Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

15 Mart 2015 Pazar

kent bildirisi


ne kaldı
harflerden başka tutunacak
sesler de uzaklaşıyor
aşk desen kurşun
sıyırıp geçti üzümü

makaslar kırıldı
boyuma ve huyuma göre
bir hayat biçemiyor terziler
sokağa çıksam
karşıdan karşıya ölüm

çok zamandır bir baş dönmesi
ve içimde cız sesi

dedim ya, ne kaldı
bir kent ancak
böyle kusuyor oğullarını

ömer turan
temmuz 2013

13 Mart 2015 Cuma

Uzaktaki Sevgiliden Mektup


Bunu siz mi istediniz, gam yükünü yele verdi yüreğim
Bahçenizden özenle ayırdım ayrık günlerimi
Sancılarınıza giyotin kesildim, dirildiniz
Beni unutmalarınıza bengisu verdim, güreldiniz
Ben mineli akşam yeli
Gel git zaman renk bezedim kara toprağınıza
Öpülmemiş kollarımda çarmıh hasreti
Belleğimde eski aşklarım, telörgülerim.

Dolunaylı düşlerimi sizden miras bildim
Yeni akıntılara kapıldım dudağımın tuzuyla
Titredim uçurum bakışınızdan eksildim
Kaktüsleriniz yüreğimi kanatmadan önce
Serap düşkünüydüm ben kendi ıs'sız çölümde
Ben mineli bahar seli
Şimdi ipince yaz yağmurundan incinirim.

Kırılgan heveslerim, kadim sırdaşlarım benim
Hâlâ göğüs kafesimde gizemli putlarınız
Şirin dertlerinize derman oldum, şimdi devran
Değişti, odalar gitgide dar, sokaklar rüzgâr
Ben mineli hüzzam dili
Akdeniz'le bir kırlangıç ömrü söyleşemedim.

Üzgünüm, sizi hoyrat bir yüzyılda yitirdim
Çözümsüz saç örgülerim tel tel paslanırken
Kendime kuşbakışı serin bir avlu seçtim
Ben mineli dünya gülü
Yarın nemli balkonumda demlenen hasretimle
Bekliyor sizi akşam çayıma karanfillerim.

Ruhumu hüzünlerle incitmeyin, zaman benim
Göğüm sizinle gölgesiz, güneşiniz kolay gelsin
Nice görüşmeyeli
Zamanı gözlerinizle aldattım, başım dönüyor
Bilirsiniz sizi anımsadığım tan vakitleri
Tepeden tırnağa yaprak ve çiçek kesilirim.

Cansever Eyüboğlu

11 Mart 2015 Çarşamba

Sezai Karakoç Şiirlerinde Biçem ve Konuların Uyumu



Herkesin anlayacağı bir ifadeyle söylemek gerekirse konu neyin anlatıldığı, biçem ise bunun nasıl anlatıldığıdır. Mimarlıkta, figüratif olmayan resimde ve çoğu müzik yapıtında konu yoktur. Bunlardaki biçem bir şeyin nasıl anlatıldığına bağlı olamaz, çünkü bunlar doğrudan bir şey anlatmaz; başka şeyler yaparlar, başka ifade yollarını kullanırlar. Yazınsal yapıtların pek çoğu bir şeyler anlatırken çoğunlukla başka şeyler de yapar; yapıtların bunları gerçekleştirirken izlediği bazı yollar da biçeme ilişkindir. Ayrıca bir yapma tarzının ‘ne’si, bir başkasının ‘nasıl’ı olabilir. Aslında söz konusu tek işlevin anlatmak olduğu yerlerde bile, biçemin dikkate değer kimi özelliklerinin, anlatırken izlenen yolun özellikleri değil de konunun özellikleri olduğunu kabul etmek gerekir. Bu sebeple pek çok açıdan konu biçemle ilişkilidir. Çünkü biçemin ayırdına varmak, sanat yapıtlarını ve sundukları dünyaları anlamanın ayrılmaz bir parçasıdır.(1)

İlk şiirlerini Garip Akımı’nın hüküm sürdüğü 1950’li yıllarda yayımlayan Sezai Karakoç’un şiirde asıl yolculuğu İkinci Yeni Akım olarak adlandırılan dönemle başlar. Genel olarak bu dönem şiirlerinin biçim bakımından değilse de biçem ve içerik bakımlarından oldukça farklı olduğu açıkça görülebilir.  İkinci Yeni şairlerinin, dilin ve şiirin kurallarına Garip’ten daha köktenci olarak “başkaldıran” biçemlerine, “referanslarını” yaşamın traji-komik” çelişkilerinden alan içeriklerine karşılık; Sezai Karakoç’un dili ve biçemi daha “uslu”, içeriğindeki “geleneksel” öğelerle daha “dramatik”tir ve İkinci Yeni’nin çoğu kez kaçındığı “anlatı”yı gözüpek bir tavırla kullanmaktan çekinmez. Bunun sonucu olarak da Sezai Karakoç’un, “biçemin arkasında kalan düşünce şiiri” ne yöneleceği daha ilk şiirlerinden bellidir ve bu şiirlerinde diliyle biçemine de az çok, sonuna kadar bağlı kalır.(2)

Sezai Karakoç’un kendi özgün biçemini bulduğu  “Hızırla Kırk Saat” isimli uzun şiirini yayımladığı dönemde kendisine yöneltilen bir soruya: “Benim şiirim, aşk, hürriyet, arayış, ölüm gibi varolmanın dinamitlendiği noktalardaki trajik espriyi, irrasyonele, absürde bulanmış, (MUTLAK) ı zaptetmektir. Gittikçe bunu yapmak istiyor şiirim” (3) diye yanıt verirken, “Hızırla Kırk Saat”in yazılış hikâyesini ise şöyle anlatır: “Hızırla Kırk Saat adlı, kırk bölümlü şiirimi 1967 yılı mayıs ve haziran aylarında, Yenikapı'da, deniz kenarında, kayalıklar arasındaki bir kır kahvesinde yazdım. Aşağı yukarı, kırk gün, akşamüzeri, bir iki saat, orda, deniz dalgalarının kıyıya çarpma seslerini dinleyerek ve her seferinde şiirin bir bölümünü yazarak kitabı tamamladım. Zaten, bu yüzdendir ki, şiire, Hızırla Kırk Saat ismini verdim: Sanki orada Hızır'a randevu vermiştim de, her gidişimde, bu randevunun verimi ve armağanı olarak bir bölümle döndüm.” (4)

“Hızırla Kırk Saat” in yazılmasıyla başlayan süreçte Sezai Karakoç; şiirde istediğini yapabilmek için yönünü artık Batı’dan, Doğu’ya, kendi medeniyetine, kendi kimliğine, kendi içimize, kendi kültürel köklerimize dönmek gerektiğinin farkındadır ve bu farkındalık “Hızırla Kırk Saat”, “Taha’nın Kitabı”, Gül Muştusu” üçlemesindeki yoğun anlatıcı, destansı biçemi ve mesnevi tarzıyla kendini hissettirir ki biz bu üçlemeyi dağ doruğundan kopan bir kar topağının yamaçtan aşağıya yuvarlandıkça büyümesi, büyüdükçe de geçtiği yerlerden başka parçalar alarak çığa dönüşmesine benzetebiliriz.

“Bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim
Beni yalnız yarasalar tanıdı”

Dizeleriyle başlayan kitapta Hızır, İslâm kültüründe var olan ve kıyamete kadar yaşayacağı düşünülen biridir ve Sezai Karakoç’un şiirine, insanoğlunun yaşam ve evreni semboller aracılığıyla adlandırma yeteneğinin bir sonucu girdiği, şairin inanç değerlerinin karşılığı olarak Hızırla birlikte yaradılıştaki sırrı, seyr-i sülûk bir ruh hâlindeymiş gibi kavramaya çalıştığı kuşkusuzdur. Şiirdeki söylem için “metafizik” görüşünde olanlara rağmen, Sezai Karakoç şiiri Batılı metafizik felsefeye dayanmaz. Çünkü şiirlerin biçemi metafizik felsefenin “özdeşlik”, yani insanoğlunun kendi boyutunun dışındaki boyutları göremeyeceği ilkesine tezattır. Zaten, Batılı mânâda felsefesi olmayan İslâm kültüründe İslam mistizmi şeklinde de tanımlanabilecek tasavvuf düşüncesi vardır ve bu açıdan Sezai Karakoç’un üçlemedeki şiirleri “Mistik”tir. Hatta şairin:

“Bir site kuran sabah yelinden
Bir uygarlık secdeden
Kütüphaneleri renklendiren
Muhyiddin-i Arabi değil miyiz”

Söyleminden ve şiirde yinelenen Muhyiddin-i Arabî çağrışımlarından yola çıkarak onun eski şiir geleneğimizi İslâm mistizmi olan tasavvuf temelinde bir yenileşme zeminine dönüştürdüğünü söylemek pekâlâ mümkündür.


Tasavvuf, insanın kendi içine yolculuğu, derunîleşmenin diğer adıdır. Kavramın ötesindeki gerçek; sistemin ötesindeki hayattır. Kelime değil hâl, kabuk değil özdür. Farklılıkların kendine referansla olageldikleri temeldeki bir; birlikteki ruhtur. (5)

Hızırla Kırk Saat’in ardından yayımlanan Taha’nın Kitabı:

 “Taha dağın ucunda
Bir kavis gördü
Dönen bir göz yayıydı bu
kirpiklerden ve güneşten
Dünyanın sularla kırılmasından
Doğma bir yaz yayıydı bu
Taha’daki değişme böyle oldu”

Dizeleriyle başlar ve bir nevi onun devamı niteliğindedir. Şair, bizi Taha’nın serüvenine tanık olmak üzere yola çıkarırken, kesinliğin dar sınırları içerisine değil, çağrışımların engin ufuklarının sonsuzluğunda gezdirir. “Taha”’nın serüvenini anlatıcısı; kimileyin yorumcudur, kimileyin seyirci… Taha’nın kim ya da ne olduğu konusunda ortaya bir çok yorumun atılmasının sebebi de budur; bana kalırsa Taha, “asr-ı saadet” te yeni bir “dünyevi” serüvene girişen “İslâm insanı”nın simgesidir; Taha’nın gördüğü “kavis” de, yüzyıllar öncesinde insanın kaderini değiştiren İslâm” dır.(6)

Bir başka değerlendirmeye göre “Mesnevi’de kirpiği eğrilip gözünün önüne gelmiş olduğu halde ay’ı gözleyen ve ay çıkmamış olmasına rağmen ayı gördüğünü söyleyen biri hikâye edilir. Bu kıssadan Mevlânanın çıkardığı hissedeki “bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa..” cümlesi, Taha'nın, kendisi ile özü arasına giren kavisin niteliğini anlatmaya ışık tutacaktır. Bir ayağı çağımızda olan Taha, öbür ayağı ile peygamberler tarihini dolaşır. Taha mümindir. Dramatik bir gidiş içinde çağımızdaki “mümin”i simgeler. Önceki eserde Hızır’ın yüklendiği konumu burada Taha yüklenmiştir.(7)


Üçlemenin son kitabı Gül Muştusu’na:

 “Bahar Dediğin de ne
Bulutun içinde kaybolan kuş
Cihetsiz serçe sesleri
Duman ve buğu
Atardamarda bir kitap
Aşk uğruna yaralanmış bir Karacadağlının kucağımıza yıkılışı: gül”

Dizeleriyle başlayan Sezai Karakoç, şiirin ortasında “Çapası dalınca vakit toprağına” der.

Mutlak teslimiyetin, muhabbetin, aşkın, dirilişin sembolü, peygamberimizi simgeleyen gül muştusunda toprak; insandır, dildir, irfandır, edebiyattır, san’attır, değerlerdir. Kısaca gelenek ya da geleneklerdir. Ama bizim geleneklerimiz; içinde yetiştiğimiz Türk-İslâm kültürüdür.

“Ey gül sen bahar yağmuruna karışan
Diriliş şarabı olursun bize”

“Size bir mutluluk haberi gibi
Gül gelecek
Kıyamet demek gülün gelişi demek
Gül peygamber muştusu peygamber sesi”

Kitaba “Gül Muştusu”nun isim olarak verilmesi de bilinçli bir tercihtir. Çünkü Türk Edebiyatı’nda, Türk şiir geleneğinde gül kadar değişik benzetme ve mecazlara konu olmuş başka bir çiçek yoktur. Özellikle, Divan Edebiyatı, (13-18. yüzyıl) gül ile ilgili beyit ve dizeler açısından en zengin dönemdir. Bu zenginliğin asıl kaynağı ise din ve tasavvuftur. Kapalı bir inanç alanı oluşturan tasavvuf, düşüncelerini, neredeyse kendisine ait bir dil denilebilecek kadar farklı sembollerle ortaya koymuştur. Tasavvufa bağlananlar, tanrı ve peygamber sevgisini anlatırken günlük kullanım dilinin çok ötesine geçmişler ve neredeyse anlamlarını sadece kendilerinin bildikleri bir dil dünyası oluşturmuşlardır. Bu dil kullanımında, doğadaki her şey, tanrı ve peygamberin, insan ve doğa ile olan bağlantısını veren işaretler olarak ele alınmıştır.

“Kur’an meşalesini
Dikmek için karanlık dağlara
Işık saçmak için dört yana
Zeytine yağ
İncire bal vermek için
Gülün muştusunu vermek için
Dağlara taşlara
Kuşlara balıklara mercana
İnsana
Beni Sen gönderdin”

Tanrı, peygamber ve insan arasındaki gizli ilişkileri anlatmada gül belki de en uygun sembol olarak düşünülmüştür. Çünkü gül, rengi, kokusu, şekli gibi temel unsurlarının yanında gonca hâli, bülbül ile olan bağlantısı, dikenleri, bir baharlık ömrü olması gibi ikincil öğelerle sayısız kullanımlara uygun bir özelliğe sahiptir. Tasavvufi sembolizmde gonca durumundaki gül, tanrısal birliği, açılmış gül ise birliğin çokluk halinde ortaya çıkışını temsil eder.(8)

“Diriliş Neslinin Âmentüsü” nde “Kendimin bir diriliş eri olduğuna inanıyorum. Bir Diriliş Cephesi bulunduğuna ve kendimin de o cephede bir savaş adamı olduğuma, olmam gerektiğine inanıyorum” (9) diyen Sezai Karakoç’un şiirlerinde “Hızırla Kırk Saat” ile başlayan değişim, toprağa düşen bir çekirdeğin kabuğunu çatlatıp, filiz vermesi, dallanıp budaklanarak ağaca dönüşmesi, çiçek açması, meyve vermeye başlaması gibidir ve bu sebeple “Diriliş” düşüncesinin simgesi olarak seçilen “gül ağacı” Sezai Karakoç şiirlerinin “decoder”i olarak algılanmalıdır.

Sezai Karakoç Şiirlerinde Biçem ve Konuların Uyumu başlığını verdiğimiz bu çalışmamızı, Gül Muştusu’nda yer alan Fecir Devleti’nin final dizeleriyle sonlandıralım.

“Mercan kitap ve doğurgan yaradan
Zamanın an an tanık olduğu
Bütün gerçekliğiyle sûrelerden
Gelecek yeni bir, bir insan ruhu
Yüzü hep dönük fecir devletine
Gönlünde hep cennetten bir site
İpek örtülerin hışırtısı
Gün yüzlü insanların gezintisi
Dillerinde ipekten yumuşak
Kılıçtan keskin âyetler
Gezinirler fecir yapısının ufkunda
Ve ben gözlerim onları
Her sabah gün doğarken
Güvercinler konarken taraçalara
Fatih’te
Oturduğum
Çatı
Katında” (10)

Fatih Yavuz Çiçek

Kaynaklar
1-Nelson Godman, Dünyalar Nasıl Yapılır, Sayfa 29 Çeviri: Akın Terzi
2-Kemal Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 148
3-Diriliş-1967 Sayı. 10-11-12
4- Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları III: Eğik Ehramlar, Diriliş Yayınları 1996, Sayfa 20
5-Prof.Dr. Kenan Gürsoy, Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı? Etkileşim Yayınları, Sayfa 86
6-Kemal Bek, Şiirden Eleştiriye, Sonkişot Yayınları, Sayfa 150
7-Ebubekir Eroğlu, Sezai Karakoç’un Şiiri, Bürde Yayınları, Sayfa 76
8-Türk ve Alman Şiirinde Gül İmgesi, Doç. Dr. Fatih Tepebaşılı, Yrd.Doç.Dr.Kemal
   Kahramanoğlu/Selçuk Üniversitesi
9-Diriliş Neslinin Âmentüsü, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, Sayfa 7
10-Gün Doğmedan, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları Sayfa 422

10 Mart 2015 Salı

Şair Ve Ego


Şairin egosunun şişkin olmasını çok doğal karşılarım. Ben de yazıyor olsam şiirimin en güzel olduğuna inanarak yazarım. Yoksa dünyada sayısız imzanın arasında benim de adımın yer işgal etmesinin bir anlamı yok. Eğer şiirimi yayımlıyorsam, onun çok güzel olduğuna inanıyorum demektir.

Peki, şiir yayımlayanların hepsi böyle mi düşünüyor? Kuşkusuz ki hayır! Kimi 'şair'ler de laf olsun, tencere dolsun kabilinden, bir tutku değil de bir hobi olarak yayımlıyorlar yazdıklarını. Bunlar entelektüel olarak gördükleri gruba dahil olmanın verdiği doyumla yetinirler. Bu grublarla bir masada oturup rakı içerken okudukları bir yerel dergideki yargıları masaya yepyeni şeylermiş gibi döktürerek tatmin olurlar.

Kendisine, daha doğrusu şiirine güvenen kişilerin egosu başkalarını yaralayacak hale gelir çoklukla. Ahmet Hâşim-Yahya kemal arasındaki 'ego çekişmesi' kırıcı boyuta ulaşmış: bu iki büyük şairimiz birbirlerine "Ya seydi!", "Nişli Âgah!" diye hitap etme"küçüklüğünü" de göstermişlerdir.

(...)

Bir şaire Mersin'e davet edilmiş. Bana telefon etti, misafirim olmak istediğini söyledi. Hamfendiyi gidip terminalden aldım, evime getirdim, hazırladığım mezelerin yanına rakıyı da açtım. Bir ara bana "Şaireler arasında sence kalıcı olanlar kimler?" diye sordu. Beğendiğim iki üç şairenin adını verdim. "Başka, başka?" diye sordu. Kendi adını söylememi bekliyordu. "Senin şiirin iyi ama yarına kalmaz," dedim. Hatun bana hakaret etti ve ertesi gün valizini alıp başka bir arkadaşın evine gitti.

Mersin'de şiirini beğenmediğimi söylediğim bir şair arkadaş, bana küstü. Başka bir arkadaşa "Sabit Hoca beni sevmiyor; ama ileride benim şiirimin ne kadar büyük olduğunu anlayacak" demiş. Sadık arkadaş, dilerim yanılan ben olurum. (Burada şairin şiiriyle kendisini özdeşleştirmesi söz konusu; şiirini sevmiyorsanız, kendisini de sevmiyorsunuz!)

Bunlar nereden mi geldi aklıma? Mehmet H. Doğan'ın anılarını anlattığı Şimdi Uzaklardasın'ı karıştırırken altını kırmızıyla çizdiğim "Çok gözlemledim bunu Edip'te: Masada şiir konuşuluyorsa onun merkezinde olmalıydı o" cümleleri sayesinde.

Sabit Kemal Bayıldıran
Varlık Dergisi Sayı: 1287 Aralık 2014

Bazı kentler...




                       "Es ist ein Licht, das der Wind ausgelöscht hat."*

                                                                       Georg Trakl

Kükürt tozuna bulanmış kırmızı koridorunda güneşin
Bir bebek, bez bebeğine sarılmış hareketsiz bekliyor
-Bir diğeri yüzükoyun yanmış toprağın üzerinde
Hangisi bebek, hangisi bez belli değil
Cehennemin kapıları açılmış başının üzerinde
Siyah metal canavarlar uçuyor ağızlarından ateş saçarak...
Kediler ve köpekler, sıçanlarla birlikte sahiplerini yiyor-
Kimse yok, gözlerinden öperek yanaklarını okşayacak
"Bir şey değil" diyecek, "yalnızca korkulu bir rüya"
"Bak, annenin gözleri gibi mavi deniz ve dingin.
Hadi uyu, yarın dondurma alır,
Korniş'te dolaşmaya gideriz."

Bazı kentler vardır talihsiz,
Ne kadar yeniden doğsalar 
Zamanın küllerinden
Tsunami, Haçlılar, Osmanlı
Sabra, Şatila, Şaron!...

Bazı kentler vardır talihsiz.
İnsanları ne kadar dost ve güzel
Çiçekleri ne kadar kösnül ve renkli

Şarabı ne kadar tatlı olursa olsun
Denizi ne kadar mavi ve sonsuz
Bazı kentler vardır talihsiz...

Ergin Yıldızoğlu
Çürüme Ve Çözülme, syf.11
 -Dünyanın sonuna dair şiirler-

*"Bir ışık var rüzgarın söndürdüğü"

9 Mart 2015 Pazartesi

Edebiyat Dergilerinde Kötü Şiir Enflasyonu


Edebiyat dergileri deyince akla ilk gelenlerden biri de Schopenhauer’in “Edebiyat Dergileri Ne İşe Yarar” başlıklı yazısıdır. Schopenhauer: “Zamanımızda çalakalem yazmaktan mütevellit oluk oluk mürekkep sarfiyatına ve dolayısıyla gittikçe yükselen beş para etmez süprüntü kitapların seline karşı edebiyat dergileri bir bent, bir set işlevi görmelidir” derken, bizden bir isim Sait Faik: “Bir dergi bir fikir, bir dert yüzünden sevişen insanların toplandığı yer olmalıdır” görüşündedir.

Bir fikir, bir dert yüzünden toplanmak edebiyat dergisi yayımlamak için tek başına yeterli midir? Hiç kuşku yok ki toplanma sürecinden sonra, derginin yaşatılması ve uzun soluklu olması için o derginin mutfağında sürekli yazacak bir çekirdek kadronun da mutlaka oluşturulması gerekmekte,  ilerleyen dönemde çekirdek kadro yeni katılımlarla kaynaşarak, dergi içeriği zenginleştirilmelidir. Çünkü edebiyat ortamını dergilerden izleyen okurlar özellikle şiirde hep aynı isimleri okumak yerine dergilerde yeni isimler, birbirinden farklı özgün ürünleri de görmek isterler.

Bu çok doğaldır fakat bu durum hem dergiler, hem de editörler için yüksek bir riski de beraberinde getirir. Şöyle ki; yeni isimlerle derginin yazar kadrosu zenginleşirken yayımlanan metinler aynı oranda güçlü değilse, dergi giderek sıradanlaşır, gün geçtikçe varlığı tartışılır hâle bile gelir. Benzer bir risk dergiyi çekirdek kadroda yer alan isimlerle yayımlamayı sürdürme kararında da geçerlidir. Eğer ki çekirdek kadro her sayıda birbirinin kopyası şiir metinleri üretiyor, bir önceki yazdığı şiirde ortaya koyduğu sözü bir sonraki şiirinde aşamıyorsa ve editörün bunu önlemek için herhangi bir çabası yoksa dergi zamanla “kanon”laşır, artık belli bir azınlık kitle dışında izlenmez olur. Burada dengeleri doğru kurmanın, isimlere değil metinlere öncelik vermenin sorumluluğu tamamen editöre aittir ve şiirde yeni isimlerin edebiyata kazandırılması ancak ve ancak dergi yönetimlerinin editör seçimlerinde şiir sezgisi yüksek, şiir bilgisi tartışılmaz isimlerle çalışmayı tercih etmesiyle mümkün olabilir.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız riski, iktisat kuramında çok bilinen “kötü para, iyi parayı kovar” sözüyle örtüştürerek özetleyecek olursak günümüz edebiyat dergilerinde kötü yazılmış şiirlerin, iyi şiirlere oranla çok daha fazla yayımlandığını ve edebiyat ortamında kötü şiir enflasyonu dönemi yaşandığını söyleyebiliriz.

Kötü şiir yayımlama sürecinin gelişiminde en başat davranışların  başında kimi editörlerce kendi dergisini, kendi yayımladığı şiirleri merkeze koyma, eş, dost, yandaş üçgeniyle oluşturulan kanonlarda hep aynı isimlerle bir şiir iktidarı kurma, kurulan iktidarı ne pahasına olursa olsun koruma çabasının geldiğini, hattâ kimi dergilerin şair ve yazarlara yaş sınırı koymak gibi saçma sapan uygulamalarıyla, edebî etikten yoksun bu tavırlarını inatla ve fütursuzca sürdürme alışkanlıklarının kötü şiir enflasyonunu daha da körüklediğini düşünüyorum. 

Konuya katkı yapması açısından geçtiğimiz yıllarda Hayriye Ünal’la yaptığımız bir söyleşide; edebiyat dergileri ve yayımlanan şiirlerle ilgili kendisine yönelttiğim soruya Ünal’ın verdiği yanıtın,  günümüzde yaşanan kötü şiir enflasyonunu en iyi açıklayan analizlerden biri olması sebebiyle hatırlamaya, Hayriye Ünal’ı tekrar okumaya değer buluyorum. 

“Dergileri önemli hatta vazgeçilmez buluyorum. İşlevini yerine getiren dergiler var muhakkak. Ancak içinde olduğumuz dönemi düşünerek yanıtlarsam, çoğunlukla kötü şiirin meşrulaşmasını sağlayan zeminlere dönüştü dergiler. Sözün zavallılaşmasını körükleyen bir tutum hissediyorum dergilerde. Merkezî addettiğimiz dergilerin editörleri şiiri önemsemiyor bile. Tavır dergileri ise tavırlarını haklı çıkarma peşinde, şiirin en belirgin kalitelerini göz ardı etme pahasına, mafya türü ilişkiler doğrultusunda şiir yayımlıyor. Ben bunu rüşt ispatı için yeterli saymıyorum. Kısmî bir reşitlik olabilir bu. Tartışmalı yani. Çoğunlukla bütün dönemlerin birbirine az çok benzediği gibi düşüncelerim vardır. Ama 2000 sonrası dönemde, ayrıksı bir biçimde, şiir kalitesini tartışmaya açmanın gereksiz olduğunu vurgulayan bir dönem oldu. Ha internette bir tık ha dergide bir hık. Gemisini kurtaran kaptan diyebiliriz. Buradan duyuralım madem yeri gelmişken: Kötü şiire “kötü şiir” diyecek yiğitler aranıyor.”

fy

8 Mart 2015 Pazar

Gene/sis



Süvariler geçiyordu önümüzden,
Biz fotograf çekiyorduk.
Bütün atlar birbirine benziyordu
Ve kadraja girmiyordu süvari.
Hava mı kararmıştı;
Atlar mıydı siyah olan,
O vakitler bilmiyorduk.

Gözü; açık bir yara,
Ağzı kara bir sinekti kadının,
Durmadan vızıldıyordu.
Gülü öpen dudaklarla
Bedduada  çarpılan aynı dudaklardı ah!
Kadın ağzıyla her yere konuyordu.

Öylece duruyorduk seninle karşılıklı,
Kokluyorduk havayı.
Kısrakların ense kökünde rüzgâr
Gökyüzünden çekik gözlü atlar sarkıtıyordu
Ve İp gibi bir kişnemeydi yağmur.

Derken;
Erimiş gökkuşağı olduk aynı kâsede
Sonra atlara doğru koştuk:
Renklere ad verildi,
"Belki de" dedi bir ses,
"Belki de asıl ayrılık budur!"
Çünkü ad verilmezden önce,
Her erkeğin kaburgasında bir kadın uyur.

İma C. Çelik

5 Mart 2015 Perşembe

aşk


"eksildikçe artık, öyle kendine benzeyen
kalbinin uzağında kırgın bir dost gibi
beni unut, beni anla ve bana ilen
yüzünün yüzümde bıraktığı izi anlayabilirsen..."

Murat Saldıray

3 Mart 2015 Salı

3+1 Salon Dolusu Yalnızlık


Defalarca dinlediğim 45'liklerin içinden seçtiğim Bee Gees'in stereo plağını "Dual" markalı pikaba yerleştirdim. "How deep is your love" tablada dönmeye başlayınca, geniş salonun sessizliği müziğin büyüsüyle nota nota kırıldı. Pikabın sesini hafifçe yükseltip balkona çıktım. Sırtımı duvara verip karanlıkta bir heykel gibi oturdum. Müziğin ortaya çıkardığı meditasyon duygusu ruhumu dinlendirmeye yetiyordu. Tam karşımızda bulunan ve inşaatı tamamlanan siteye taşınanlar olduğunu görmek sevindiriciydi. Tek tük yanan ışıklar aylardır karanlık bir dev gibi duran binada insan varlığına dair belirtileri -nihayet- aydınlatmaya başlamıştı süzüldüğü katlardan.

Yüreğimde koyu bir hüzün, yüzümü nereye çevirsem 3+1 salon dolusu yalnızlık. Günlerdir duvarlar üstüme üstüme geliyor, birileriyle konuşma özlemi yangından kurtarılmış mektuplar gibi gönlümün ucundaki yanıklardan tütüp duruyordu.

"Bugün sıradan bir Eylül Pazar'ıydı. Ben bekâr odamda yalnızdım. Sayfaları açıktı kitaplarımın. Sigara izmaritleriyle dolmuştu kül tablası. Yakılmaktan tükenmişti kibrit kutuları. Okuduğum gazetenin altında duruyordu üstünü karaladığım şiirler. Demlikte çay, pikaptan dinlediğim şarkılar. Hepsi biraradaydı. Birlikteydik işte. Ama ben bekâr odamda yalnızdım. Ben bekâr odamda çaresizdim. Aslında ben, bekâr odamda sensizdim, sensiz!" diye yazmıştım günlüğüme. 

Saçmalamıştım.

En iyisi uyumak dedim sonra. Uyuyarak berbat geçen hafta sonunu unutmak. Uykusuzluk en zayıf halkamdı çünkü. Kalkıp uyku zaafıma teslim olmak üzere yatağa gitmeye karar vermiştim ki tam o sırada karşı balkonun ışığı yandı. Kapı açıldı. Balkonda genç bir kadın sûreti ülker yıldızı gibi ışıl ışıl parladı.

Kadın, kısa kesilmiş saçları, üzerindeki gök mavi tuniği, elinde sigarası ve kusursuz görünen fiziğiyle Ferzan Özpetek'in "Karşı Pencere" filminde başrolü oynayan "Giovanni"ye benziyordu. İçine giydiği yakası açık beyaz bluzun boynu ve göğsüyle birleşen yerinde çok şık duran bir kolye, kollarında renkli bilezikler  vardı. Doğrusu kadının güzelliğine diyecek söz yoktu. Gecenin o vaktinde dirseklerini ferforje balkon korkuluğuna dayamış, bakışları çevresini tanıma arzusunda olduğu her halinden belli olan bir yabancılıkla etrafı süzüyordu.

Bekâr mıydı, evli mi? Gecenin bu saatinde yanında kimseler görünmediğine göre yalnız olmalıydı. Evet, yalnız. Öyle olmasını umuyor, bir taraftan da yeni komşumun endamını izliyordum. Gözleriyle etrafı inceleyen kadın parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını arada bir dudaklarına götürüyor, sigarayı iyice içine çektikten sonra ağzından ve burnundan dışarı savurduğu tütünün dumanıyla küçük küçük halkalar yaparak  kendince eğleniyordu. 


Yatmaktan vazgeçmiştim. Plak bitmiş, pikabın iğneli kolu otomatik olarak eski yerine dönmüş, uykum dağılmıştı. Kimbilir, belki de gece yeni başlıyordu. Usulca salona geçtim. Plak kutusundan Marianne Faithfull'un favorim olan plağını seçtim. "Who will take my dreams away"

Plak dönmeye başlayınca balkona çıkıp bir sigara da ben yaktım. Elimde tuttuğum kibritin dibine kadar yanmasını bekleyip, ateşin parmak uçlarımı yaktığını hissedince kararmış kibrit çöpünü kül tablasına bıraktım. Dirseklerimi balkon korkuluğuna dayadım ve içime çektiğim dumanı karşı balkondan benim bulunduğum karanlığa doğru bakan yeni komşum yerli "Giovanni" ye doğru halkalar yaparak üfledim.

Bir ân için kendimi dumanla işaretleşen kızılderililer gibi hissedip gülümsedim. Gecenin sessizliğini bozan 45'lik plak yine susmuştu. Kadın içeri geçince, büyü bozuldu, gitti dedim. Tamam, gecenin platonik öyküsü buraya kadarmış, "The End" diye mırıldandım. Plak kutusundan melankolik ayrılıkları imleyen bir uzunçalar seçerek geceyi  bitirmeyi düşündüm. İçeri geçerken karşı balkondan Marianne Faithfull'un güçlü sesini duyunca şaşırdım. Sese kulak kabartınca yanılmadığımı anladım. Evet, Marianne Faithfull buğulu sesiyle "Crazy Love"ı söylüyordu. Kadın tekrar balkona çıkmıştı. Sigarasını balkona ilk çıktığı ândaki gibi küçük halkalar çıkararak üflüyordu. Belli ki gecenin büyüsünün uzamasını,  benim kadar o da istiyordu.

İstemek... Bazen geçip giden zamanda, hani olmayacağını bile bile, Tanrı'dan zamanı durdurmasını bekleriz ya. Öyle yaptım. Bir sigara daha yakıp, bu gecenin uzamasını değil, Tanrı'dan şimdiki zamanı durdurmasını istedim.
 
fy


2 Mart 2015 Pazartesi

Ayna İnsan 14.Sayı



"Her yolculuk kendi çizgileri içinde bir yolculuk gizler sapılmayan dönemeçler unutulan açı.’’ der Vişnenin Cinsiyeti’nde Jeanette Winterson. Okumak uzun bir yolculuktur bazılarımız için; bir serüven, binbir gizem, merak. Her yol başında saptığımız farklı okumalar, bakış açımız ve o açının değişimi. Acaba gerçekten öyle miydi, bunu mu demek istemişti gibi muammalarla dolu bir seyir."
Editör'den

İçindekiler:
Ayna İnsan Sunuş: Okuma Serüveni / Yazmaya ve Yayımlamaya Dair
Prof. Dr. Asım Yapıcı: Buruşuk Nefisten Ütüsüz Ruha: Didem Madak'ta Değişimin İzini Sürmek.
Semiha Kavak: Post Öykü Mutfağından Üçsesle Çokrenk Söyleşi
Selma Özeşer: Son Heves
Kadir Yılmaz: Bizden Kalanlar
Yahya İncik: I-Minima Poetika, II-Minima Poetika Ekseninde Ersun Çıplak Ve 2000’li Yılların Şiiri
Orhan Tepebaş: Gerçek Ülkeler Biziz / İngiliz Hasta
Fatih Yavuz Çiçek: Cinnet
Deniz D. Şimşek: Dedikodu
Mehtap Akkoyun: Güllük
Pınar Saka: Azizim
Mustafa Kömür: Annem, Babam ve Diğer Şeyler

Ve Şiirleriyle:
Selma Özeşer: Feyk
Nevzat Konşer:Gemiden Kağıtlar Yapmak
Sema Enci: büyük S
Önder Kızılkan: Ad X
Yüksel Batu: Asia
Necla Develi: Orada Olmayan Şiir
Hüseyin Korkmaz: Sessizlik Hâlâ Küflü
Adnan Onay: Beyaz Tavında Hüzün
Cem Mehmet Eren: Kış Haikuları
Hazal Karadağ: Az Biraz Susmaktan Öte
İshak Altundağ: Kıyısız Bir Aşkın Tarifi
Rabia Deveci: Hayatın Redifleri ve Cümlemiz
Sabiha İclal Tiryaki: Kim Sabaha Ulaştıracak Suyun Sesini
Abdurrahim Hâdi Bıyıklı : Geç Saatlere Kalıyorsun
Gülhan Tuba Çelik: Kış Bahçesi
Mehmet Rayman: Damga
Sıdık Bakır:Kuyuya Sarkan Palyaçonun Dediği

Ayna İnsan İz Bırakan Şairler Bölümü'nde Şükûfe Nihal Başar'ı andı.

15.Sayıda buluşmak dileğiyle.