Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

8 Haziran 2014 Pazar

Rüzgârlı Camlar ve Beklemeler Kitabını Aralamak



Serkan Türk’ün Serander Yayıncılık tarafından yayınlanan “Rüzgârlı Camlar” öykü kitabını alıp okumaya başladığımda aklıma Kemal Bek’in “Şiirden Eleştiriye” kitabının önsözü geldi. “Okumak; Şeyh Gâlib’in, Hüsn'e kavuşmasının koşulu olan Kimya'yı bulmak için çetin yolculuğu göze alan, mumdan gemilerle ateş denizini aşan, ejderhaları yenen Aşk’ının, çileli ama mutlu serüvenidir. Sonunda herkesin kendisini bulduğu gizemli bir serüven.”

Henüz genç bir öykü yazarı olan Serkan Türk ikinci kitabı olan “Rüzgârlı Camlar”ı üç bölümden oluşturmuş. Camlar, Rüzgârlar ve Bulutlar.

Kitap bir şiirle başlıyor. Ki hem şiirin hem de diğer yazın sanatlarının yegâne kaynağı olan sözcükler okuma serüvenin önemli bir kalkış noktası ve okur algısını harekete geçiren bir düş anahtarı değil midir? Biz de bu anahtarı kitabın sayfalarını karıştırıp okumaya başlayarak kullanıyoruz.

Soluyorsun

konuşmuyorum seninle tutup ölüyorsun
ellerin kuş tüyleri d/oluyor öldüğünde.
kumrular havalanıyor çam ağaçlarından
yağmur az önce yağmış
seslerini nereye kaldırıyorlar?
nereye düşüyor göğsündeki o çukur?

Bu dizeler kitabın içinde yer alan öykülerin şiirsel bir dilin düzyazıya dönüştürülmesiyle oluşturulduğu ve okurun hayâl gücüne yeni bir atmosfer inşa edildiğinin ipuçlarını veriyor.

Suda Ölen Yalı’da Celile ve öykü kahramanıyla birlikte gitgide hızlı bir değişimin yaşandığı insan ilişkilerinde birbirini anlayan, yalnızlığını paylaşan iki insanın yakınlaşmasına tanık olurken, kendinizi betimlenen ahşap yalının bahçesinde ortancaların, güllerin, limon çiçekleri ve leylak ağaçlarının ortasında dolaşan ve onların arasından denize bakan biri gibi görüyorsunuz.

Celile karakterini o kadar iyi buldum ki onun yaşadıkları ve içsel duyguları günümüz kadın sorunlarına farklı bir pencereden bakışla yeniden kurgulanıp, başlı başına roman olarak bile yazılabilir. Bu nedenle öykünün sonunda bir okur olarak acaba yalıya sonra ne oldu? Celile yaşamını nasıl sürdürdü diye sormadan edemiyorsunuz. Bu merak belki bir okur olarak okuduğum metinden duyumsadıklarım ve bana yansıyanlardır. Ama aynı düşünceleri Mehmet Rauf’un “Eylül” romanının finalinde yanan köşk ve roman karakterleri Suat, Necip, Süreyya içinde düşündüğümü anımsadığımda öykünün atmosferinin ne kadar gerçekçi bir dille kurgulandığını ve kendimi öyküyü anlatan asıl karakter “ben”e nasıl kaptırdığımı fark ediyorum.

Sırasıyla okumaya devam ettiğim Muhittin’in Cinleri, Köstebek ve Sanki Yarın Issızlık öykülerinde yine aynı yazım dili sürüyor. Öykü tekniği açısından bakıldığında kurgulamada anlatıcı kişinin “ben” olmasının öyküleri kuşattığını, geriye dönüşlerin ve ileriye sıçrayan yönlendirmelerin öncülüğünde kendinizi bazen küçük bir kasabada otel odasında ya da aniden meydana gelen bir depremle beton yığınlarının arasına sıkışıp kalmış veya eşya taşıyan bir kamyonun arka kasasında koltukta oturup düşünürken buluyorsunuz.

Yazar öykülerini tekdüze, didaktik, donuk bir anlatımla değil imgesel ve estetik düzeyi yüksek şiirsel bir dili kendine has tasvirlerle yontarak oluşturmuş. Kimi öykü kitaplarında öykünün geçtiği bölgeye has kelime ve deyimlere yer vermek kuşkusuz yazarın tercihidir ancak Trabzon’da doğup büyüyen Serkan Türk’ün öykülerinde yaşadığı coğrafyanın yöresel diline hiç yer vermeyen ahenkli, anlaşılabilir, duru anlatımı da öykülerin başka bir özelliği olarak dikkat çekiyor.

Yine çok beğeniyle okuduğum Tontirik’in Hayaleti’ni okuyan her okurun gözlerinde bir hüzün, içinde bir burukluk kalacağından oldukça eminim. Aklıma Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” öyküsü geliyor birdenbire ve yine çocukluğumda yaşadığım benzer anılar.

Bir yaz tatilini teyzemin evinde geçirdiğim günlerden birinde bahçede şurup yapılmak için bekleyen ve koparılmasına izin verilmeyen pembe gülleri toplayan ve teyzemden korktuğu için gülleri benim kopardığımı söyleyen teyzemin kızının yalvaran bakışları ve onu kurtarmak için suçu üstlendiğim an film şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor.

Şimdi ne zaman gül koparan birini görsem, uzanıp bir gül koklasam gözümde o çocuksu tavrım, teyzemin asılan yüzü ve kızı canlanır. Öykü kahramanı Bekir’de yıllar sonra her yaz başlangıcında bir ağaç gövdesine yaslanıp, küçük çakıl taşlarını öpüp suya atarken geçmişte kalan yıllarını düşünür.

Bu öyküden yola çıkarak her insanın yaşamının içinde geçmişinde kalan bir “Tontirik” mutlaka vardır diye düşünebiliriz. Çok sağlam ve gerçekçi temel üzerine inşa edilen öykünün arka planında yer alan çocuksu çekişmelerde kendini ve çocukluğunda oynadığı küs-barış oyunlarını hatırlamayan okur olmayacağı kanaatindeyim

Camlar bölümü “Sesime Üşüşür Ölü Kuşlar” öyküsüyle sona eriyor. Öykünün içinde yine şiirsel betimlemeler dikkat çekiyor.

“Gözlerim yorgun bir bulut. Ağlasam, yağsam, sesime üşüşür bütün ölü kuşlar” Cümlesi Serkan Türk’ün öykü kadar şiir de yazabileceğini, hatta bir şiirde seçilen kelimelerin ortaya çıkardığı iç ritmin ve müziğin iyi yazılmış düzyazı metinlerinde de hissedilebileceğini gösteriyor.

Kitabın diğer bölümlerini daha fazla anlatarak yazara haksızlık yapmak istemiyorum. Hepimizin hayatına sığan birbirinden ilginç ayrıntılar, hüzünler, sevinçler, zamanın hızlı akışında ıskalayıp geçtiği ve kendisiyle bireysel olarak hesaplaşamadığı veya içselliğinde kalanları kimselerle paylaşıp, anlatamadığı anlar vardır.

İşte “Rüzgârlı Camlar”  o anlara tekrar dönmemizi sağlayacak ve hislerimize tercüman olacak on üç öyküyle gerçekten okunmaya değer bir kitap ve içinde yer alan öyküler kendisini keşfedecek onda kendinden izler bulup, kendine tekrar yaklaştıracak okurları bekliyor.

Ankara’da izlemeye çalıştığım Trabzon etkinlikleri sırasında kitabını alıp imzalatma fırsatı bulduğum Serkan Türk’ün bendeki kitaba kendi el yazısıyla düştüğü notla yazıyı sonlandırmak istiyorum

“Rüzgârlı Camlar’ın baktığı yerler hep zamanın ara odaları. Geçip gidenin ardından bekleyen yüzler. Beklemeler kitabını arala…”

Fatih Yavuz Çiçek