Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Aralık 2014 Salı

KARŞI TARİH

                             I

Biz Sultan'la
Kadıköy'de tartışırken birdenbire dedi ki
"Eğri olan düzelmez, vakitlice noktayı koymak gerek!"

Oysa bizim Üsküdar'da
Aziz Mahmut'tan beri kalbi kalbe birkaç kere sararlar
Vücüt iklimi buza kesmeden, istihareye yatmadan
Olur mu hiç ilk rüzgârda gamzeleri devirmek

                             II 

Ben bu yeni hallerimi Benjamim'e de danışırım
Terazinin çünkü bir kefesinde tarih oturur
Öbüründe ıslak beze yatırılmış ağrılar
Bir de temiz kalpli iktisat vardır, tartıcı
Hediyesiz günleri daradan sayar

İşte biz kalkıyoruz masadan
İki soğuk çay ve bir ayrılık ne kadar tutar?

                             III

Benim davudi bir sesim yok Lidyalı kardeşlerim
Herkes birbirini üzüyor burada çok üzüyor
Biriniz bağırsın, efendimiz belki duyar

Ali Ayçil
Dergâh Dergisi Aralık 2014, Sayı: 298

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yürekteki Hayvan


"Sustuğumuzda itici oluyoruz, dedi Edgar, konuştuğumuzda ise gülünç."

Herta Müller/Yürekteki Hayvan syf.9/syf.201

24 Aralık 2014 Çarşamba

Bir günlük Ankara yolculuğu


Dün bütün günü eğitim aktivitesi için gittiğim Ankara'da geçirdim. Öğleden sonra biten programın ardından Beşevlere, Tandoğan Meydanına, müşterilerine ıspanaklı ve sade İzmir Boyozu seçeneği de sunan cafeye uğradım. Cafe'nin sahipleri el değiştirmişti. Ve böylece Ankara'da, belki de sadece Tandoğan'da bulabileceğiniz İzmir Boyozunu tatma olanağı da ne yazık ki ortadan kalkmıştı. Cafe'de bildiğimiz poğaça türleri vardı ama menüsünden İzmir Boyozunu çıkaran mekân, ruhunu yitirmişti sanki. Oturup, iki kişilik sıcak bi'çay içmek, iki kişilik ıspanaklı boyoz yemek istemiştim. Olmadı. Orada kısa süre gezinip Tandoğandan ayrıldım ve metroyu kullanarak Kızılay'a geldim.

Ankara bildiğimiz Ankara, Kızılay bildiğimiz Kızılay'dı. Kalabalığın içinden sıyrılarak Kurtuba'ya, Birleşik Kitabevine baktım. Dergileri, kitapları inceledim. Yılbaşı bileti aldım bi'tane. Bakarsınız bu seneki talihlilerden birisi ben olurum.  :) 

Dergâh'ın Aralık sayısını Birleşik'ten aldım. AŞTİ'ye gelinceye kadar okuduğum Dergâh'ta Ali Ayçil'in şiirine işaret koydum. Emine Batar'ın "Olduğu Gibi" isimli öyküsündeki kurgu bana pek inandırıcı gelmedi. Öyküde bir kazada travma geçirerek akıl hastanesine yatmış ve iyileştikten sonra baba evine dönen bir adam anlatılıyor. Sokaktaki adamı mahallenin kasabı görüp tanıyor ve kasap dükkânının içinde konuşmalar başlıyor. Buraya kadar tamam, sorun yok. Kasabın konuşmalarından adamın karısının bir başkasıyla evlendiği ve evi terkettiği anlaşılıyor. Gerekçe şu: "Kazada sen travma geçirip hastaneye yatırılınca...(...) Çocuk küçüktü...(...) Birinin korumalarına ihtiyaçları vardı."

Bu ifadeler üzerine öykünün başlangıcındaki "Babası apartmanın ikinci katında oturuyordu. Elini zile uzattı ama basmadı" cümlesini ve öykünün sonuna doğru kullanılan "Babasının olduğu apartmanın önünde durdu. Başını kaldırdı ve balkon demirine tutunmuş sokağı seyreden titrek ihtiyarı gördü" cümlelerini düşündüm. Kurgu bu cümlelerle birlikte benim zihnimde inandırıcılığını yitirdi. Çünkü bu cümleler adamın karısının birilerinin korumasına ihtiyaçları olduğu bu yüzden kadının başkasıyla evlendiği savıyla örtüşmüyordu. Baba hayattaydı. Mülkiyeti "babasının üzerinde olduğu" çağrıştırılan apartman vardı. (Burada "babasının olduğu" nitelemesiyle mülkiyet değil ikamet edilen bir yer bildirimi amaçlanmışsa "babasının oturduğu" şeklinde bir ifade tercih edilmeliydi.) Belli ki babanın maddi durumu iyiydi. Üstelik bizim toplumsal kültürümüzde hiçbir kadın (çok marjinal vakalar hariç) hasta kocasını terketmez, başkasıyla evlenmezdi. Hele hele kocasının  ailesi hayatta olduğu sürece, koca iyileşip eve dönene kadar gelin ve torun emanet bilinir, aç ve açıkta korumasız bırakılmazdı.

Ben yukarda açıklamaya çalıştığım sebeplerden ötürü öyküdeki kadının çocuğunu da yanına alıp evden gitmesini, başkasıyla evlenmesini inandırıcı bulmadım. Çünkü kadınlar vefalıdır. Evine, yurduna sahip çıkar, olağanüstü durumlar haricinde kolay kolay yuvasını dağıtmazlar. Bir kadının kocasını ihanet, şiddet, fuhşa teşvik, namus davaları ve çok özel sebepler dışında terkettiği bu toplumda görülmüş şey değildir.

Yazar; bu öyküde, öykünün kahramanı adamı baba evi yerine kendi evine dönecek biçimle kurgulamalı, adamın baba evinden de, babasından da hiç bahsetmemeliydi diye düşünüyorum.

Dergâh'ın ardından otobüste yol boyunca Asena Gülsüm Güneş'in "Kassandra" isimli kitabını okudum ve bitirdim. 

Önümüzdeki günlerde fırsat bulursam "Kassandra" hakkında da düşüncelerimi yazarım.

Okunacaklar sırasında Aslı Erdoğan'ın "Kırmızı Pelerinli Kent"i var. 

Hayat Kızılırmak gibi, böyle akıp gidiyor işte...

fy


23 Aralık 2014 Salı

İki Kişilik


Bırak, hücrede bir mum olsun gözlerin
bakışın da bir fitil,
bırak, onu yakacak kadar
kör olayım.

Hayır,
Bırak, başka türlü olsun.

Çık evinin önüne,
eğerle benekli rüyanı,
bırak, konuşsun nalları,
ruhumun zirvelerinden
üfleyip temizlediğin karlarla.

Paul Celan

21 Aralık 2014 Pazar

21 Aralık kısa öykü okuma etkinliği


Bugün; yılın en kısa günü olan 21 Aralık gününü, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği'nin organize ettiği ve Oda Tiyatrosu Yılmaz Güney Sahnesi'nde buluştuğumuz 58 edebiyatçı ile birlikte öyküler okuyarak uğurladık.

Aslı Erdoğan'ın bir söyleşisinin de yer aldığı (ki bu vesile ile Aslı Erdoğan'la da yüz yüze tanışma fırsatı buldum) organizasyonda ben de "Empati" isimli öykümü okudum. Öyküyü merak edip okumak isteyenler için linkini buraya ekliyorum: http://mabelard.blogspot.com.tr/2014/03/korku-gunlugu_13.html

Etkinlik başlamadan önce, etkinliğin yapıldığı sahnenin girişinde açılan küçük standa, Ayna İnsan Dergisi'nin 13. sayısını da yerleştirerek doğuşunda yer aldığım ve sanki çocuğummuş gibi sevdiğim derginin okurlarla buluşmasına küçük de olsa bir katkı sağladım. Ercan Dansuk ve Nilüfer Altunkaya ile kısa süreli sohbet etme imkânı buldum. 


Öykü eleştirmeni Ayşegül Tözeren'in koşturmaktan epeyce yorulduğu etkinliği, katılımcılarla birlikte kırılmış narları yiyerek sonlandırmak, günün en keyifli anlarından biriydi. Kısaca, her yönüyle verimli bir etkinlik oldu diyebilirim.

Şu bilgiyi de belirtmeden geçmek istemiyorum. Verilen arada etkinliğe katılan yazarlarla üçer-beşerli gruplar hâlinde konuşurken, yazar arkadaşlardan biri okuduğum "Empati" isimli öykümle ilgili herkesin içinde övgü dolu sözler söyleyince hem şaşırdım hem de mutlu oldum. Öykünün finalindeki sürpriz sondan etkilendiğini, bu öyküyle vermek istediğim mesajı çok anlamlı bulduğunu belirten yazar arkadaşa öykülerin finallerinin de tıpkı şiirlerin finalleri gibi güçlü ve vurucu olması gerektiğini önemsediğimi anlattım.

Dönüş yolunda Herta Müller'in "Tek Bacaklı Yolcu" isimli kitabını okudum.

Aslı Erdoğan'ın adıma imzaladığı kitabı "Kırmızı Pelerinli Kent"i ise sanırım bu hafta içinde okumaya başlarım.

Albert Camus: "Edebiyatın olduğu yerde umut vardır" der.

Umudumuzu korumak dileğiyle...

fy




15 Aralık 2014 Pazartesi

Dergâh Dergisi 298.Sayı


Şiir, deneme ve kitap tanıtım yazılarımdan sonra üzerinde yoğunlaştığım öykülerimin yayımlanma sürecine, Dergâh Dergisi Aralık 298. sayısında yayımlanan bir öykümle başladık.

İyi okumalar...





11 Aralık 2014 Perşembe

Yeni Bir Mevsimde Kurulan Dünyalar


Okuyanlar, bir şekilde duyanlar hemen anımsayacaktır. “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar edebiyat var” sözü Fethi Naci’ye aittir. Fethi Naci, bu sözleri söylediği dönemde Türkiye’de o dönemde var olan edebiyatın farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyordu muhtemelen. Niçin? Çünkü o yıllarda futbolun merkezi üç büyükler olarak bilinen İstanbul kulüplerinin tekelindeydi ve bu tekelin, merkezin dışında kalan taşra tarafından kırılması ancak Trabzonspor’un şampiyon olmasıyla mümkün olmuştu.

Şimdi durup dururken hangi sebeple bunları anımsatma ihtiyacı duydum, açıklayım. Trabzon doğumlu ve Trabzon’da ikamet eden Serkan Türk, 4.öykü kitabı “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”le yıllar evvel Trabzonspor’un futbolda yaptığı değişimi, tıpkı edebiyatta yapacak gibi görünüyor da ondan.

Çünkü edebiyat, ana malzemesi dil olmak üzere insan yaşamının bütün safhalarını içine alan, düş gücüyle beslenen, ortaya koyduğu anlatım teknikleriyle bireyi, toplumu ve bütün dünyayı, merkezi hegemonyaların boyunduruğu altına girmeyi reddederek yansıtan bir sanat dalıdır ve öykü de bu sanatın estetikle kurgulanmış bir dalıdır.

"Edebiyat; aynı zamanda kurguda doğruyla yanlışın karşıtlığının asılı durduğu olanaklı dünyalar, hayali ama metaforik olarak doğru ve böylece gerçeklik algımızı güçlendiren dünyalar kurar."(1)

Oniki öykünün yer aldığı kitapta yazar; takıntılı, çevresiyle ve yaşamla uyum sorunu çeken, bir taraflarında eksiklik, olmamışlık duygusu taşıyan bireylerin gündelik hayatlarını anlatıcı karakterler üzerinden dolaysız bir anlatım dilini tercih ederek kurgulanmış dünyalar kuruyor. Ki yazarın bu tercihini kitapta yer alan öykülerin gerçek dünya, anlatma olgusu, işlevler, eylemler, tümceler gibi düzlemlerle birlikte düşününce “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” in kendi içinde bütüncül bir yapı inşa ettiğini görüyoruz.

Serkan Türk’ün dipnotlarından büyük çoğunluğunu Almanya/Berlin seyahati sırasında yazdığını öğrendiğimiz öyküler “Hitler Ve Yoldaki Üç Kişi” nin anlatımıyla başlıyor. Tren’de çekirdek çitleyen, müzik dinleyen, yaprak sarma yiyen, yüksek sesle konuşan insanlardan rahatsız olan ve bir an önce oradan uzaklaşmak isteyen, uzaklaşamayınca da susup oturmak zorunda kalan takıntılı bir insan profili çıkıyor karşımıza. Hatta öykünün kahramanı takıntılı olduğunu saklamaz. Muhataplarına: “Takıntılıyım. Çekirdek çitlerken siz, beynimin içine doğru su aygırları koşuyor sanki” demekten çekinmez.



Kitaba adını veren öykü “İnsanlar ölür, elbiseleri kalır geriye” cümlesiyle başlıyor. Eşini genç yaşta kaybetmiş bir adamın takıntıları psikolojik yaklaşımla ele alınıyor. “Sekiz güzel yıldan sonra aniden hastalanıp rahmetli oldu benim hanım. Ev başıma yıkıldı. Sofa bir mezara döndü. Yatak odasının kapısını açamaz oldum. Mutfak masasının üzerinde ne varsa küflendi. Gün boyu kanepeye uzanıp uyuyor gibi yapıyordum. Uyumuyordum. Gözümü kapadığımda onun gözü, onun elleri, onun olan her şey beliriyordu. Aniden gözü bir cam parçası gibi kırılıp dağılıyordu. Eline uzanacak gibi oluyordum. El asırlık bir ağacın köküne dönüyordu, sarılmaya doyamadığım gövdesi kuruyup iskelete. Kapatmamak için zorluyordum gözlerimi. Bu defa eşyalar üzerime geliyor, sandalye yürüyordu sanki odanın içinde. Pencereler kirden sokağı göstermez oldu. Bir odanın içinde mahkûm gibi yaşamaya başladım.” Bu cümlelerde yazar, öykü kahramanının içinde bulunduğu zihinsel süreç ve bilinçdışı unsurlar arasındaki ilişkiyi bir psikanalistmiş gibi ortaya çıkarıyor.

“Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında” başlıklı öyküyü okumaya başladığınızda Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” ve “Rüzgârlı Camlar” isimli öykü kitaplarındaki “Öldüğümde Ağlamadım” ve “Şal” isimli öykülerini anımsıyor, orada kaldığınız yerden ve bu defa cinayeti işleyen karakterin dilinden anlatılan öyküye devam ediyorsunuz. Bu öyküdeki final cümlelerinde kullanılan şiirsel üslup dikkate değer. “Kalbim oyuncak bir gemi senin sularında, demiştim biliyorsun. Durmaksızın yalpalayan bir gövde düşün, öylece yalpalıyorum. Eksiğimin ve fazlalığımın sen olduğunu biliyorum.”

“Küçük Şeyler” isimli öyküde takıntılı insanların hayatlarını anlatmaya devam ediyor Serkan Türk. “Çocuk doğurmak istememişti. Zaten şimdi çocuk sahibi olmak istese bile yaşı sorun olabilirdi. Karga sürülerinin ardından koşturduğu köyde tanıdıkları bir komşu kadın vardı. Kadın üst üste dört doğum yapmış ve her çocuğu problemli dünyaya gelmişti. Otistik bir çocukla ne yapardı?” cümleleri, çocuk sahibi olmamış, çocuk doğurmaktan kaçınmış bir kadının takıntılarını işaret ediyor bu öyküde.

“Fotokopici Dükkânı”nda yöresel şive kullanan yaşlı kadının (Ayşe Teyze) konuşmaları öyküye folklorik renkler katılarak öykü dilinin zenginleştirilebileceğinin göstergesi gibi algılanabilir. “Boyu devrilsun, inşaat yapayrum diye diye baturdi bizi. Haçan anlamaysin ne diye zorlaysin kendini. Gelsun, alın nesi varsa kıçindan. Vermem ineklerumi. Onlar benum.” Fakat öyküdeki ana karakterlerin dışında çok fazla yan karaktere yer verilmiş olması bu öykünün belki de tek olumsuz yanıdır diye düşünüyorum.


“Wannsee’nin Mavi Suları”nda kızkardeşini merak eden, onun sarararak öleceğinden endişe eden takıntılı bir abla, “Ailenizden Biri Beklenmedik Bir Anda” da hastalıklardan, romatizmadan bunalmış, sıcak iklimlere takıntılı bir kadın çıkıyor karşımıza.

Gösterişsiz, birbirinden sakin hamlelerle öykü ağacının zirvedeki dallarına doğru tırmanışını sürdürüyor, Serkan Türk.

Başlarken; edebiyat, ana malzemesi dil olmak üzere insan yaşamının bütün safhalarını içine alan, düş gücüyle beslenen, ortaya koyduğu anlatım teknikleriyle bireyi, toplumu ve bütün dünyayı, merkezi hegemonyaların boyunduruğu altına girmeyi reddederek yansıtan bir sanat dalıdır ve öykü de bu sanatın estetikle kurgulanmış bir dalıdır demiştik. Bu cümleden hareketle “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” gerek estetik kurgusuyla, gerek anlatım teknikleriyle sıradan bir öykü kitabı olmaktan ziyade yazarın gerçekle düş gücünü harmanlayarak kurguladığı, bireysel veya toplumsal takıntıların odağına yerleşmiş insani kaygıları çok yönlü dile getirdiği bir eserdir diyebiliriz.

Hepimizin ruhumuzdan silip atamadığı, kurtulmak isteyip de bir türlü kurtulamadığı takıntıları, batıl inanışları mutlaka vardır değil mi?

Cevabınız evetse, işte sırf bu yüzden "Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim"i okuyunca yazarın hakkını teslim edeceğinize inanıyorum.

İyi okumalar.

Fatih Yavuz Çiçek

Kaynak:
(1) Massimo Fusillo, Edebiyatta Estetik, syf.149

Şiir dünyadadır, dilde değil


"Ben tek bir dünyaya inanıyorum. Arkada var olduğu söylenen ikinci dünya bana göre birinciye aittir. Kanımca, şiir dünyadadır, dilde değil. Dilin şiirselliği saçmalıktır, dünyanın şiirselliği vardır. Dünya, biraz abartılmış gelebilir. Belki bakış denilebilir. Bakışta yoksa dile de gelemez. Nasıl gelsin ki?  Dil benim için kokusuz, tatsız ve renksiz bir şeydir ve dille ne yapılabileceği bireysel olarak herkese göre değişir. Dil sadece taşır/aktarır. Kendi başına içerik değildir, sadece içeriği aktarır. Anlamlandırma - Neyin anlamı vardır? Bilmem. Başka şeylerde olduğu gibi, bunda da öyle. Bir anlamın olması ile yetinmek durumundayız, yoksa yaşayamayız. Yazmak da öyledir, ortada benim her gün, gözümü açıp, sabah oldu, yeni bir gün başlıyor dediğimde kafamda oluşan anlamdan başka bir şey olduğuna inanmıyorum. Ölümden öte anlam ise beni ilgilendirmiyor. (…) Bir kâğıda basılı olan yapıt bir nesnedir. Ama kafatasımda olan bir metin, kafatasımda olduğu sürece benim için bitmiştir. Bu haliyle metin benim ötemde anlam kazanmaz ve onunla meşgul olduğum andan daha uzun yaşamak için bir şans bulamaz. Bu rahatlatıcıdır. Bir ayakkabıcı ya da terzi ya da ağaç diken herhangi bir kişi, aynı sorunla karşılaşır, ürettiğimiz her şey bizden daha uzun yaşar. Ve bunun bir anlamı yoktur. Demek istediğim, ağacın bir anlamı var mıdır? Belki ağaç olduğu için bir anlamı vardır. O zaman bir metin de metin olduğu için bir anlama sahiptir.“

Herta Müller

10 Aralık 2014 Çarşamba

Beni Sorarsan


Beni sorarsan,
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi, içlere
Sarı yaseminle gül arasında
Dağların mor baharıyla
Sis arasında
Denizle gül arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrinden dolaşıyor

Hiçbir iktidarı sevmesem de
Sobanın iktidarında
Çarpışa çarpışa nasılsa
Büyüyebilen kızlar
Uslu, sakin, ölümü bekliyorlar
Yaşlılık
Dev mi oldular, başkaları
Üstüne üstüne gelip korkusuz
Güçlerini deniyorlar

Gülten Akın
kitap-lık, Mart-Nisan 2013, Sayı:166

9 Aralık 2014 Salı

Gece Uyurken


"Hakikat şiddetli bir mazoşizm duygusunu yaşatır insana."
Eren Aysan/Gece Uyurken, syf.15

6 Aralık 2014 Cumartesi

Fasl-ı DEY



size geldiğimde
bir tesadüfün güzelliğini kutsuyordu zaman

ân karaydı, düş beyaz 
avuçlarımızda mavi bilye sıcaklığı
sesimiz cemre gibi ateşlenmeyi biliyor
yüzümüzden akıp geçiyordu gümüş nefesli kadran

siz fasl-ı dey; ben gamlı hazan
ince belli bardakların deminde süzülüyor
kirlenmiş hayattan, ikiyüzlü tarihten soyutlanmış
imbattan, kırık dal uçlarımızdan konuşuyorduk

sonra ne çok iyimser; ne de fazla kötümser
başakların cana can katan payitahtına doğru yürüdük
ardından ebrulî şiirler okuduk göz göze
örneğin, "cinayet kışı" nı sevdik
dilimiz yağmurla birlikte çözülmüştü birhan’dan

akşamdı, gün ağmıştı
gönülsüz
ve bir veda cengiyle indik düş ekspresinden

merakta mısın bilmiyorum fakat doğrusunu istersen söyleyim
pervâne kuşlarından hiç farkım yok şimdi
tenimde mânâsı güç serin bir güz ağrısı
yine kuzeye döndüm,  kuzeyde eskimeyen nâr-ı beyzaya

çünkü her nâr-ı beyza
hayatın değişmeyen uzamına direnirken buluyordu gerçek rengini
çünkü rüzgârla yarışan kanatları kılıçla değil
düşlerin ölümüyle kırılmıştı namağlup kuşların

Fatih Yavuz Çiçek

5 Aralık 2014 Cuma

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı


"Mirek yazgısına vurgundu. Yazgısı, Mirek için küçük parmağını bile kımıldatmak niyetinde değildi. (onun mutluluğu, güvenliği, iyiliği ve sağlığı için) Oysa, Mirek yazgısı için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı. (yüceliği, açıklığı, güzelliği, biçimi ve kavranabilir bir anlamı olması için) Kendisini yazgısına karşı sorumlu buluyordu ama yazgısı ona karşı sorumluluk beslemiyordu." syf.19
"Kadınlar güzel adam aramazlardı. Onlar güzel kadınları elde etmiş adamları ararlardı." syf.20
"Barışa tutkun insan her zaman gülümser" syf.90
"Bir şairin gururu sıradan bir gurur değildir. Yalnız şair bilir yazdığı şeylerin değerini. Ötekiler bunu ondan çok sonra anlarlar, belki de hiç anlamayacaklardır. Dolayısıyla gururlu olmak, şairin görevidir. Eğer gururlu değilse kendi yapıtına ihanet etmiş sayılır." syf.174
"Bir halkı ortadan kaldırmak için, belleğini yoketmekle işe başlanır" diyordu Hübl. Kitaplarını, kültürlerini, tarihlerini yok ederler. Bir başkası onlara başka kitaplar yazar, bir başka kültür verir, bir başka tarih uydurur. Ve böylece halk, yavaş yavaş ne olduğunu, daha önce ne olmuş olduğunu unutmaya başlar. Çevresindeki dünya da onu daha çabuk unutur." syf.199
"Çünkü aşk bitmeyen bir sorgulamadır. Evet, aşkın bundan daha iyi bir tanımını bilmiyorum." syf.203
"Çünkü anlamak karşısındakiyle kendisini karıştırmak, onda kendini bulmaktır. Şiirin sırrı buradadır. Sevdiğimiz kadınla kendimizi tüketiyoruz, inandığımız fikirlerle kendimizi tüketiyoruz, bizi heyecanlandıran bir görünüm karşısında kendimizi tüketiyoruz." syf.181
Milan Kundera/Gülüşün ve Unutuşun Kitabı

29 Kasım 2014 Cumartesi

Farid Farjad/Ashegham Man


Kathy Acker



"Tanımadığım ve tanımayacağım sizler için sözcükler yazıyorum, benim için her zaman başkası ve yabancı olacak sizler için. Bu sözcükler anlamların kıyılarında asılıdır ve gramer açısından düzgün değildirler. Çünkü ülke olmadığı zaman, konuşmacı hangi dili konuşacağından, nasıl konuşacağından emin değildir, eğer konuşmak olanaklıysa. Dil toplumdur. Köpekler, şimdi ben kendim ve sizin için toplum icat ediyorum.

'Deliliğin kıyılarında gezen ben. Deliyim, bütün sahip olduğum imgelem: Sadece ne görüyorsam o.'

Kathy Acker

Çünkü bugün aşk narsizm hâlidir



"Kadınlar ve erkekler arasında işler niçin değişti? Çünkü bugün aşk narsizm hâlidir, çünkü bize sahip çıkmayan sevgi yerine, mülkiyet ve materyalizm öğretildi. Eski zaman insanlarının kendine özgü dilleri yoktu, yani doğru Büyük Kültür budur. Kafaları karışıktı ve karışık olduğu için seviyorlardı. Bugün öğretmenlerimiz bu karışılıklığa "şiir" diyorlar (ve dil belirsiz kalmasın diye, her şiiri tanımlamaya çalışıyorlar) oysa o günlerde "şiir" gerçeklikti.

Bugün, yalnızca kendilerini sevenleri sevecek kadar deli olan şövalyeler, bu şiir düzenini sürdürüyorlar. Ben böyle bir şövalyeyim."

Kathy Acker/Don Quıxote syf. 23

27 Kasım 2014 Perşembe

Mesafe


Sapa iki ada arasında derin bir mesafe var. 
Mesafe...birahane ve buğday tarlası arasında. 
İdam mahkumu her palyaçonun ölmeden son gece 
küçük kızına yazdığı ıslak satırlar arasında da... 

İki kuru gün arasında daha da uzun bir mesafe var. 
Mesafe...iskele ve doğumevi arasında. 
Dün gece uykusunda ölüveren otel katibi Sabri Bey 
ve babasından miras kalan sumeni arasında da... 

Yıprandıktan sonra bir kenara atılan traktör lastikleri mi... 
Yalnız orkestranın çala çala tükettiği naif senfonileri mi... 
Sarımtırak renkli ayrı tokaların hüzünlü hikayesi mi... 
Hangisi anlatılsa ki daha daha başka? 
Çocuğu gibi sevdiği kedisinin kaybolduğu haberini 
aldığı andaki şaşkınlığı mı, Lades Hanım’ın? 
Nasıl anlatılsa ki...? 

İki yakın insan arasında geniş bir mesafe var. 
Var gerçeğin farkında olan pek azı da. 
Mesafe...her sevgilinin bencilce gömdüğü arka bahçesine... 
Sakladığı o her insanın gizli çekmecesinde. 


(19.12.2003 / Mecidiyeköy / İSTANBUL)

 

Ozan Öztepe
Dergâh Dergisi / Sayı:185

"İnsanın evrensel sarhoşluğu"


Bazı kitaplar vardır, geniş bir orman gibidir. Ormandaki ağaçlar birer simgedir ve o simge ormanı içinde kaybolduğunuzu sanırsınız. Yönünüzü bulmak, nerede olduğunuzu keşfetmek için ilerlemek zorundasınızdır.  Malcolm Lowry, "Yanardağın Altında" isimli kitabıyla bunu yapıyor. Okuru bir ormanın içine bırakıyor. Okuma eylemi bittiğindeyse okuru içine bıraktığı simgeler ormanı hakkında uzun uzun düşünmeye sevk ediyor.

Kitap; Meksika'da bulunan Quauhnahhuac kentindeki La Selva Otel'de başlıyor. (Selva'nın kelime anlamının "orman" demek olduğunu yazarın kitabın sonundaki açıklamalarından öğreniyoruz.)

Bay Laruelle, Konsolos Geoffrey Firmin, Konsosolos'un ayrıldığı eşi Yyonne ve Konsolosun küçük üvey kardeşi Hugh karakterleri, kitabın üzerinde inşa edildiği dört ana kolon gibi.

Kitabın okunması en zor bölümü ilk üç bölüm ve bu yüzden ilk üç bölümün sindire sindire ve dikkatli okunması gerekiyor. 

Eşinden ayrılmış, kendini içkiye vermiş, sürekli sarhoş gezen bir İngiliz Konsolos'un on iki bölümde anlatılan yaşam öyküsü var bu kitapta. Yazar, on iki rakamını kabala öğretisindeki insan ruhunun yükselme isteğini temsil etmesi, kitabın on iki saatlik bir zaman dilimini anlatması, on iki rakamını evrensel bir simge olması sebebiyle seçtiğini belirtiyor.

Kitabın sonunda yer alan ve yayımcıya gönderilen uzun mektubunda Konsolos'un sürekli sarhoşluğunun insanın savaş yıllarında ya da savaştan hemen öncesi içinde bulunduğu evrensel sarhoşluğu temsil ettiğini açıklıyor yazar ve şöyle diyor: "Konsolos'un yazgısında derin ve kesin bir anlam varsa, bu insanlığın son yazgısıyla olan evrensel bağlantısına göre yorumlanmalıdır."

Bölgemizde, sınırımızda ve yeryüzündeki çeşitli ülkelerde yıllardır bitmeyen mezhep, ırk, daha çok zengin olma, daha çok toprak edinme, petrol, enerji ve güç savaşlarını düşününce Malcolm Lowry haklı diyorsunuz. İnsanlık II.Dünya savaşı sırasında içine düştüğü sarhoşluk hâlini günümüzde de sürdüyor.

Bu tespit, yaşadığımız coğrafyadaki olayları yazarın şu cümleleri üzerinden kıyaslanarak düşünülürse daha net anlaşılır: "Önce İspanyol yerliyi sömürdü, çocukları olduktan sonra da melezi sömürdü, sonra tam kan Meksikalı İspanyol'u, criollo'yu, sonra mestizo yerli yabancı herkesi sömürdü. Sonra, Almanlarla Amerikalılar onu sömürdüler: şimdi geldik son bölüme: herkes herkesi sömürüyor." (syf.352)

Okuması zor bir kitap değil "Yanardağın Altında." Sadece biraz dikkatli, özenli ve ilgi gösterilerek okunması gerekiyor. Altını çizdiğim bir hayli satır var. Ancak ben buraya en çok etkilendiğim, şiirsel bulduğum cümleleri eklemek istedim.

Son olarak şunu da belirtmek isterim. Tıme Dergisi "Yanardağın Altında" yı 1923'ten beri yazılmış en iyi 100 kitap listesine dahil etmiş. Kitap 1984 yılında John Huston tarafından da sinemaya uyarlanmış. 

"İnsan ruhu fethedilemez. Tanrı bile fethedemez onu." (syf.112)

"Gömülü aşkların yaşadıkları mezarsın sen." (syf.171)

"Atlantis gibi battığımı hissediyorum. Derine, iyice derine, korkunç ahtapotların yanına." (syf.178)

"Yvonne birden acıklı bir tavırla Konsolos'a dönerek, "Bana karşı hiçbir duygu, hiçbir sevgi kalmadı mı içinde" diye sordu ve Konsolos düşündü: "Evet, seni seviyorum, dünyanın sevgisi var içimde senin için, yalnız bu sevgi benden çok uzakta ve çok tuhaf; ve çok uzaktan bir vızıltı ya da ağlama sesi gibi; üzünçlü, yitik bir ses duyabiliyorum onu sanki ancak, ama öyle uzakta ki yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu bilemiyorum." (syf.233-234)

"Güçtü bağışlamak, bağışlamak güçtü, güç güç. daha da güç, en gücü, senden nefret ediyorum dememekti." (syf.235)

"Evim yok, gölgem var yalnızca. Ama ne zaman bir gölge gerekirse sana, gölgem senindir." (syf.272)

"Sessizlik kahkaha kadar bulaşıcı bir şey, diye düşündü Yvonne: bir insan kitlesinin huzursuz sessizliği, bir başkasının asık suratlı sessizliğini doğuruyor, bu da bir üçüncüsünün daha genel, anlamsız sessizliğine neden oluyor, her yere yayılıyor böylece. Dünyada hiçbir şey bu kadar anî, tuhaf sessizlikler kadar güçlü değildir." (syf.318)

"İçinde bir ceset taşıyan küçük bir ruhtan başka nedir ki insan" (syf.338)

"Nerde sevgi? Gerçekten acı çektir bana. İhanet ederek yitirdiğim saflığımı, gizemlerin anlamını geri ver bana. -Gerçekten yalnız kalayım ki namusumla dua edebileyim. Yeniden mutlu olalım bir yerlerde, yeter ki yalnız ikimiz olalım, yeter ki bu korkunç dünyanın dışında olalım. Yok et dünyayı!" (syf.339-340)

"Acılar içindeyim, çünkü dudakların yalnız yalan söylüyor ve öpücüklerinde ölüm var." (syf.359)

"Kendi önemsiz ve küçük özgürlük mücadelemle ilgiliyim ben." (syf.368)

"Ucuz ve kusurlu anlarla dolu günler birbirini izliyor." (syf.405)

"Yaşamının içimi doldurmasını, içimde kımıldamasını istiyorum." (syf.405)

"ah, ne kadar benzer sevişmenin inlemeleri ölümün inlemelerine." (syf.409)

"Mutsuzluğum içimde kilitli." (syf.427)



25 Kasım 2014 Salı

24 Kasım 2014 Pazartesi

Yanardağın Altında


Yeni okumaya başladığım ve  Malcolm Lowry'nin 1936-1944 yılları arasında tam dokuz yılda yazdığı "Yanardağın Altında" The Guardian tarafından okunması en zor on kitap arasında gösterilmiş.

Kitap, Sophocles/Antigone' dan yapılan ve aşağıya eklediğim metinle başlıyor.

"Bir çok kudretli şeyler vardır, fakat hiçbiri insan kadar kudretli değildir. İnsan karanlık denizlerin üzerinde, fırtınalı lodos rüzgârlarıyla kabaran dalgaları aşarak, gürültüler arasında yoluna gider. Toprağı, bu ebedi ve yorgunluk bilmeyen tanrıyı bile yorar, kuvvetli atların çektiği sapanı dolaştırarak her yıl onun bağrını altüst eder.

Şu çok bilmiş insan, gamsız kuş sürülerini, ormandaki yırtıcı hayvanları, denizdeki türlü mahlûkları, ipten örülmüş ağlarla tuzağa düşürür. Dağın yabani hayvanını zekâsıyla yola getirir ve atın yeleli başına koşum, ve kimseye râm olmayan dağ boğasının boynuna boyunduruk geçirir.

Bunlardan başka, konuşmayı, yüksek düşüncelerine kanat vermeği, ülkeler idare etmeği, soğuk gecenin  kırağısından, rüzgârın savurduğu yağmurun oklarından korunmayı öğrenmiştir. Her tedbiri bilir, önüne çıkan hiçbir şeyden şaşırmaz. Yalnız ölümden nereye kaçacağını bilemeyecektir; fakat en devasız dertlerin bile devasını bulmuştur."

Böyle bir alıntıyla başlayan kitap bence su gibidir. Derinliği içine girmeden anlaşılmaz.


Bitirince göreceğiz bakalım, okuması zor mu kolay mı?

Türküler


Edebiyatla ve şiirle ilgilenip de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Ne zaman bir köy türküsü dinlesem şairliğimden utanırım" dizesini bilmeyen yoktur sanırım.

Son dönemde sık sık türkü dinliyorum. İyi yorumlanmış türküleri. Sesi, okuduğu türküyle bütünleşen isimleri dinlemeyi seviyorum. Türküleri, şarkıları "Issız Adam" filminin kahramanı gibi plaklardan dinlerdim eskiden. Fakat şimdi eli yüzü düzgün, sağı solu çizilmemiş plak bulmak güç. Bu yüzden kasetçilik, plakçılık gibi mesleklerin boşluğunu cd satan işyerleri doldurdu. Elimiz mahkûm cd'lere. Youtube faktörü var bir de. Arama motorları vs. İstediğin türküye, şarkıya anında, kolayca erişme fırsatı veriyor bu siteler. Kolaylık demişken; aslına bakarsanız hayat kolaylaştıkça, yaşamın değeri ucuzluyor, sanılanın aksine nefes almak zorlaşıyor, hayat daha da çekilmez hâle geliyor bana göre.

Bir dönem yaşadığım İzmir'de, ev arkadaşımın zengin bir plak koleksiyonu vardı. Dual marka pikapta sırayla dinlerdik koleksiyondaki bütün plakları. Geçen hafta gezdiğim bitpazarında bi tane pikap buldum. Ancak iğnesi kırıktı. Almaktan vazgeçtim. Çünkü parça bulmak gerekiyordu. Uğraşmak istemedim. Belki başka zaman sağlam bi tane bulurum dedim, içimden. Makaralı teybi olan başka bi arkadaşım var. Onunla zaman zaman oturup makaralı teypten dinliyoruz sevdiğimiz, dinlemekten hiç vazgeçmediğimiz türküleri, şarkıları. Şiir okuyoruz tıpkı lisede yaptığımız gibi. Plak yoksa makaralı teyp var. İdare diyoruz şimdilik.

Seçiciyim. Zevkler ve renkler meselesi diyoruz biz buna. Örneğin, Erkan Oğur'u asla dinlemem. Zevk almıyorum onun sesinden de sazından da. Nazan Öncel. Zerre kadar hazzetmiyorum kendi sesiyle yorumladığı şarkılarından. Şiirde Cemal Süreya okumaktan da haz almıyorum. Kendimi belki de en çok Edip Cansever dizelerinde bulduğum için Nâzım değil, Edip Cansever okumayı tercih ediyorum.

Zevkler ve renkler meselesi işte.

Dün akşam face mahallesinden bi arkadaşım Neşet Ertaş'ın Gönül Dağı'nı paylaşmış. Jülide Özçelik'ten. Dinledim. Jülide Özçelik dinledikçe can eksilten o türkünün özünü duyumsatmayı başaramıyor okurken. Beğenmedim türkü yorumunu.

Gönül Dağı'nı hemen şimdi burada Neşet Ertaş'tan paylaşmak isterdim, ancak işyerinde müzik siteleri açılmıyor. Ben de burada cd.den dinlerim artık.

"Kimseler görmeden yar oy/Gel gizli gizli"

Kimlik


Çek yazar Milan Kundera'nın "Kimlik" isimli kitabı, hafta sonu bir solukta okuduğum kitaplardan biri oldu. 167 sayfalık kitabın bu denli hızlı okunmasında kısa kısa bölümler hâlinde kurgulanmasının rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. 

Kimlik'te kadın ve erkek ilişkilerini konu ediniyor Milan Kundera. İlişkilerdeki yaş farkını, tutkuların soğumaya yüz tuttuğu, eskiyen, yıpranan bir aşkta birbirini sorgulayan, birbirini gözlemleyen Chantal ve sevgilisi Jean-Marc arasında oluşmaya başlayan mesafeyi, kuşkuyu, yalın bir dille anlatıyor yazar.

Chantal'ın sevgilisinden yaşça büyük olması, yüzünde giderek beliren çizgiler, sevgilisi tarafından beğenilmeme endişeleri, posta kutusunda bulduğu gizemli mektuplar, Jean-Marc ile arasında bir oyun gibi sürdürdükleri ve ilişkilerini yeni bir boyuta taşıyan süreç kitabın başlangıcından bitimine kadar ilmek ilmek işlenmiş.

Bu tür ilişkilerde ya da evliliklerde kadının yaşça büyük olması bizim toplumumuzda çok fazla kabul gören bir olgu değil. İstisnalar kaideyi bozmaz ama toplumsal dinamiklerimiz, asırlardır süregelen aktöreler, aile baskıları, bizim ülkemizde kadının yaşça erkekten daha küçük olmasından yana tavır koyuyor.

Kısaca, bizde istisnalar dışında bu tarz bir ilişkiye rastlamak çok güç...


Kitapta altını çizdiğim satırlar şöyle:

"erkekler artık dönüp bana bakmıyor” cümlesi, bedenin giderek sönmeye başladığını gösteren kırmızı bir işaret lambasıydı. (syf.44)

"aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır." (syf.44)
  
"Özlem mi? Karşısında oturduğuna göre, ona nasıl özlem duyabilirdi ki? İnsan, var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir? (syf.47)

"Erotizm, ticari açıdan karmaşık bir olaydır; çünkü herkes bir yandan erotizmi yaşamaya can atarken, öte yandan, mutsuzluklarının, yoksunluklarının, kıskançlıklarının, komplesklerinin ve acılarının nedeni olarak ondan nefret eder." (syf.57)

"Chantal, ağzını açıp dilini Jean-Marc'ın ağzına kaydırdı, orada bulacağı her şeyi çekip alma arzusu içindeydi. Dillerinin ateşliliği tensel bir gereklilik değil, karşısındakine, tüm varlığıyla, hemen, yabanıl biçimde ve bir an gecikmeden sevişmeye hazır olduğunu anlatmanın bir yoluydu." (syf.58)

"Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışması için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben’ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul. Ben’in çekip küçülmemesi, oylumunu koruması için, anıları bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor; ve bu sulama işi, geçmişin tanıkları ile, yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor. Onlar bizim aynamız; belleğimiz; onlardan hiçbir şey beklemiyoruz, yeter ki o aynayı zaman zaman parlatsınlar, parlatsınlar ki, yüzeyinde kendimizi görebilelim. Ne var ki, benim lisedeyken ne yaptığım umurumda bile değil! İlk gençliğimden beri, hatta çocukluğumdan beri, benim istediğim bambaşka bir şeydi: Dostluğun, değer olarak tüm öteki değerlerin üstünde tutulmasını özlüyordum. Şunu söylemekten hoşlanıyordum: Gerçeklik ile dost arasında seçim yapmak gerektiğinde, ben her zaman dostu seçerim. (syf. 52)

"Oh, hayır, hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez." (syf.88)

"Giz, en çok paylaşılan, en sıradan olan şeydir; beden ve onun gereksemeleri, hastalıklar, saplantılar, kabızlık örneğin ya da âdet günleri. Özel yaşamımıza özgü bu durumları başkalarından utanarak gizlememizin nedeni, bunların son derece bireysel durumlar olması değil, tam tersine, son derece ortak durumlar olmasıdır." (syf.108)                                                                                      

20 Kasım 2014 Perşembe

Yorumlar, öyküler vs.


Blog sayfasını açtıktan bir süre sonra yorum alanını kapatmış, benimle iletişim kurmak isteyecek okurlar için bloğun sağ tarafında tıklayıp girilecek bir kapı bırakmıştım. O kapıdan bana ulaşanların büyük çoğunluğu kapattığım "yorum" alanını sordular. İyi yazdığımı, etkili yazdığımı söyleyenler oldu. Sayfamdaki paylaşımlardan çok yararlandığını iletenler oldu. Paylaşımlarımı izleyerek, okuyarak, görüş belirterek destekleyen arkadaşlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

Bugünden itibaren blog sayfasında yorum bölümünü tekrar açtım. Blogda yazmaya başladıktan sonra listeme eklediğim arkadaşların hepsinin paylaşımlarını düzenli okuduğumu da belirtmek istiyorum.

Geçen hafta dört kitap almıştım. Muzaffer Buyrukçu'dan "bir aşk daha" Naipaul'dan "Yarım Hayat" Ahmet Altan'dan "Kılıç Yarası Gibi" ve Jack Landon'an "Halk Avcısı"

Kitapların üçünü okumayı bitirdim. Jack Landon'u da bu akşam evde bitiririm diye düşünüyorum. Düzenli kitap okumayı rahmetli Metin Abi'den (Metin Güven) öğrendim. İlkokuldan beri kitap okurum ancak düzenli kitap okumak deyince şunu demek istiyorum. Günün belli saatlerinde hergün hiç ara vermeden, ibadet yapar gibi kitap okumak. Belirleyin kendinize bir saat. Ve o saatte kitap okuma eylemi dışında hiçbir şey yapmayın. Ben böyle yapıyorum.

Takip edenler hatırlayacaktır. Öyküler yazıyordum son dönemde. İki yeni öykü yazdım. Birine "Her Günâh Kirlidir" başlığını verdim, diğerine "Poğaçalar." 

Demlenmeye bıraktım bu öyküleri. Biraz beklesinler.

Bu arada, yazdığım öykülerden ikisini paylaştığım ve Türkiye'de öykü denilince en yetkin isimlerden biri olarak kabul gören değerli bir yazarımız öykülerimin iyi olduğunu ve yayımlayacaklarını belirtti. Öyküler yayımlandığında blog sayfamda paylaşacağım elbette. 

İyilikler diliyorum bütün okurlara.

fy

Halk Avcısı


Halk avcıları halktan ne denli uzaksalar o denli yakın ve şirin görünmeye çalışırlar. Sömürü düzenini sürdürmek ve halkın alınterini yağmalamak için tumturaklı laflarla duyguları okşarlar, nabza göre şerbet vererek halkı uyutmaya çalışırlar.

Ama günün birinde tak der halkın canına...

Umutlar çoğalır, öfkeler artar, ele verir tüm ezilenler...

Ve işte o zaman maskeler alaşağı edilir, kuzu postuna bürünmüş halk avcılarının çirkin yüzleri tüm iğrençliğiyle gözler önüne serilir.

Jack Landon/Halk Avcısı, Arka kapak

18 Kasım 2014 Salı

Ahmad Pejman/Bide Majnoun



Yarım Hayat


"Hepimiz her gün geçmişteki günahlarımızın bedelini öderken bir yandan gelecekteki cezalarımızı biriktirmiyor muyuz?" syf.31

"Sessizliğimle özgürüm. Bu mutluluktur." syf.31

"Elime bir silah alıp parmağımı tetiğe koyarak nişangâhtan baktığım anda büyülendim. Bana kalırsa, insanın kendisiyle, tabir caizse konuştuğu en özel, en yoğun anlardan biri, doğru kararın gelip gittiği bu yarım saniyedir, insan bu lahzada neredeyse zihnindeki hareketlere cevap verir. Hiç beklediğim gibi değildi. Karanlık bir odada tek bir mumun alevine bakarak meditasyon  yapan insanların hissettiği söylenen dinî heyecanın, nişan alarak kendi zihnime ve bilincime yaklaştığım anda hissettiğim zevkten daha şiddetli olduğunu sanmıyorum. Bir anda her şeyin gidişatı değişebilirdi ve kendi özel evrenimde kaybolup gidebilirdim. Afrika'da, atış poligonunda olmak ve babanın brahman atalarınıi büyük tapınağın hizmetkârlarını yeni bir bakış açısıyla düşünmek çok tuhaftı. Bir silah satın aldım. Ana'nın büyükbabasının arazisine hedef tahtaları kurdum ve her fırsatta atış talimi yapmaya başladım. Komşularımız bana başka bir gözle bakmaya başlamışlardı." syf.140-141

V.S. Naipaul/Yarım Hayat

Yara ve Kabuk İlişkisi


"Her yara kendine bir deniz kabuğu arar."

fy

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ayfer Vardar/Entaresi Aktandır


Tâ Maryland'dan beni izleyen arkadaşım, bu türkü senin için.

Hayır Böyle Tutkuyla Sevdiğim Sen Değilsin


Hayır böyle tutkuyla sevdiğim sen değilsin
Güzelliğinin parıltısı etkilemiyor beni.
Sende, geçmiş yılların acılarını seviyorum
Ve yıkılıp giden gençliğimi.
Sana baktığımda kimi zaman,
Dalıp gittiğimde gözlerine,
Gizemli bir konuşmaya dalmışımdır,
Seninle değil ama, yüreğimle.
Konuştuğum, sevgilisidir genç günlerimin,
Başka çizgileri arıyorum seninkilerde…
Çoktan susmuş dudakları, canlı dudaklarında senin,
Sönmüş gözlerin ateşini, senin gözlerinde…
Mihail Yurgeviç Lermantov
Çeviri: Ataol Behramoğlu

14 Kasım 2014 Cuma

kukla sahnesi


"Bana sorarsan, dünya aşağı yukarı bir kukla sahnesidir bence. Ama insan perdenin arkasına bakıp kuklacının da ellerinden ayaklarından yukarıya doğru yükselen iplerle bağlı olduğunu görünce, kuklacının iplerinin de başka bir kuklacının ellerinde olduğunu, o kuklacının iplerini de daha yukarıda olan başka bir kuklacının çektiğini, her kuklacıdan bir üstteki kuklacıya uzanan sonsuz bir kuklacılar zincirinin varolduğunu anlıyor. Kökenleri sonsuzlukta olan bu iplerin, birçok değerli insanın yaşamına kanla ve cinnetle son veren sahne oyunlarında kullanıldığını çok gördüm ben hayatımda. Ülkelerin kana ve ateşe boğulmasında da."
Cormac McCarty/O Güzel Atlar, syf.245

Yara hikâyesi


"Yara izleri bir tür tarihtir ne de olsa, tartışılamayacak kadar şahsi hikâyeler tarafından yaratılmış olabilirler."

Damon Galgut/Sahtekâr, syf. 96

12 Kasım 2014 Çarşamba

Nişane


Ben, alnında yalnızlık nişânesiyle doğan kullar zümresindenim.
Issızlığa yakışırım.

fy

11 Kasım 2014 Salı

Ayfer Vardar/Yüzünü Sevdiğim


Büyülü Ceket Ya da Büyülü Telefon



Yukarıdaki görüntüyü bu sabah sosyal medyada gördüm. Bu görüntüyü ilk oluşturan kişi her kimse, düşgücü bir hayli kuvvetli olmalı ya da "Dino Buzzati" nin "Büyülü Ceket" isimli öyküsünden ilham almış olabilir diye düşündüm.

Dino Buzzati İtalyan Edebiyatının geç keşfedilen isimlerinden biri. Üslubu Kafka'ya benzetiliyor. Yazdıkları kendi ülkesinden önce Fransa'da kabul görmüş olan Buzzati'nin "Tatar Çölü" isimli romanı için edebiyat çevrelerinde şöyle bir görüş vardır: "Roman okurları ikiye ayrılır. Tatar Çölü'nü okuyanlar ve okumayanlar."

Buzzati'nin Tatar Çölü isimli kitabını irdeleyen Ercan Dansuk'a ait bir yazıyı daha önce bu sayfalarda yayımlamıştım. Okumayanlar için linki buradan tekrar veriyorum. http://mabelard.blogspot.com.tr/2014/03/tatar-colu.html

Tekrar üstteki görüntüye gelirsek... Dino Buzzati "Büyülü Ceket" isimli öyküsünde, tanıştığı gizemli bir terzide kendisine yeni bir takım elbise diktiren öykü kahramanının, giydiği ceketin cebine elini soktuğu her seferinde onbin liretlik kâğıt para bulmasını ve para hırsıyla insanî değerlerden uzaklaşma sürecini, en sonunda da ceketi yakarak yok etme eylemini anlatır.

Telefondan, ya da ceketten. Paraya, üretmeden, çalışmadan kolayca ulaşmak.

Benzerlik şaşırtıcı.

Böyle bir buluşun gerçek olduğunu düşünelim bir anlığına. Ve herkesin böylesi bir telefona sahip olduğunu hayâl edelim.

Bütün üretim çarkları dururdu. Küresel ekonomik kriz kaçınılmaz olurdu. Ve insanoğlu sonunda dayanamayıp tıpkı Dino Buzzati'nin öyküsündeki ceketin imha edilişi gibi bu telefonları imha etme yöntemini seçerdi muhtemelen.

fy