
2010
yılında kaybettiğimiz Metin Güven, kendi yayımladığı Onaltıkırkbeş Dergisinin
39.sayısında “Önce İnsan, Sonra Lahana!” başlığını verdiği yazıya şöyle başlar: Ve Edip Cansever “Şiiri Şiirle Ölçmek”
isimli kitabında soruyor: “Şiirimizde doğa var mıdır, yok mudur?” Bu sorunun
yanıtlarını aramadan önce ‘soru’nun ne kadar doğru olduğunu bir araştıralım
isterseniz. Önce küçük bir soru: Doğa
nedir ve biz doğadan ne anlamalıyız? Doğa, birçok insanın sandığı ve söylediği
gibi su kenarları, ormanlık yerler, dağlar ve bütün türleriyle hayvanlar mıdır?
Yoksa insanı da içinde barındıran bir gerçeklik mi? Ve başka bir soru: “İnsan
doğanın bir parçası mıdır, yoksa doğanın asli unsuru mu? Doğa bana göre,
hayatın, doğal diyalektiğine uygun gelişme dinamikleri olan ve içinde insanı da
barındıran bir bütünlüktür. Bu anlamda insan, doğanın bir parçası değildir,
doğanın asli unsurudur. Ve insan-doğa ilişkisi, sürekli değişim ve etkileşim
zinciri içerisinde yürür, yürümelidir. Ama bu “süreç” çoğu zaman insanın zararına bir sonuç
doğurabilir. Rant peşinde koşan insanoğlu
(ve kızı) doğayı hırpalar ve kendisi de sarsılır, parçalanır bu arada.
Bu kısa yazının konusu “Doğanın
Diyalektiği” ve ona engel olan insan
gücü değil elbette. Benim meselem, şairin içindeki doğa ve doğanın içindeki
şair!” İnsan, bütün tezahürleriyle doğa içindeki en “akıllı” ve belki de en
“vahşi” öğe olduğu için, egemendir, “asli unsurdur.” Şair dediğimiz insan bir
yanıyla “zavallı”dır ama diğer yanıyla da “canavar”dır. Ve bu yüzdendir ki; insan-doğa boğuşmasında
insanı “masum” görmek ve göstermek bana pek doğru görünmüyor. Tam da burada
şairin doğaya bakışında etken olan şeyleri sıralamak gerekiyor. İçinde
bulunduğu çağın şiir ve doğa anlayışı, şairin sahip olduğu ideoloji. Bu iki
faktör şairin şiirindeki temel ekseni oluşturur zira. Bu iki faktörü doğru
kavrarsak, tek tek şairlerle uğraşmaktan da kurtuluruz. Şair-doğa ilişkisine
böyle bir noktadan baktığımızda, sözün ve şiirin doğayla ve tarihle ilişkisine
de doğru bakarız.”
Yukarıdaki
alıntılardan şuraya gelmek istiyorum. Şair şiirini sahip olduğu ideolojiye göre
mi yoksa çağın şiir ve doğa anlayışına göre mi kuracaktır? Doğru olan
hangisidir? Hiç kuşku yok ki tek bir alan ya da ideoloji üzerine angaje olarak
yazan şairler olduğu kadar seçtikleri temayı doğrudan doğruya hayattan, kendi
deneyimlerinden, düşünsel birikiminden, tarihten, felsefeden, doğa ve çevreden
almayı tercih edenler olabilir ama Goethe’nin edebiyatta konu seçimi hakkında dostu
Eckermann’a söylediği “salt edebi konu
siyasal konudan çok önde gelir, aynı saf sonsuz tabiat hakikatinin parti
görüşünden önde olduğu gibi” cümlesi doğruyu ararken bize yön gösterici bir
işaret fişeği gibi karşımızda durmaktadır.
Evet,
tabiat hakikattir ancak günümüzde de “insanları
bilimsel olarak ortaya konan matematiksel şablonlar ve tablolar, rakamlar ve
istatiksel veriler pek etkilememektedir. İnsan bilincine asıl ulaşan
hikâyelerdir.” Şiirin hikâyesi ise şiirin tarihidir. Yani etkilenmelerdir,
insanlığın ve şiirin gelişimi içerisinde ortaya çıkan geçişlerdir. Başka nedir?
Ülkeler arasındaki kültür farkıdır. Şiiri yaratan insanların yani şairlerin
hayatı yaşarken ve yorumlarken kullana geldikleri “yorum farkıdır.” Şairin özel
yaşamıdır. Şairin genetik özellikleridir, vb. şeylerdir.”
Peki, o
halde şiirin hikâyesine “doğa ve çevre” nasıl ve ne zaman dâhil olmuştur? Bu
sorunun yanıtı için şiirin tarihinde geriye gidelim ve konuyu irdelemeye Recaizade
Mahmut Ekrem ile başlayalım. Recaizade Mahmut Ekrem Tanzimat şiirinde tabiata
dikkat çeken isimlerden biridir. Recaizade’ye göre edebiyat ve özellikle şiir,
güzel sanatların bir kolu olduğuna göre şair sanatı yaratacak ilham perisini
tabiatta aramaya yönelmelidir. Recaizade’nin Nağme-i Seher ve Zemzemelerinde
tabiat karşısında hayranlıkla yazdığı şiirleri yer alır. Özellikle yeni tarzda
kaleme aldığı “Çoban”, “Çiçek” gibi şiirlerinde tabiatı acemi bir sanatçı gibi
seyreden şair, III. Zemzeme’deki “Bu da Bir Şi‟r-i Muhzin-i Diger”, “Hilal-i
Seher”, “Nevbahar” gibi şiirlerinde, zengin bir tabiat tablosu çizmeye çalışır.
Tabiatı sonsuz bir kaynak olarak algılayan Recaizade, Takdir-i Elhân’da, “Zerrâttan şümûsa kadar her güzel şey
şiirdir” der. Ona göre tabiat, sanatkârın en büyük öğreticisidir. Bu
bakımdan Takdir-i Elhân’da, “Hepimiz
tabiatın acemi birer şâkirdiyiz” demiştir. Orhan Okay, tabiatın gerçek
anlamda ilk defa Ekrem’in şiirleriyle edebiyatımıza girdiğini söyler.
Tanzimat
dönemi Türk şiirinde Batı şiirinin de etkisiyle yeni bir tabiat algısı ortaya
çıkmış ve özellikle şiirin muhtevasında değişimler yaşanmıştır. Bu dönem
şiirinde tabiat daha dinamik bir hâl alırken Abdülhak Hâmid Tarhan, duygu ve
hayâl bakımından klasik şiirden uzaklaşarak Türk şiirinde tabiata yeni bir bakış açısı
getirir. Hâmid, ilk eseri ‘Belde’de tabiatı sathî boyutu ile ele alırken, ‘Sahra’ ile onu
keşfetmiş, ‘Bunlar Odur’da ise bu keşif hayranlığa dönüşmüştür. Bir başka ifade
ile Hâmid’in tabiat karşısındaki tavır değişiklileri, onu tanıyıp farklı
boyutları ile idrak edebildiği bir sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. O, Sahra
şiir kitabı ile yeni Türk edebiyatında pastoral şiirin ilk örneklerini verir.
Servet-i
Fünun şiirinin en önemli şairlerinden Tevfik Fikret sadece edebiyat alanında
değil, mûsikî ve resim ile de meşgul olmuştur. Tabiatı önemli bir kaynak olarak
gören Fikret, resim ve fotoğraf altına şiir yazma geleneğinin başarılı
örneklerini vermiştir. Fikret’in tabiata geniş yer verdiği şiirlerinden
bazılarını şöyle belirtmek mümkündür: Beyaz Yelken, Bir Levha, Âşiyâne-i Lal,
Bir Tablo, Salıncakta, Yağmur, Baharda, Yeşil Yurt, Mâ’î Deniz, Âveng-i Şühûr,
Bir Ân-ı Huzûr, Berf-i Zerrin, Perî-i Hazan vb. “Mai Deniz” Fikret’in en güzel
tabiat şiirlerinden olup şair burada tabiatı seyretmekle beraber, onun muhayyilesinde deniz farklı bir varlık
haline gelir: “Sâf ü râkit... Hani
akşamki tegayyür heyecân? Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân, Bir çocuk rûhu kadar
şimdi münevver, lekesiz, Uyuyor mâî deniz.”
Tevfik
Fikret’in tabiat konulu şiirlerinde yer yer melankolik bir yapı gösterir.
“Hazan Yaprakları” ve “Evrâk-ı Siyâh”ı buna örnek vermek mümkündür. Şairin
tabiat konulu diğer şiirlerini şöyle sıralayabiliriz: “Krizantem”, “Akşam”, “Ufk-ı Hilâl”. Ayrıca Fikret,
François Coppeé’nin Les Mois (Aylar) adlı şiirinden esinlenerek kaleme aldığı
Âveng-i Şühûr’da, mart ayından başlayarak yılın on iki ayını tasvir ederken
tabiata dair unsurlara da geniş yer verirken tabiatı âdeta renklendiren bir
şiir tarzını Türk edebiyatına kazandırmak istemiştir.
Servet-i
Fünun şiirinin bir diğer önemli ismi Cenap Şahabettin’in şiirlerinde de geniş
bir tabiat vardır. O, birçok şiirinde psikolojik yapısını ifade etmek için
tabiattan yararlanır. Cenap, tabiat ile insan ruhu arasında bir bağ kurmaya
çalışır. O, insan ile kâinat arasında bir "ruh-i kâinat” olduğunu düşünür.
“Tabiat Karşısında Şâir” adlı yazısında Türk edebiyatında tabiata gereken
önemin verilmediğini, tabiata önemin modern edebiyat ile özellikle de Edebiyat-ı
Cedide tarafından verildiğini ifade eder.
Cenap
Şahabettin’in tabiat izleğini ağırlıkta işlediği birçok şiiri arasında “Elhan-ı
Şitâ” diğerlerinden bir adım öne çıkar. Çünkü “Elhan-ı Şitâ”, Cenap
Şahabettin’in en tanınmış şiirlerinin başında gelmekte olup şairin olduğu kadar
Servet-i Fünûn’un da şiir anlayışını geniş ölçüde yansıtır. Servet-i Fünûn
şairleri renk, musiki, resim ve harekete önem vererek, daha çok tabiatın dış
görünüşünü ele almışlardır. Şair, Elhan-ı Şitâ’da tabiat unsurlarına insana ait
özellikler vererek tabiat insan ruhu arasında yakınlık kurar ve kış mevsiminde
kar yağışını müzikal bir şekilde anlatır. Onda kış mevsiminin soğuğundan,
fırtınalarına, kar yağışının hayatı olumsuz etkileyişine dair bir işaret
yoktur. Şair bir sabah tablosunu resmeder gibi bir kış tablosu çizmiştir.
Fecr-i
Ati’nin önemli ismi Ahmet Haşim’in şiirlerinde de tabiat görsel bir değere
evrilmiş, onun şiirlerinin tablo gibi değerlendirilmesine sebep olmuştur. Göl
Kuşları ve Göl Saatleri isimli şiir kitaplarında tek bir ânı veya tek bir kuşu
tasvir etmiştir. Göl Kuşları kitabında yer alan “Siyah Kuşlar” şiiri âdeta bir tabiat
tablosu gibidir. Şiirin böyle değerlendirilmesinin en önemli sebebi tasvir
edilen kuşların hareketsiz durmalarıdır. Şair kuşları, kesik bir başa benzeyen,
batmakta olan güneşi yiyerek ve güneşin ruhuyla beslenen canlılar olarak
betimlemiştir.
Türk
Modern şiirinin en önemli isimlerinden Nazım Hikmet’in “Dünyayı Verelim
Çocuklara” başlıklı şiirinde dünya ve onun parçası olan elma, ekmek ve ağaç
insanlar tarafından alınıp verilecek birer nesne olarak görülmekte ve dünya
alınıp verilen bir nesne olmanın dışında “öğrenen” rolüne indirgenerek insanın
dışında bir olgu ya da onun bir malzemesi olarak algılanmaktadır.
“Güneşi
İçenlerin Türküsü” başlıklı şiirinde Nazım Hikmet, duygu dolu ve belki de
sembolik bir anlatımla insan ve güneşten birer düşmanmışçasına bahsetmekte ve
insanlara doğa güçleriyle savaşan birer
kahramanlarmış gibi hücum etmeyi önermektedir. “Akın var/ Güneşe akın! Güneşi zaptedeceğiz/ Güneşin zaptı yakın!”
Ahmet
Hamdi Tanpınar şiirlerinde ise güzel yalnızca hoş olan değildir, aynı zamanda;
hayaldir, gizemdir, sonsuzluktur, gecedir. Bu göz ile bakıldığında okuyucu;
çevresinde, özellikle doğada var olan nesneleri, elbise giymiş birer somut
göstergeli güzellik olarak algılar. Çünkü doğa, şairin gözünde öylesine
güzeldir ki, artık çevresinde güzellik adına ne varsa hepsi onun için doğaya
benzer. Nitekim bazı şiirlerinde bu iki kavram, doğa ve güzellik birbirinin
yerine geçecek kadar özdeşleşir. Tanpınar her şeye tabiatın gözüyle baktığı
için, söz konusu dünyayı kendi dünyasında bireysel ve sosyal yaşamla öylesine
örtüştürür ki, tabiatın güzellikleri ile sosyal yaşamı biçimlendirir, sosyal
yaşamın çirkinlikleriyle de doğayı tanımlar. “Hatırlama” isimli şiirinde
doğadan insana, daha doğrusu, kadının güzelliğine geçer. Burada da kadının
güzelliği doğanın güzelliğine, doğanın güzelliği de kadının güzelliğine
dönüşmektedir. Bu güzellikle şair, sevgilisinin kendinde uyandırdığı duyguları
anlatmaktadır. Ama kendisinde uyanan güzellik ne olursa olsun, o tabiattaki
güzelliğin bir benzeridir.
Orhan
Veli’nin bir bahar gününü tasvir ettiği “İstanbul’u Dinliyorum” başlıklı şiirinde
insan, İstanbul’da ya doğal ve insan yapısı olan bütün çevreyle bütünleşmekte
olan varlık olarak betimlenmiş ya da bütünü dinleyen bir parça olarak
çevresinden soyutlanarak bir gözlemciye ya da kayıt cihazına indirgenmiştir.
Bedri
Rahmi Eyüboğlu tabiata bir çocuk ruhu ile bakan yeni resmin izinde olan bir
ressamdır. Şiirlerinde de bu yolda ilerler. Onun şiirlerinde tabiatın bir
parçası olan insan bütün hâlleri ile yer alır. Şiirinde yabancılık hissi
uyandıran hiçbir kullanım yer almaz. İmgesiz yalın bir anlatımla şair,
okuyucusunu aynı hissin içine sokar.
Turgut
Uyar’ın “Geyikli Gece” isimli şiirinin “O Zaman Av Bitti” bölümünde yer alan
dizelerinde de “geyik”, “av” motifiyle ilişkilendirilerek, bir “doğa” simgesi
olarak kullanılır. “O Zaman Av Bitti”de “geyik” doğaya ilişkin bir imge, bir
doğa simgesi olduğu ortaya çıkar. Anlatıcı açısından, geyiğin avı, simgesel
olarak “son av”dır; avcı-toplayıcı toplumun sonu, tarım toplumunun başlangıcı,
ataerkilliğin sonu, anaerkilliğin başlangıcı, yabanlığın sonu, uygarlığın
başlangıcıdır. Sonuç olarak, Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda geyik, kadını ve
doğayı simgeler. Şairin arzu ettiği, “Göğe Bakma Durağı”nda olduğu gibi
şehirden, insanlardan kaçmak, “Geyikli Gece”ye, yani kadına ve tabiata
ulaşmaktır. Dolayısıyla “yaşamın kaynağı doğa ve kadındır” düşüncesinin iletilmesi
eserde işlevsel bir önem taşımaktadır.
Sezai Karakoç’un
ise başta “Av Edebiyatı” şiiri olmak üzere tabiatın tahrip edilmemesi,
hayvanların katledilmemesi merkezinde
kaleme aldığı şiirleri vardır. Sezai Karakoç’un şiir ve düşünce yazılarında
tabiata bakış açısını oluşturan temel öge, İslamî duyuştur. Karakoç’un kimi
şiirlerinde tabiat ile birlikte hayvanların katli de düzenin bozulmasına yol
açtığı için tabiatı tahrip eden başta avcılara, genel anlamda ise “insanlara”
öğütler verilir. Karakoç’un “Av Edebiyatı” şiiri avcı, hayvan ve doğadan
müteşekkil üçlü bir ağ üzerine inşa edilmiştir. “Ben avcı olamam gül koparamam”
diyen Karakoç için tabiat Allah’ı, Hz. Peygamber’i ve sevgiliyi anlatmak için
bir araçtır.
“Köpük” şiirinde ise, sevgilinin yanı sıra
Yasin suresi ile tabiat arasında bağ kuran Karakoç, “Kar Anıtı” şiirinde karı izlerken,
“karın sağladığı o beyaz kent”te bir
taraftan karın şehri ve tabiatı temizlemesi ile “az rastlanır bir mutluluk” duyar
diğer taraftan dağa, ağaçlara ve aya bakıp Hz. Musa’yı ve Hz. Muhammet’in
mucizelerini hatırlar. “Kış Anıtı” ve “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirlerinde ise
tabiat, diriliş erlerinin yardımına koşan bir nevi ilham kaynağıdır.
Gülten
Akın’a göre şiir bir başkaldırı ve dönüştürme aracıdır. Dünyayı yeniden kuran,
düzenleyen bir türdür. Şiirin ana malzemesi hayattır, dünyadır ve şiir hayattan
aldığı malzemelerle tekrar yeni bir hayat, yeni bir düzen kurar. İlk şiir kitabı Rüzgâr Saati’nde bulunan
“Havada Bir Hoş Aydınlık” adlı şiirinde, dış tabiatta baharla birlikte bir
tazelenmenin, insan tabiatında ise buna
paralel olarak bir yaşama sevincinin belirdiğini ifade eder. Ancak, hayatı umut
ve yaşama sevinciyle algılayan insanın, şehre gitmekle, hem bunları hem de
kendisini unutturduğunu şöyle dile getirir: “Yürekte
bir yavru serçe/ Çırpına çırpına yorulur/ Çay denize gitti gider/ Yaban şehirlere
giden unutulur.” Şiirde, duygu dünyası, tabiata ait “serçe”, “çay” ve
“deniz” gibi kavramlarla ilinti kurularak açıklanmaya çalışılır. Çırpınan ve
yorulan “yavru serçe”, anlatıcının umudunu ve özgürlüğünü işaret etmekte,
“deniz”e akan “çay” ise, özgürlüğe kavuşmayı sezdirmektedir. Şiirlerini kadın
duyarlılığı ile yazan Akın’da doğa, çevre ve insan ilişkisinin izleri “Beni
Sorarsan” isimli şiirinde de görülür. Bu şiirin ilk mısrasından itibaren yoğun bir
yalnızlıkla karşı karşıya kalırız. Kışla beraber kendi içine çekilen doğa gibi
şair de yalnızdır: “Beni sorarsan, Kış
işte.”
Metin
Güven’in 2008 yılında yayımladığı “Kedi Uykuları” isimli kitabı için de insan,
hayvan, doğa ve çevrenin bireşimidir diyebiliriz. Güven’in “Kedi Uykuları”nda yakaladığı üslup sanki hayata
ve doğaya tutulan şiirsel ayna gibidir. “Bahçe”. “Arkabahçe”, “Hevenk”, ”Köy”,
“Yaz”, “Kırmızı Değirmen”, “Sardunya, Yaseminler Ve Yönelişler Arasında”
başlıklı şiirleri sağlam bir dünya görüşü, hümanizm tuzağına düşmeden varılmış
ve yakalanmış doğa ve insan sevgisiyle vefalı davranmayı önemseyen bir şairin
dünyadaki varoluşunun verimiyle yazılmış şiirlerdir.
Türk
şiirinde yukarıda verilen örneklerin dışında doğa, çevre motiflerinin hâkim
olduğu pek çok eser bulunabilir fakat bu eserlerin düzenli bir biçemle
çağımızın ekolojik sorunlarıyla ilgilendiği söylenemez. Ekopoetika ya da
ekoşiir Türk şiiri için yeni kavramlardır. Batı’da yirminci yüzyılın sonlarına
doğru varlığı kabul edilen çevre sorunlarına karşı edebiyatın bir tepkisi olarak
yazılıp çizilen, tartışılmaya başlanan ekoeleştirinin, ekoşiirin Türk
edebiyatında da yer bulması, üzerinde düşünülüp tartışılması kayda değer bir
gelişme olarak değerlendirilmelidir.
Yazınsal
kuramların ilgisini insan dışındaki çevreyi ve canlıları incelemeye yönlendiren
ekoeleştiri, yazınsal metinlerde şimdiye kadar yerleşmiş geleneksel doğa
kavramını yıkarak bilimsel bir çevre görüşünün kabul edilmesini sağlamıştır.
Ekolojinin vazgeçilmez öğesi olan doğadaki her bir parçanın birbirine
bağımlılığı ilkesinden yola çıkarak insan merkezli düşünce sistemini
köklerinden sarsmıştır. Bunun yerine eşitlik ilkesine dayanan ve insanı
milyonlarca diğer türden yalnızca biri olarak gören bir dünya görüşünü ortaya
atmıştır. Kısacası, toplumsal ve kişisel bazda radikal değişiklikler öngören
ekoeleştirel kuram, insan düşüncelerini şekillendirip, yönlendirme gücüne sahip
olan edebiyata çevre bilincinin yerleştirilmesi konusunda çok önemli roller
yükleyerek, doğayla dost yeni bir dünya görüşü için çalışır.
Son
yıllarda Elif Sofya, Anita Sezgener, Naze Nejla Yerlikaya, Güven Turan, Nazmi
Ağıl, Süreyya Berfe, Gürgenç Korkmazel, Turgay Fișekçi ve Hüseyin Kıran gibi
pek çok şair farklı ekolojik sorunlara değinmekle yetinmeyip aynı zamanda dil
ve ekoloji arasındaki ilişkiyi irdelemekte ve deneysel anlatım teknikleri
keşfetmektedir. Örneğin, Nazmi Ağıl’ın insan-hayvan karşılaşmalarına esprili
bir dille değindiği Kokarca Aramak (2005) başlıklı kitabından tutun da Elif
Sofya’nın Dik Âlâ (2014) başlıklı kitabına kadar pek çok eser Türkiye’de yeni
bir ekoşiir tartışmasının doğduğunu göstermektedir. Nitekim 2015’te yayınlanan
Cinayşe adlı feminist kültür-sanat dergisinin on dördüncü sayısının “Ekolojik
Şiir” konusuna ayrılması ve bu sayıda pek çok Türk ve yabancı şair ve
eleştirmene yer verilmesi de bu alanın yükselişte olduğunun kanıtıdır.
fy
Kaynaklar:
1-Metin Güven, Önce İnsan Sonra Lahana,
Onaltıkırkbeş, 2010, Sayı: 39
2-Serpil Oppermann, Ekoeleştiri, 2009
3-Önder Adalı, Şiirin Hikâyesi,
Onaltıkırkbeş, 2009, Sayı:30
4-Mustafa KARABULUT, Cenap Şahabettin’in
Şiirlerinde Tabiat İnsan Ruhu İlişkisi, International Journal of
Languages’ Education and Teaching, 2015
5-Mehmet Emin Uludağ, Ahmet Hamdi Tanpınar
Şiirlerinde Güzel Kavramı Üzerine Bir İnceleme, Dicle
Üniversitesi
Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 2014, Sayı: 22
6-Sıla Ozan, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun
Şiirlerinde Görsellik, Yüksek Lisans Tezi, 2011
7-Zübeyde Şenderin, Turgut Uyar’ın Şiirinde
Kent Yaşamı Ve Birey, İletişim Kuram Ve Araştırma Dergisi,
2016, Sayı: 43
8-Filiz Furtuna, Sezai Karakoç Şiirlerinde
Tabiat Ve Kültür Unsurları, KMÜ Sosyal ve Ekonomı̇k Araştırmalar
Dergı̇si,
2014, Sayı: 16 (Özel Sayı II)
9-Dilek Bulut, Çevre Ve Edebiyat: Yeni Bir
Yazın Kuramı Olarak Ekoeleştiri, Littera, 2005, Sayı: 17
10- Arda Arıkan, Edebi Metinlerin
Çözümlenmesi Ve Ekoeleştiri, MJH Akdeniz.edu.tr, 2011
11-Yrd.Dç.Dr.Meliz Ergin, Yrd.Dç.Dr. Özen
Nergis Dolcerecca, Edebiyatta Ekoeleştirel Yaklaşımlar: Ekoşiir
Ve Elif Sofya, Sefad, 2016, Sayı: 36