Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

27 Nisan 2015 Pazartesi

Gitme, Gittiğin Yeter/Öykü


Gözlerinin soluk ferinden uyku damlıyordu. Yorgundu. Bitkin ve hâlsiz.  Ağır vasıta şoförüydü on yıldır. Uzun yoldan dönmüştü. Dakikti. Duş alıp hemen yatmak istiyordu. Yıllardır toptancı haline mevsimlik sebze meyve taşıyordu hiç durmaksızın. “Uzun yol şoförlüğü uykusuzluğu kaldırmaz. Tek başına gitme. Yanına muavin al. Dinlenmeden yola çıkma” diyenleri haklı buluyordu. Yorulduğunu hissettikçe yatıp dinlenmek istiyor fakat yeterince uyumaya fırsat bulamıyordu, aralıksız yollara düşmekten. Tarladan kamyona sardığı malı gün doğmadan önce toptancı haline getirmek zorundaydı çünkü. Getiremezse kabzımalın kendisini pirelenmiş bir kedi yavrusu gibi kapının önüne koyacağının farkındaydı. Çok istemesine rağmen patronları ücretini iyileştirmiyor, muavin diye ısrar edince de kapıyı gösteriyorlardı. Yevmiyesini kendi cebinden karşılayıp muavin tutmayı denemişti birkaç kez. Masraflar artınca vazgeçmişti. Alışmıştı idare etmeye. Yüksünmüyordu. Soranlara: “İşsizlik mi? Rabbim düşmanımın başına vermesin?” diyordu, içini çekerek. Esasında, zamanla ölümüne yarışmaktı onun yaptığı iş. Tehlikeli, meşakkatli ve direksiyonda uyuklamayı affetmeyen.

Duştan çıkınca yatağa uzandı. Bir an evvel uyumak istiyordu. Uyumak ve ölümün kardeşi uykunun koynuna çoban yıldızı gibi düşmek. "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" dedi, yüzünü ekşiterek. Kendini bildi bileli bunların üçü de peşindeydi. Yıllardır evde yoksulluğu, yollarda ölümü kokluyordu zaten. Öyle ya gidip de dönememek vardı. Dönüp de görememek. Gerçi her seferinde sağ salim geri dönmüştü dönmesine de, gerçek ölümden geri dönüş yoktu ki. Ölüm girişi açık, çıkışı kilitli bir kapıydı. Uykudan sonra açılan bilincini ölümün sırlı kapısından geriye dönüşün tek anahtarı olarak düşünmesi bundandı belki de.

Ayrılıksa yollardan beterdi. İlk eşinden ayrılma sebebiydi uzayan yollar. Kocasının yüzünü doğru düzgün göremeyen, iki çift laf edemeyen kadıncağız çareyi baba evine dönmekte bulmuştu. Tek celsede boşanmıştı ilk eşinden. Tecrübesizdi. Hazır değildi ayrılığa. Kanatları kopmuştu sanki. Üzülmüştü. Ayrılıklar hakkında saymakla tükenmeyecek sözler duymuştu yakın çevresinden. Helâllik diledikten sonra da susmuştu. Çünkü ayrılıklar ruhun kara kutusuydu. Vedalaşma zamanı kanatlarından ayrılan her erkek gibi pahalı bir yalnızlığı satın aldığını düşünmüş, ancak, eşinin içine düştüğü hayâl kırıklığından ibaret kara deliğe, boşanarak son verdikleri duygusuyla rahatlamıştı.

Zihinsel rahatlık her insana geçmişin yaralarına sünger çekmeyi öğretir. Bu süreç kabuk bağlarken acıtır, yıpratır ama eninde sonunda iyileşerek geleceğe umutla bakmayı öğretir. Güneye gidiyordu sık sık. Orada turunç bahçesinde portakal toplayan bir Yörük kızına tutulunca yüzünü geleceğe çevirmişti. Umutluydu. Tutkuları gibi karşılıklıydı sevdaları. Yeniden evlenmişti. Tutkulu kadınları, yalnızca tutkulu erkeklerin gönül bahçesine dikilince çiçeklenen ağaçlara benzetirdi. Evlendikten sonra tutkuları çiçeklenmiş, iki de çocukları olmuştu. Mutluydu. Kaza yapmaktan, çocukları yetim, Güllü kızı dul bırakmaktan ödü kopuyordu artık. Bu yüzden yollarda oyalanmazdı korkusundan. Verilen adrese varınca kamyonu uygun bir yere çeker, işçiler malı sarana kadar şoför mahallinde kestirebildiği kadar kestirirdi çoğu zaman. "Kuzuyu güden kurdu görür" derler hani. Trafik kazası da onun kurduydu ve o karşılaşmaktan hep çekindiği kurtla birkaç kez burun buruna geldiğinde "kader" demişti. Yalnızca kader. Talihliydi. Hepsinde de ucuz kurtulmuştu aslında. Hele bir gün kirpikleri uykunun ağırlığına dayanamayınca Niğde yakınlarında bir tarlada, patates çuvallarının arasında inlerken dünyaya açabilmişti gözlerini.

O gün ne kamyonda ne de kendisinde büyük bir hasar yoktu çok şükür. Ezdiği patates çuvallarının sahibi şikâyetçi olunca tutuklamışlardı. Cezaevinde tam bir hafta dipsiz deliksiz uyumuştu. Koğuşta kendisini uyandırmak isteyenlere yanıtı “dokunmayın” demek olmuştu sadece. “Dokunmayın benim cennetime.”

Öyleydi. Uyku onun cennetiydi, uykusuzluk cehennemi. Ezilen patateslerin ücretini yanında çalıştığı kabzımal ödeyince kurtulmuştu hapisten. Kurtulduğuna sevinememişti. Mesleği boşluk kaldırmadığı için işine son verilmişti çoktan. Bir müddet işsiz kalmayı ilaç niyetine kabullenmişti doğrusu. Dinlenmiş, toparlanmış, arkadaşlarının araya girmesiyle eski işyerine geri dönmüştü rica minnet. Antalya'ya gidip geliyordu her gün. Şeftali taşıyordu tonlarca. İkindi olunca yola koyulacaktı. Bir an evvel uyuması lâzımdı. Gözlerindeki kurşun gibi ağırlıktan kurtulması gerekiyordu daha fazla gecikmeden.

Dışarıda oynayan çocukların, karşı sokakta kurulan davullu zurnalı, sazlı çalgılı düğünün gürültüsüne kulak kabarttı. Sağa sola döndü. Uyuyamadı. Arka taraftaki odaya geçti. Saati kurdu. Kulağına pamuk tıkadı. Uyudu en sonunda esneyerek.

Saatin zili çaldığında kalktı. Ankara havalarının oynak ezgileri duyuluyordu çalgıcının hoparlöründen. Yüzünü yıkadı. Evin içinde dolandı gönülsüz adımlarla. Giyinip hazırlandı. Turunç bahçelerinde amele çavuşluğu yapan kayınbiraderinin sözlerini anımsadı. “Topla gel çoluk çocuğu. Burada da bir düzen kurarsın elbette” demişti. “Böyle köle gibi çalıştıktan sonra sana iş mi yok?”

Balkona çıktı. Avlu kapısından giren Güllü kıza ve çocuklara el salladı. Sigarasını yaktı. İçine çektiği dumanı hırsla üfledi burnundan. Gitmek istemiyordu. Aklına yatmıştı. Kayınbiraderini dinleyecekti. “Dönüşte paramı alıp kamyonun anahtarını teslim ederim. Kralı gelse gayri durmam” dedi içinden. Yanına oturan Güllü kıza baktı şefkatle. Elini tuttu.

“Gidiyorum. Bu son olur inşallah” dedi. Ağabeyinin sözlerini kelimesi kelimesine anlattı Güllü kıza.

“Eneee! Essah mı ülen. Korkma valla! Orda da geçinip durruz. Ben de çalışırım gari. Çalışmak ayıp mı? Eskisi gibin portukal, ilimon toplayıverrim gene. Çapaya da gidiverrim. Üç beş kuruş ne alırsam sırtından dayanıverrim sana.”

“Yiğitsin Güllü gız. Hay çok yaşa e mi? De bakem hazırladın mı yol azığını.”

“Hazırlamaz olmam mı? Kömbe yapıverdim. Kıymalı. Bol biberli. Senin sevdiğinden.”

“Essah mı gız. Hadi ıcık getir de tadına bakem.”

“Böğn zabaalan ekmek sacında, meşe közünde bişiriverdim kömbeyi. Soona düğüne vardıydım. Ordan geliyom şimdi. Okuntuyu verdim. Selâmını deyiverdim Fatiş bacıya. Oğlanlar durmadı. Kaat helva, balun istediler. Alıverdim sevinsinler diye.”

“Eline sağlık. Eyi yapmışsın” dedi. Neşesi yerine gelmişti. Sigaranın dumanını keyifle üfledi. Bir dilim kömbe yedi. Ayran içti koca bir tas. Çocukları sevdi. Güllü kıza sarıldı. “Kalın sağlıcakla” deyip evden çıktı. Güllü kız, ardından su döktü maşrapayla. Diline doladığı türküyü umutla söyleyerek avludan içeri girdi.

“Karşıki yayla ne güzel yayla
Bir dem süremedim kalırım böyle
Ela gözlü pîrim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.” 

Fatih Yavuz Çiçek