Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

21 Ağustos 2015 Cuma

Bavul/Öykü



 “Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.(…)
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de."

Konstantinos Kavafis

Yıllık iznim yarın bitiyor. Sıla-i rahim için geldiğim baba ocağından Cumartesi akşam ayrılmış olacağım muhtemelen. Uçakla dönmeyi düşünmüştüm önce. Sonra trende karar kıldım. Severim tren yolculuğunu. Güvenli bulurum. Hattâ birbirine yabancı, ömürlerinde hiç karşılaşmamış yüzlerce insanı pulman biletli koltuklarda, yemekli vagonlarda buluşturmasını önemser, iki çift lafla başladıktan sonra samimiyetle uzayan sohbetlerin yalnızlık mabedine çekilmiş bedenlerin tozunu aldığını düşünürüm. Sabah telefon edip yer ayırtmıştım. İyi ki de ayırtmışım. Biletler tükenmek üzereymiş. Ne olur ne olmaz diye istasyona kadar gidip bileti elden alacaktım fakat teyzemin uyarısıyla annemden miras kalan eve bakmaya gideceğim bugün. Müteahhitler istiyormuş. Çatısı akıyormuş yağmurlar başladığında. Yıpranan kiremitlerin de sonbahara kalmadan değiştirilmesi gerekiyormuş artık. Kiralamak isteyenler tadilat yapılmadan oturmak istemiyormuş. En son çıkan kiracı çatıda eski bir bavul bulmuş. Atacakmış. İçinde bana ait eskileri, oyuncakları görünce kıyamamış. Sonra teyzeme haber vermiş. “Bakın, işinize yararsa alın, bavulu bulduğum yere bırakıyorum” demiş.

Sözüm söz. Üzerime spor kıyafetler giyinip doğup büyüdüğüm eve bakmak için yola koyuluyorum. Geçtiğim caddeleri tanımakta güçlük çektiğimi fark edince, kullandığım aracın hızını düşürüyorum hemen.  Üçüncü vites yeterli. Çevremi gözlemleyerek ilerliyorum ağır ağır. Nüfusun hızla artışından mıdır, yoksa kentsel dönüşüm yanılgısı mı? Büyükşehirlerdeki betonlaşma hastalığı Armutlu’yu da kalbinden vurmuş. Eskiden evlerin boyu minareleri geçmezmiş. Doğrusu ‘ben hâlâ evlerin minarelerin boyunu geçmeyeceği şehirler hayâl ediyorum,’ ısrarla.  Bu hayâldir zaten beni mimarlık eğitimine yönelten. Mesleğime âşık eden.  Bu hayâldir Anadolu mimarisini gönlümde vazgeçilmez kılan. Âh! Geçen hafta Armutlu’nun eski bakırcılar çarşısının bulunduğu semtte dev mızraklar gibi yükselen binaları görünce nasıl da içim burkulmuştu. Başka bir kültürdü bu. Bize ait olmayan, bize yabancı, bizden öncekilerde görmediğimiz bir yaşam tarzını imgeliyordu gökdelenler.

İzmir'de oturduğum evin arsa sahiplerinden Ersel anlatmıştı. Babalarından kalan üç katlı, önü bahçeli, bahçesinde limon ve mandalina ağaçları, ağaçların ortasında kamelyası bulunan evlerini kat karşılığı müteahhide verdiklerine nasıl da pişmandılar. “Eskiden yorgunluk çayımızı kamelyada içerdik. Pazar günleri sabah oldu mu bütün aile kamelyada toplanırdı. Yazın iki ağacın ortasına bağlardık hamağı, gölgede gel keyfim gel. Ne yorgunluk kalırdı. Ne sıkıntı. Evi müteahhide vermeden önce üç dairemiz vardı. Üç kardeş paşa paşa oturuyorduk. Şimdi yine üç dairemiz var. Âh! Ne paşalık kaldı, ne de komşuluk. Biz, evleri müteahhide verirken farkında olmadan anılarımızın üzerine koskoca bir beton yığını inşa ettirmişiz. Çok üzülüyor, kederleniyorum” demişti Ersel.  

“Boş ver be Ersel” dedim kendi kendime. Kederlenme, yaşamana bak. Dünyanın kendisi zevk ve safa meclisinde çalan kederli bir şarkıdır. En azından kardeşlerin yanında. Bir ailen var. Benim yerimde olsan ne yapardın. Hem öksüz, hem yetim. Üstelik tek bir kardeşim bile yok. Teyzem ve çocukları dışında kimsem kalmadı şu koskoca hayatta.”

Geçmiş insanın zihninden silinmeyen esmer bir dut lekesine benzer. Tek çocuk olarak el bebek gül bebek büyümüştüm. Dışarıdan nasıl görünür bilmem. Tek olmanın, insanın ruhunda dolama gibi zonklayan ağrısı nasıl tarif edilebilir? Hicranî'nin “İçimde kar donar buzlar tutuşur/Yağan ateş midir kar mıdır bilmem” deyişi benim durumumu en güzel tercüme eden beyittir belki de.

Çocukluğumda anneme sorar dururdum. 

“Anne benim kardeşim niye yok, hiç olmayacak mı?” 

Annemin yüzü bulutlanır: “Gülsüm Teyze’nin çocukları var ya. Meriç ablan, Beyazıt ve Selçuk ağabeyin. Teyze çocukları kardeş gibidir paşam” der; sarılır, gövdemi bağrına basardı. Bazen vereceği yanıtı geçiştirir, iç çeker, ağlardı gizliden gizliye.

Büyümek sancılıdır. Çocukluk sancıları yıllar geçtikçe yerini başka sancılara bırakır. Büyüdükçe kardeş istemeyi, annemi sorularla bunaltmayı bırakmıştım. Kabullenmiştim mevcut hâlimizi. Liseden sonra İzmir’de mimarlık eğitimine başlamıştım. Ege’ye yerleşmemi seçtiğim mesleğe borçluyum biraz da. Annemle babamı depremde kaybettikten sonra Gülsüm Teyzemin bütün ısrarlarına rağmen yıllık izinler dışında bir daha dönmemiştim Armutlu'ya. 

Annem gibi severdim Gülsüm Teyzemi. Teyzem, Cemil Enişte’yi ben doğduktan bir yıl sonra trafik kazasında kaybetmiş. O hayatını çocuklarına adamış bir direniş abidesiydi âdeta. Kolay kolay yıkılmazdı. Ketumdu. Verdiği sözden asla caymazdı. Acısını dışarı veren zayıf kadınlardan değildi. Annemi de kaybettikten sonra öz evladı gibi sahiplenmişti beni. Zaaf gösterdiği tek konunun benim çocuksu nazlarım olduğunu düşünür,  Armutlu’ya temelli dönüş yapmamı istemesinin dışında onu incitmekten çekinirdim. Teyze demek anne yarısı demektir. Bu öğretiyle büyüdük biz.  Bu öğretiyi benimsedik. Onu kırmayı, sözünü ikiletmeyi aklımın ucundan bile geçirmem. Her zaman yaptığım gibi ona verdiğim sözü yine tuttum.  Baba ocağına, evime geldim.

Avluyu çevreleyen duvarın üstünden başımı uzatıp bir yabancı gibi evimize baktım önce. Çocukluğumun yıkılmayan sarayına. İyice bilinmelidir ki bir insanın yüreğinde sevinci ve acıyı tanımlayan ne varsa çocukluğundan kalmıştır. Çocukluk tarihe gömülü paha biçilmez bir hazinedir aslında. Demir kapının anahtarını çevirip ayrık otlarıyla kaplanmış bahçeden geçerek verandaya yürüdüm. Sırtımı beyaz badanası sararmış kerpiç duvara verip kirpiklerimi kapadım. Orada, verandanın basamaklarına dikilmiş beni izleyen yeşil gözlü çocuğun belleğime yerleşen filigran görüntüsüne baktım sessizce. Ne yaşadıysam burada yaşamıştım. Damayı, dokuztaş oynamayı burada öğrenmiştim. Okul ödevlerimi bu verandada yapmıştım. Sardunyaları bu verandada sevmiştim. Annemin üç öğün kurduğu yer sofrasına dizlerimi bükerek oturmaya, bu verandada alışmıştım. İlkokulu bitirdiğim yıl Leyla’yı bu verandada öpmüştüm. Babamın kalp krizi geçirdiğini, hastaneye götürüldüğünü bu verandada öğrenmiştim. Amcamın vefat haberini elimdeki şeftaliyi ısırırken bu verandada duymuştum. Her şeyin bir ömrü vardı. Evlerin, çiçeklerin, insanın. Ama anılar ölümsüzdü galiba. Anılar geçmişe yabancılaşmanın panzehiriydi. Hem, insanın sıvaları dökülen, kendi ailesine ait bir evde geçmişi anımsarken kendine yabancı kalması mümkün müydü?

Yabancı kalamazdım elbette. Bu ev benim kimliğime açılan yıldız geçidimdi. Vakit kaybetmeden arka bahçeye dolanıp, eskiden kömür koyduğumuz depodan ahşap merdiveni aldım. Bavula bakmak için beşik çatıya tırmandım. Pencereler tozlanmış. Perdeler eprimiş. İçinde çeşitli boylarda vida, pul, cıvata, somun gibi hırdavatların saklandığı malzeme kutuları yerli yerinde duruyor. Bahçe hortumu, el çapası ve tırmığın yeri hiç değişmemiş. Ve işte teyzemin sözünü ettiği bavul, köşedeki açılır kapanır formika masanın üzerine emanet yolcu paketi gibi bırakılmış. Bavuldan kese kese altın çıkmayacağından adım gibi eminim. Kiracı görmüş, bakmış zaten. İçinde eski kıyafetlerden, okul karnelerinden, takdir belgelerinden, sevdiğim oyuncaklardan, kıyıda köşede unutulmuş fotoğraflardan başka ne olabilir ki?

Fermuarını çözüp açtığım bavuldan çıkanlar tahmin ettiğim şeyler. Küçük bir kutuda kırmızı mercedesle, mavi buickle karşılaştığıma seviniyorum. Tekerleklerini çevirip “vınnn, vınnn” diyorum gülümseyerek. Poşetlerden birindeki zarfta okul karnelerim, takdir belgelerim var. Annem saklamış. Diğer poşetten bebeklik patiklerim, el örgüsü çocuk yelekleri, nazar boncukları, Gülsüm Teyzemle annemin bebekle çekilmiş birkaç eski fotoğrafı çıkıyor. Fotoğraftaki bebek benim. Altı, bilemedin yedi aylık olmalıyım o tarihte. Sürpriz yok. Teyzem boşu boşuna meraklanmış. Onunda merakını gidermek için bavulu götürmeye karar veriyorum. Biliyorum, gözüyle görmezse içi rahat etmeyecek.

Bavulu kapatırken alt bölmenin altındaki kabarıklık dikkatimi çekiyor ansızın. Oraya en alt kenardan açılan gizli bir fermuarla ulaşılıyor. Fermuarı açınca iç içe geçmiş, özenle katlanmış kalın bir zarf buluyorum en dipte. Zarfın bağlandığı ipin düğümünü gevşetip içinden çıkanları incelemeye başlıyorum. Doğum sırasında bebeklerin ve annenin koluna aynı anda bağlanan plastik koruma bilekliği var. Bileklikler mavi şeritli. Küçük olanda yalnızca numara yazılı: “7916022879” Büyük bileklikteki numara da aynı fakat üstüne tükenmez kalemle “Gülsüm Gökmeriç” notu düşülmüş. Ne tuhaf. Galiba yanlışlıkla buraya karışmış olmalı. Bileklikleri bırakıp zarfın içindeki kâğıda bakıyorum. Doğum belgesi. 16 Şubat 1979. Devlet Hastanesi Resmi Doğum Raporu. “Gülsüm Gökmeriç, sağlıklı, normal doğumla 3.250 Kg. ağırlığında bir erkek çocuk, Ufuk Murat Gökmeriç” yazıyor. Mühürlü, imzalı belge. Tesadüf mü? Şaka mı? Gülsüm Teyzemin benimle aynı adı taşıyan, aynı yıl, aynı kg.da doğmuş “Ufuk Murat” ismini verdiği bir oğlu yok. 

Doğum belgesinin arka yüzünü çevirince, babamın çok iyi tanıdığım el yazısıyla düştüğü notu görmem gecikmiyor. “Ufuk Murat’ı doğumundan altı ay sonra bugün, “evde doğum” bilgisiyle Nurcan-Fikret Güzeldoğan nüfusuna kaydettirdik. 16 Ağustos 1979.”  Beyninden vurulmak böyle bir şey olmalı. Babamın yazdığı notu tekrar tekrar okuyorum. 16 Ağustos 1979 benim doğum tarihim. Yanlışlık görünmüyor. Nüfus Müdürlüğüne gecikmeli yapılan kayıt formunun bir örneği muhafaza edilmiş çünkü.

Bu belgelerin mutlaka bir açıklaması olmalı. Herkesi tatmin edecek bir hikâyesi. Yoksa... Aman yarabbi! Aklımdan geçenler doğru olabilir mi? Doğruysa gerçek benden niçin gizlendi? Şoktayım. Küçükken annemi bunalttığım soruları anımsıyorum.  Zihnim şifresi çözülen bilgisayar gibi bütün geçmişi hızla yeniliyor. Duraksıyorum. Paniklersem çözüm gecikir. Peki. Şu anda ne yapmalıyım? Seçenek belli. Hareket alanım sınırlı. Kısa bir tereddütten sonra bavulu toplayıp verandaya inmeye karar verdim. İnip yıllara meydan okuyan ahşap sedire oturdum. Bir süre bekledim. Artık çocuk değil olgun bir yetişkinim. Sağlıklı düşünmek gerekli. Kuşku gerçeği zehirler. Gerçeği bilense teyzem. Yaşayan sır küpü o çünkü. Kalkıp cep telefonumdan teyzemi aradım.

Sesinde her zamanki gibi müşfik, beni sahiplenen o edâ. “Ufuk, nerdesin annem?” dedi teyzem. Annemin vefatından sonra benimle konuşurken “annem” takısını eksik etmiyordu artık. “Canın ne çekiyorsa pişireyim annem. Aman, dikkat et cereyanda kalma annem. Üşütme, üstünü sıkı giy annem. Ne zaman geliyorsun, seni özledik annem. Dünya gözüyle mürüvvetini görmeyecek miyiz annem?”

“Teyze, bavulu buldum.”

“Eee, baktın mı annem. Ne varmış içinde?”

“Sır küpü” dedim, titreyen, çatallanan sesimle.  “İnanılması güç bilgiler öğrendim teyzem. Doğum belgelerimi bavulda buldum. Nüfus kayıtlarımı. Gerçek kimliğime dair aklına ne geliyorsa hepsini buldum. Yüz yüze konuşmalıyız teyzem, yüz yüze!”

“Konuşalım annem, konuşalım. Gecikmeden gel. Gel de otuz beş senedir bağrıma bastığım taşı hep beraber kaldıralım annem” dedi. Ağlıyordu.

Telefonu kapattım. Sedire yüzüstü uzanıp hıçkırıklarım kesilene kadar ben de ağladım.

Fatih Yavuz Çiçek
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 2015 Sayı: 9

Hiç yorum yok: