfür püfür bir vapurun yan tarafında"

Gözlerimi kapadım. Ortaköy'de Nevruz Ateşi yaktığımızı ve yükselen vahşi  alevlerin üstünden elele tutuşarak atladığımızı düşledim.

fy

7 Mart 2021 Pazar

3 Mart 2021 Çarşamba

Derinde Ellerin


bu masalda büyüdüm ben,
çocukla sınanmış bir ömür veren sabırdan
her yeni güne eklenen bekleyişten,
hüznün kırıklarını onaran cesaretten,
her kadının içindeki tarifsiz duygudan kanadım!
 
bu masalda büyüdüm ben,
kederin provasına katılmış günlerden
için için yanarken âh! demeyi unutmuş emekten
kaybetmeyi kanıksamış yılların izinde...
ölüm raydan çıkıp gelirken üzerime,
bana yaşadığımı hatırlatan elinle büyüdüm ben...

Berna Olgaç
Soğuk Mermer, Sayfa: 34, 35

30 Ocak 2021 Cumartesi

İz

 


Sen ki bir keman telince çoksesli,
olgun bir nar denli çoğulsun,
anımsanmalısın.

Bilinmeli:
tutup bir yazsonu uzattığında ellerin,
yorulmuşsan, yorgunluğun bile dipdiri.

Abartmalıyım,
ağızdan ağıza geçmeli:
bir yaprağın çünkü
düşerken terkettiği yer gibi
izi kalmayacak yakında seviştiğimizin.

Roni Margulies, Uzaklıklar, Adam Yayınları, Sayfa: 16