Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

16 Mart 2017 Perşembe

Osmanlıyı özleyenlerin bilmesi gerekenler


Hollanda krizini ekranlardan izlerken Ankara'da Hollanda elçilik binası ile Hollanda Türk konsolosluğu önünde gösteri yapan vatandaşlarımızın bir kısmının ellerinde taşıdıkları "Kayı Boyu" nu simgeleyen mavi  beyaz flamalar dikkatimi çekti. O vatandaşlarımıza hem Ankara hem de Hollanda'nın başkenti Rotterdam'da Kayı Boyu flamasını taşıttıran duygunun adı neydi? Özenti, özlem, aidiyet mi diye epeyce düşündüm. 

Bir kişinin kendini herhangi bir yere, ulusa, kimliğe, ideolojiye ait hissetmesi olağandır. Aidiyet duygusu şiddete yönelmediği sürece hukuken herhangi bir suç unsuru oluşturmaz. Özenti ve özlem de öyle. Bu duygular özneldir. Kişiye özeldir. Ama sebepleri, niçinleri, nasılları tartışılabilir.

Osmanlıyı özleyenlere şu soruları sormak isterdim. Osmanlı'nın neyini özlüyorsunuz? Otakratik yönetim biçimini mi? Din devlet ilişkilerini mi? Sosyo-kültürel, iktisadi yapısını mı? Sahi neyini?

Altını çizerek söylüyorum. Söyleyeceklerimin yanlış yerlere çekilmesini kesinlikle istemiyorum. Niyetim sadece okuduğum bir kitaptan yapacağım alıntılarla kısa bir durum tespiti oluşturmak. Bakınız öncelikle şunu kabullenelim. Osmanlı toplumu modern bir toplum yapısına sahip değildi. Osmanlı toplumunda teb'a durumundan öteye geçemeyen halkın kendisini yönetenlerden bir şey talep etme gücü, cesareti, bilgisi de yoktu. Bu tespite Şeyh Bedrettin, Celali, Şahkulu ayaklanmalarını örnek göstererek itiraz edenler olabilir ama bu eylemler Osmanlı tarihinde  tıpkı çöldeki birkaç damla yağmur gibidir ve Osmanlı genel tarihi manzarasını değiştirmez. 

"Osmanlı toplumu eylem sosyolojisi açısından dikkate alındığında kendi tarihlerini üretecek bir aktör konumunda olmayıp, teb'a  olmakla tarihin akışına seyirci kalan edilgen bir kalabalık görüntüsü vermektedir. Bu görüntünün sürekliliği topluma uzun yıllar enjekte edilen, temeli kültüre dayalı ancak dinî olarak tezahür eden kutsallaştırılmış düşüncelerle pekiştirilmiştir. Oysa toplumların hareketliliği sahip oldukları düşüncelerin yanında içinde bulundukları zaman ve mekân boyutlu şartlarda oluşan insan-eşya ilişkileri çerçevesinde meydana gelmektedir. Bu durumda tarihsel eylemin aktörleri olan insanlar, otakratik, keyfi düşüncelerden hareketle değil, bizzat insanın eşya ve yaşadığı evrendeki çevre ile ilişkisinden, mevcut durumlar hakkındaki düşüncelerinden hareketle belirli bir değişim yapabilirler. Aksi halde ister klasik isterse modern görünümler altında olsun güdülen ya da güdümlenen bir toplumun değişimi yakalaması mümkün değildir.(1) 

Horatius'un bir sözü var. "Korku içinde yaşayan asla hür değildir."

Sultan Abdülaziz'e yazdığı bir mektuba "Padişahların sarayına en güç giren şey doğruluktur" diye yazarak başlayan ve bir süre sürgün yaşadığı Paris'te Jön Türk hareketinin önderliğini de yapan Mustafa Fazıl Paşa korku ve baskı altında yaşayan Osmanlı halkında fıtrî zekânın günden güne zayıfladığına dikkat çeker.

Korku ve baskının altında ezilen ruhların oluşturduğu ortamlarda ne derecede hür irade ve özgürlükten söz edilebilir. Böyle bir toplumun içinde düşünen, üreten beyinlerin gelişmesi de elbette beklenemez.(2)

Mevzu derin. Kaz kaz bitmez. Netice itibariyle Osmanlı'da merkez ve çevresindeki halk birbirinden kopuktur. Merkez taşraya kuşku ile bakmaktadır. Merkez ile çevre arasında ekonomik değişkenler mevcuttur. Merkez askeri bir yapıya sahip olduğu için devletin bürokratik çekirdeğinin çevre üzerinde etkisi her alanda kendi ağırlığını hissettirmektedir. Bu yapı içerisinde oluşan sosyo-kültürel durumu Ziya Gökalp şöyle özetliyor.

"Her millette yanyana yaşayan iki zümre görülür: bunlardan birine halk diğerine güzide (seçkinler) denilir. Ancak bizim dışımızdaki milletlerde bizde olduğu gibi hiçbir zaman katı bir ayrılık yoktur. (...) Başka kavimlerde resmi medeniyetle halk medeniyeti o kadar açık bir suretle ayırt edilmez. Türklerde ise bu ayrılık ilk bakışta göze çarpar. Türklerde resmi lisandan, edebiyattan, ahlaktan, hukuktan, iktisadiyattan, teşkilattan büsbütün başka bir halk lisanı, edebiyatı, ahlakı, hukuku, iktisadiyatı, teşkilatı vardır. İşte Osmanlı zimamdarlarının (seçkinlerin ve ileri gelenlerinin) Türk halkına hiçbir kıymet vermemesi yüzündendir ki memleketimizde yanyana olarak iki lisan, iki vezin, iki edebiyat, iki musikî, iki bedi, iki ahlak, iki felsefe, hatta iki türlü din telakkisi vucuda geldi." (3)

Yukarıda belirttiğim gibi mevzu hakikaten derin ve bu mevzular öyle tek kalemde yazılıp çizilecek gibi değil. Şimdilik bu kadar açıklama yeterlidir sanırım. 

"Yol uzun güzergâh zorlu." 

Yeri geldikçe ve fırsat buldukça Osmanlı üzerinde durmaya devam ederiz.

İyilikle kalın.

fy

Kaynaklar
(1) Fazlı Arabacı, Yeni Osmanlıların Dini Ve Siyasi Görüşleri
(2) A.g.e.s, syf. 142
(3) A.g.e.s, syf. 95

Hiç yorum yok: