Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

20 Kasım 2018 Salı

Nüfus Cüzdanı


Kıran kırana geçen her futbol maçından sonra terden sırılsıklam olmuş gövdemi yemyeşil çimlere bırakırdım. Sonra güvercinlerin masmavi gökyüzünde takla atarak savruluşlarını izler, bir süre “göğe bakarak” öylece kalırdım. Göğün maviliğine dalmak, çocuk yetiştirme yurdunun ön bahçesindeki parkta salıncağa bindiğim, kendimi kuş gibi hissettiğim günlerimi anımsatırdı. Salıncakta yükseğe, daha yükseğe çıktıkça göğe dokunacağımı sanırdım. Tutunduğum zincirleri bırakıp korkusuzca öne doğru uzattığım ellerimle her seferinde kocaman bir boşluğu avuçlamak, yıllarca en çok keyif aldığım oyunlardan biri olmuştu.

Ulu ağaçlarla çevrili İdman Yurdunun kenarındaki eski ve kullanılmayan “İtfaiye Kulesini” kendilerine barınak olarak seçen yaban güvercinleri, aynı zamanda bizim takımın simgesiydi. Yıllar önce kurulan Askeri Fabrikalarda çıkabilecek yangınları gözetlemek amacıyla inşa edilen kule, kaderine terk edildikten sonra güvercinlerin sığınağına dönüşmüştü.

Bizim sığınağımızsa, benim yaşıtım çocuklarla birlikte yaşadığımız A-Bloktu. Belki güvercinler gibi özgür değildik ama en az onlar kadar kalabalık ve masumduk. Güvercinlerden tek farkımız belki de annesiz, babasız büyüyor olmamızdı. Bakıcı annelerimiz, müdür babamız vardı. Fakat kokusunu içime çektiğim bir çiçeğin doğallığını, saçlarıma değen meltemin yumuşaklığını onlara yaklaştığım hiçbir ortamda duyumsayamazdım. Kurallara uymadığım zamanlarda bakıcı annelerin kulaklarımı çeken, tenime değen ellerini gürgen bir sopaya, bakışlarını buzları hiç çözülmeyen kutuplara benzetir, üşür, içimdeki tarif edilmez boşluğu güneşle dolduramadığım için bir türlü de ısınamazdım. Yüreğimin buzlarını ısıtmaya çabaladığım tek ateş kaynağım düşlerimdi. Bunalınca o düş denizine eğilir, dilek tutup taş sektirirdim. Öğretmenimiz, taşın üç kez suyun üstünde sekmesi hâlinde dileğimizin kabul olacağını söylerdi.

Eylül doğumluydum. Yetiştirme yurdunda eskittiğim her Eylülde dış kabuğum biraz daha sertleşirken, içimde çocuksu bir bölgenin yumuşaklığını koruyarak büyümüştüm. Büyüdükçe ağa takılan balıklara benziyordum. Kendi eksenimde çırpınıyor, etrafımı saran ağları yırtmak için çabalıyor, asıl var olmam gerektiğini düşündüğüm engin sulara, rengârenk çiçeklerin açtığı büyük şehirlerin, "derin saat"lerine yüzmek istiyordum. 

Başka balıklar seyrettim. Başka balıklar
keşfettim suyun ağır, ısrarlı kütlesi altında.
Başka balıklar..  mor, lâcivert, kuzgûni, sarı..
Mühürlenmiş solungaçları ve şişirilmiş göz kapakları..
Sedef melânkoliler, kehribar yüzgeçler,
dipte gizlenen kalın
kumlu yaralar..

Kalpte kıvranan çığlığın nasıl 
ilerlediğini gördüm, yol bulduğu anda mercan
çubuklara çarpa çarpa. Yüzüme çarpa çarpa
keskinleşen acı ıslık
ılık bir nefese dönüştü, fark ettim, 
taşıracaktı neredeyse denizi titreşimleri.
Orada büyük, kovulmuş ıssızlıktı balıklar..
Hissettim.

Muazzep bir ruh neden iyileşmez, anladım, derin
oyuklara kendi tozunu kazısa da. İflâh olmaz,
bildim, sağır mağaralarda ikizini arar gibi balık
dilini sayıklasa da..

...

Nafile, hiç silinmeyecek hayâl
akıntılarına sinmiş köpüren kabahati.
Suyu evi sanmak
ve balıklara adanmak gafleti
peşini hiç bırakmayacak.*

Denizi, denizin beni kendine çeken kokusunu bu sebeple hep sevmişimdir. Şöyle etrafıma bakındım. Her taraf erguvanların eşsiz güzelliğiyle kuşatılmıştı. İki çocuk, dalgaların üzerinde taş sektirmeye çalışıyordu. Gözlerim oturduğum bankın etrafına serilen beyaz mozaik çakıllara kaydı. O anda içimde çırpınan balığın peşimi hiç bırakmayan deniz tutkusuna dayanamadım. Avucuma aldığım küçük taşları, belleğimde, denizin ortasındaymış gibi duran “İtfaiye Kulesi”ne doğru savurup sektirmeye başladım.

“Nüfus cüzdanını düşürdün!”

Birkaç kez yinelenen bu sesi duyduğumda İdman Yurdu ve İtfaiye Kulesi sanki Titanic gibi hızla suya battı. Dalıp gittiğim denizden gözlerimi ayırıp ardıma döndüm.

Tıpkı o gün, maçtan sonra, soyunma odasında giyinirken de nüfus cüzdanımı düşürmüştüm. Yetiştirme yurtları arasında düzenlenen bölgesel futbol turnuvasına katılmıştık. Komşu İl’den gelen rakip takımın öğretmeni düşürdüğüm nüfus cüzdanımı fark edip ardımdan seslenmişti.

“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
“Fark etmedim öğretmenim”
“Senin soyadın “Akçalı” mı ?”
“Evet”
“Berdan’lısın; anne adın Melek, baba adın Ali Kemal, doğru mu?”
“Evet öğretmenim. Niçin sordunuz ?”
“Bizim kız yurdunda bir öğrencimiz var, adı Feride. O da senin gibi Berdan nüfusuna kayıtlı, onun da anne adı Melek, baba adı Ali Kemal biliyor musun? Senin başka kardeşin var mı?”
 
Şaşırmıştım. Dilim tutulmuştu. Ne söyleyeceğimi bilemeden, öylece donup kalakalmıştım. Öğretmen, yüzümün şeklinden anlamış olmalı ki: “Anlaşılan kardeşin olduğunu bilmiyorsun, sizi görüştürelim ister misin?” Demişti.

Konuşamıyordum. Başımı evet mânasında sallamıştım.

“Peki, ben yarın Feride’yi de alır gelirim” deyip gitmişti.

Sevinçliydim. Bedenime gömdüğüm umut çekirdeği yıllar sonra nihayet uç vermiş, hayatın toprağına saldığım ilk yumru bir kız kardeşimin var olduğu bilgisiyle canlanarak, nefes almaya başlamıştı. Yaşam sadece bir umuda sarılarak nefes almaktan ibaret değildi elbette. Yaşam aynı zamanda et’ti. Damarlarımızdaki kan’dı. Kendi kanımdan canımdan başka bir bedenin varlığını öğrenmekse benim için âdeta yeniden doğmaktı.

Heyecanlıydım. Bütün gece yatakta bir sağa bir sola dönüp durmuştum. Ne yapsam heyecanımı yenemiyordum. Göğsüm ökseye tutulan serçeler gibi çırpınıyordu. Oysa bir an önce uyumak, uykumu kardeşime dair düşlerle süslemek istiyordum.

Yanımdaki pencereden yeryüzüne göz kırpan yıldızların ışıltısını izledim bir süre. Buz pateni yapıyor gibi kayan yıldız dikkatimi çekti. Kartopu gibi minnacık o yıldız dans ederek yaklaştı yaklaştı, yaklaştıkça kocaman, ışıl ışıl parlayan yusyuvarlak kristal bir küreye dönüştü. Yıldız küresi yatakhaneye yöneldiğinde üzerinde rengârenk açılan paraşütle birdenbire yavaşladı. Cam kenarına geldiğinde kürenin ortası açıldı. Gülümseyen melek yüzlü biri ışık harmonisinin arasından uçarak başucuma geldi. Üstüme eğildi. “İyi uykular bebeğim” diyerek gözlerimden öptü. Bu öyle sıcak bir öpüştü ki o zamana değin kapanmayan kirpiklerim ağırlaştı. Bindiğim hayâl gemisinde uykuya dalmıştım.

Ertesi gün kardeşimle müdür babamızın odasında karşılaştık. Ferideyle birbirimize sarıldığımızda gönül tellerimiz kopmuştu artık. Ağlıyor, konuşamıyor fakat dökülen gözyaşlarımın acı değil, sevinç veren güzellikte bir duygu sağanağına dönüştüğünü, ağlamanın da coşkulu bir tadı olabileceğini ilk defa keşfediyordum. İnsanın sesi, soluğu, ağzındaki dili sustuğunda meğer yaraları konuşmaya başlarmış. Ben yaralarımla konuşmayı böyle öğrenmiştim. Böyle de sürdürdüm. Şimdi ne zaman gözlerimden bir damla yaş düşse yüzüm bulutlanır, geçmişim yağmur olur da kimsesiz geçirdiğim günlerin üstüne ince ince yağar, kanadı kırık bütün kuşlarım kalbimdeki çınar dallarına sığınıp yaşama sevincime  yaralarıyla konuşarak tutunur.

Öğretmen her ikimizin de nüfus kayıtlarını çıkarmıştı. Doğrusu, bizi bekleyen başka bir sürpriz daha vardı. İki değil, üç kardeştik. Nüfus kayıtlarına göre en küçüğümüz de yaşıyordu ama onun nerede yaşadığına ve kime verildiğine ilişkin en ufak bir bilgi kırıntısı bile yoktu. O ân sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyordum ancak bu haberle birlikte yüreğimde yıllarca solmayacak yeni bir tomurcuğun daha uç verdiğini duyumsuyordum. Kararım netti. Feride’yi düşürdüğüm nüfus cüzdanımla tesadüfen bulmuştum. Diğer kardeşimi de arayacak, bu yüzden bulunduğum her ortamda nüfus cüzdanımı bilerek düşürmekten, en küçüğümüzü de bulmak, ona kavuşmak uğraşından artık hiç vazgeçmeyecektim.

“Nüfus cüzdanını düşürdün!”

Yüzümü döndüğüm ses yanımdaki bankın az ilerisindeki simitçiydi. Gülümsedim. Teşekkür ederek uzattığı nüfus cüzdanımı aldım. İçimden bir dilek daha tuttum. Avucumda kalan son taşı denize doğru savurup sektirdim.

Taşın üç kez sektiğini görünce, az ötede, çocuk parkında bıraktığım eşim ve kızıma doğru keyifli bir ıslık çalarak yürüdüm.

fy

Hiç yorum yok: