Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat
23 Aralık 2018 Pazar
Nasıl ve nerdeyim?
Etiketler:
kimim ben kim,
nasılım,
tahmin et
1 Aralık 2018 Cumartesi
bize ait olanları anımsamakla geçmeyen kış uykusuzluğu...
"Bulabilseydik keşke, saf, sınırlı, dar,
İnsani, ırmak ve kıyılar arasında
Bize ait verimli bir toprak parçası
Çünkü aşmakta bizi kendi kalbimiz
Çünkü bakamıyoruz kalbimizi yatıştıran görüntülere, daha ötesi
kendi sınırlarını bulmuş, Tanrısal gövdelere"
Rainer Maria Rilke
Duino Ağıtları-İkinci Ağıt
27 Kasım 2018 Salı
Tanrısal mührün anlamı...
"seni öpmeye geldim
gül izine yatırılmış mürekkep balığı satılan balık pazarlarından
çentikli harflerle dolu bir alfabe yolculuk defterimde
geldim, perdesi püsküllü bir trende yangın çıkaran kıvılcımların
ve sırt üstü uçan bir rüyanın tüyleri arasından"
Akgün Akova, Mariacka Sokağı, Sözcükler, Kasım-Aralık 2014
Etiketler:
+40 Derecede Ateşli Sayıklamalar,
Akgün Akova,
Kenny Rogers,
Lady,
Mariacka Sokağı,
Şiir,
Video. Müzik
26 Kasım 2018 Pazartesi
ne çok şey, ne çok cehennet...
"biliyorum her şey mutsuzluktan"
Etiketler:
black,
geç kalınmış denizler,
her şey mutsuzluktan,
Müzik,
Video,
wonderful lıfe
20 Kasım 2018 Salı
Nüfus Cüzdanı
Kıran kırana geçen her futbol maçından sonra terden sırılsıklam olmuş gövdemi yemyeşil çimlere bırakırdım. Sonra güvercinlerin masmavi gökyüzünde takla atarak savruluşlarını izler, bir süre “göğe bakarak” öylece kalırdım. Göğün maviliğine dalmak, çocuk yetiştirme yurdunun ön bahçesindeki parkta salıncağa bindiğim, kendimi kuş gibi hissettiğim günlerimi anımsatırdı. Salıncakta yükseğe, daha yükseğe çıktıkça göğe dokunacağımı sanırdım. Tutunduğum zincirleri bırakıp korkusuzca öne doğru uzattığım ellerimle her seferinde kocaman bir boşluğu avuçlamak, yıllarca en çok keyif aldığım oyunlardan biri olmuştu.
Ulu ağaçlarla çevrili İdman
Yurdunun kenarındaki eski ve kullanılmayan “İtfaiye Kulesini” kendilerine barınak
olarak seçen yaban güvercinleri, aynı zamanda bizim takımın simgesiydi. Yıllar
önce kurulan Askeri Fabrikalarda çıkabilecek yangınları gözetlemek amacıyla inşa
edilen kule, kaderine terk edildikten sonra güvercinlerin sığınağına
dönüşmüştü.
Bizim sığınağımızsa, benim
yaşıtım çocuklarla birlikte yaşadığımız A-Bloktu. Belki güvercinler gibi özgür
değildik ama en az onlar kadar kalabalık ve masumduk. Güvercinlerden tek
farkımız belki de annesiz, babasız büyüyor olmamızdı. Bakıcı annelerimiz, müdür
babamız vardı. Fakat kokusunu içime çektiğim bir çiçeğin doğallığını, saçlarıma
değen meltemin yumuşaklığını onlara yaklaştığım hiçbir ortamda duyumsayamazdım. Kurallara
uymadığım zamanlarda bakıcı annelerin kulaklarımı çeken, tenime değen ellerini gürgen
bir sopaya, bakışlarını buzları hiç çözülmeyen kutuplara benzetir, üşür, içimdeki tarif edilmez boşluğu güneşle dolduramadığım için bir türlü de ısınamazdım. Yüreğimin buzlarını
ısıtmaya çabaladığım tek ateş kaynağım düşlerimdi. Bunalınca o düş denizine
eğilir, dilek tutup taş sektirirdim. Öğretmenimiz, taşın üç kez suyun üstünde
sekmesi hâlinde dileğimizin kabul olacağını söylerdi.
Eylül doğumluydum. Yetiştirme yurdunda
eskittiğim her Eylülde dış kabuğum biraz daha sertleşirken, içimde çocuksu bir bölgenin yumuşaklığını koruyarak büyümüştüm. Büyüdükçe ağa takılan balıklara benziyordum. Kendi
eksenimde çırpınıyor, etrafımı saran ağları yırtmak için çabalıyor, asıl var olmam
gerektiğini düşündüğüm engin sulara, rengârenk çiçeklerin açtığı büyük
şehirlerin, "derin saat"lerine yüzmek istiyordum.
Başka balıklar seyrettim. Başka balıklar
keşfettim suyun ağır, ısrarlı kütlesi altında.
Başka balıklar.. mor, lâcivert, kuzgûni, sarı..
Mühürlenmiş solungaçları ve şişirilmiş göz kapakları..
Sedef melânkoliler, kehribar yüzgeçler,
dipte gizlenen kalın
kumlu yaralar..
Kalpte kıvranan çığlığın nasıl
ilerlediğini gördüm, yol bulduğu anda mercan
çubuklara çarpa çarpa. Yüzüme çarpa çarpa
keskinleşen acı ıslık
ılık bir nefese dönüştü, fark ettim,
taşıracaktı neredeyse denizi titreşimleri.
Orada büyük, kovulmuş ıssızlıktı balıklar..
Hissettim.
Muazzep bir ruh neden iyileşmez, anladım, derin
oyuklara kendi tozunu kazısa da. İflâh olmaz,
bildim, sağır mağaralarda ikizini arar gibi balık
dilini sayıklasa da..
...
Nafile, hiç silinmeyecek hayâl
akıntılarına sinmiş köpüren kabahati.
Suyu evi sanmak
ve balıklara adanmak gafleti
peşini hiç bırakmayacak.*
Başka balıklar seyrettim. Başka balıklar
keşfettim suyun ağır, ısrarlı kütlesi altında.
Başka balıklar.. mor, lâcivert, kuzgûni, sarı..
Mühürlenmiş solungaçları ve şişirilmiş göz kapakları..
Sedef melânkoliler, kehribar yüzgeçler,
dipte gizlenen kalın
kumlu yaralar..
Kalpte kıvranan çığlığın nasıl
ilerlediğini gördüm, yol bulduğu anda mercan
çubuklara çarpa çarpa. Yüzüme çarpa çarpa
keskinleşen acı ıslık
ılık bir nefese dönüştü, fark ettim,
taşıracaktı neredeyse denizi titreşimleri.
Orada büyük, kovulmuş ıssızlıktı balıklar..
Hissettim.
Muazzep bir ruh neden iyileşmez, anladım, derin
oyuklara kendi tozunu kazısa da. İflâh olmaz,
bildim, sağır mağaralarda ikizini arar gibi balık
dilini sayıklasa da..
...
Nafile, hiç silinmeyecek hayâl
akıntılarına sinmiş köpüren kabahati.
Suyu evi sanmak
ve balıklara adanmak gafleti
peşini hiç bırakmayacak.*
Denizi, denizin beni kendine çeken kokusunu bu sebeple
hep sevmişimdir. Şöyle etrafıma bakındım. Her taraf erguvanların eşsiz
güzelliğiyle kuşatılmıştı. İki çocuk, dalgaların üzerinde taş sektirmeye çalışıyordu.
Gözlerim oturduğum bankın etrafına serilen beyaz mozaik çakıllara kaydı. O anda
içimde çırpınan balığın peşimi hiç bırakmayan deniz tutkusuna dayanamadım. Avucuma aldığım küçük taşları,
belleğimde, denizin ortasındaymış gibi duran “İtfaiye Kulesi”ne doğru savurup
sektirmeye başladım.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
Birkaç kez yinelenen bu sesi duyduğumda
İdman Yurdu ve İtfaiye Kulesi sanki Titanic gibi hızla suya battı. Dalıp
gittiğim denizden gözlerimi ayırıp ardıma döndüm.
Tıpkı o gün, maçtan sonra, soyunma
odasında giyinirken de nüfus cüzdanımı düşürmüştüm. Yetiştirme yurtları arasında
düzenlenen bölgesel futbol turnuvasına katılmıştık. Komşu İl’den gelen rakip takımın
öğretmeni düşürdüğüm nüfus cüzdanımı fark edip ardımdan seslenmişti.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
“Fark etmedim öğretmenim”
“Senin soyadın “Akçalı” mı ?”
“Evet”
“Berdan’lısın; anne adın Melek, baba adın Ali Kemal, doğru mu?”
“Evet öğretmenim. Niçin sordunuz ?”
“Bizim kız yurdunda bir öğrencimiz var, adı Feride. O da senin gibi Berdan nüfusuna kayıtlı, onun da anne adı Melek,
baba adı Ali Kemal biliyor musun? Senin başka kardeşin var mı?”
Şaşırmıştım. Dilim tutulmuştu. Ne
söyleyeceğimi bilemeden, öylece donup kalakalmıştım. Öğretmen, yüzümün
şeklinden anlamış olmalı ki: “Anlaşılan kardeşin olduğunu bilmiyorsun, sizi görüştürelim
ister misin?” Demişti.
Konuşamıyordum. Başımı evet mânasında sallamıştım.
“Peki, ben yarın Feride’yi de alır gelirim” deyip gitmişti.
Sevinçliydim. Bedenime gömdüğüm
umut çekirdeği yıllar sonra nihayet uç vermiş, hayatın toprağına saldığım ilk yumru
bir kız kardeşimin var olduğu bilgisiyle canlanarak, nefes almaya başlamıştı. Yaşam
sadece bir umuda sarılarak nefes almaktan ibaret değildi elbette. Yaşam aynı
zamanda et’ti. Damarlarımızdaki kan’dı. Kendi kanımdan canımdan başka bir bedenin varlığını öğrenmekse benim için âdeta yeniden doğmaktı.
Heyecanlıydım. Bütün gece yatakta
bir sağa bir sola dönüp durmuştum. Ne yapsam heyecanımı yenemiyordum. Göğsüm
ökseye tutulan serçeler gibi çırpınıyordu. Oysa bir an önce uyumak, uykumu kardeşime
dair düşlerle süslemek istiyordum.
Yanımdaki pencereden yeryüzüne
göz kırpan yıldızların ışıltısını izledim bir süre. Buz pateni yapıyor gibi kayan
yıldız dikkatimi çekti. Kartopu gibi minnacık o yıldız dans ederek yaklaştı
yaklaştı, yaklaştıkça kocaman, ışıl ışıl parlayan yusyuvarlak kristal bir küreye
dönüştü. Yıldız küresi yatakhaneye yöneldiğinde üzerinde rengârenk açılan
paraşütle birdenbire yavaşladı. Cam kenarına geldiğinde kürenin ortası açıldı.
Gülümseyen melek yüzlü biri ışık harmonisinin arasından uçarak başucuma geldi.
Üstüme eğildi. “İyi uykular bebeğim” diyerek gözlerimden öptü. Bu öyle sıcak
bir öpüştü ki o zamana değin kapanmayan kirpiklerim ağırlaştı. Bindiğim hayâl
gemisinde uykuya dalmıştım.
Ertesi gün kardeşimle müdür
babamızın odasında karşılaştık. Ferideyle birbirimize sarıldığımızda gönül
tellerimiz kopmuştu artık. Ağlıyor, konuşamıyor fakat dökülen gözyaşlarımın
acı değil, sevinç veren güzellikte bir duygu sağanağına dönüştüğünü, ağlamanın da
coşkulu bir tadı olabileceğini ilk defa keşfediyordum. İnsanın sesi, soluğu,
ağzındaki dili sustuğunda meğer yaraları konuşmaya başlarmış. Ben yaralarımla
konuşmayı böyle öğrenmiştim. Böyle de sürdürdüm. Şimdi ne zaman gözlerimden bir
damla yaş düşse yüzüm bulutlanır, geçmişim yağmur olur da kimsesiz geçirdiğim
günlerin üstüne ince ince yağar, kanadı kırık bütün kuşlarım kalbimdeki çınar
dallarına sığınıp yaşama sevincime yaralarıyla konuşarak tutunur.
Öğretmen her ikimizin de nüfus
kayıtlarını çıkarmıştı. Doğrusu, bizi bekleyen başka bir sürpriz daha vardı.
İki değil, üç kardeştik. Nüfus kayıtlarına göre en küçüğümüz de yaşıyordu ama
onun nerede yaşadığına ve kime verildiğine ilişkin en ufak bir bilgi kırıntısı bile yoktu. O
ân sevineyim mi üzüleyim mi bilmiyordum ancak bu haberle birlikte yüreğimde yıllarca solmayacak yeni
bir tomurcuğun daha uç verdiğini duyumsuyordum. Kararım netti. Feride’yi düşürdüğüm nüfus cüzdanımla tesadüfen bulmuştum. Diğer kardeşimi de arayacak, bu yüzden bulunduğum
her ortamda nüfus cüzdanımı bilerek düşürmekten, en küçüğümüzü de bulmak, ona kavuşmak uğraşından
artık hiç vazgeçmeyecektim.
“Nüfus cüzdanını düşürdün!”
Yüzümü döndüğüm ses yanımdaki
bankın az ilerisindeki simitçiydi. Gülümsedim. Teşekkür ederek uzattığı nüfus
cüzdanımı aldım. İçimden bir dilek daha tuttum. Avucumda kalan son taşı denize
doğru savurup sektirdim.
Taşın üç kez sektiğini görünce, az
ötede, çocuk parkında bıraktığım eşim ve kızıma doğru keyifli bir ıslık çalarak
yürüdüm.
fy
29 Ekim 2018 Pazartesi
Yakın, çok yakın ve aynı... Bellekte hiç değişmeyen.
"...'Gece çağı dünyanın'
demişti Heidegger. O çağ
olgunlaştırdı siyahî harflerimi.
Doluyum tüm kıtaların anılarıyla,
içimde ne çok aşk, ne çok cinayet"
Ahmet Oktay, Aynı Ve Değişken, Kitap-lık Sayı: 44 Kasım/Aralık 2000
26 Ekim 2018 Cuma
Yakın Nefes...
"Sözlerin en
büyülüsünden, melâldan, kalbinin içindeki güvercinden
vur beni..
Taşların kederinden vur.. Dalların
uyanışından.. Kıyı
göllerinden.. Kuyulardan.."
İhsan Deniz, Bana Uzaktan Ateş Et
Etiketler:
Bana Uzantan Ateş t,
boynumda kalan soluğun,
İhsan Deniz,
modigliani,
sözün büyüsü,
Şiir,
vurgun
4 Ekim 2018 Perşembe
Bu Bir Masal
Yorgun bir ışık lekesi geziniyor boynunda
Ansızın tanrı olan parmakların
Karanlık evimin perdesini aralıyor
Sarılıyorum sana, gelinciğin tutunduğu
Topraksın sen. Dilindeki kuyudan çekiyorum suyumu
Bir tırtıl gibi uzanıyorum dudaklarına
Durmadan kemiriyorum yapraklarını
Ben kuşları ölümsüz bilirdim, diyor
Senin o köpükten beyaz, etin.
Kadir Aydemir, Budala Dergisi 2013, Sayı: 23
2 Ekim 2018 Salı
Yakın duyuş mevsimi...
"Ben mi... çalışıyorum,
yeşilin hem sarının
hem kızaran mânânın
gizini kavramaya."
Sina Akyol, Ölünün Toprağını Sularken
26 Eylül 2018 Çarşamba
Yakın duruş...
"benim ağrılarım yanlış sarılmış bir kırıktan"
Mustafa Köneçoğlu
Etiketler:
A Thousand Kisses Deep,
dize,
Film,
köprüdeki kız,
Leonard Cohen
25 Eylül 2018 Salı
17 Eylül 2018 Pazartesi
Unutulanları Hatırlama Faslı
"kapanmış kapılardan geçerek
dönülmez sanılandan dönerek
ağrısı kesilmiş çürük bir diş gibi
çekilmiş acılarım yüzümde yerleşmiş
bir kez daha içimdeki yangını,
kuyuyu göstererek aynalara
geldim"
Serkan Türk, İçimiz Çölse Biri Geçmiştir, syf. 36/37
Etiketler:
gelmekmi zor gitmek mi,
Hande Mehan,
Müzik,
Serkan Türk,
Şiir,
unutulanları hatırlama faslı,
Video
15 Eylül 2018 Cumartesi
13 Temmuz 2018 Cuma
İki Gözüm...
"Ve dikkat ettim, susanlar daha iyi anlaşıyor."
Sabahattin Ali, İki Gözüm Ayşe
Etiketler:
İki Gözüm Ayşe,
One Day,
Sabahattin Ali
27 Haziran 2018 Çarşamba
Adrese Teslim Vakitler
"Ne vakit ıssızlığın üstünü çizmek istesem
en azadî
en zengin hâllerimiz
rayların üstünden, trenlerin gizinden soyunup geliyor aklıma"
fy
15 Haziran 2018 Cuma
Eşik
"iki kırık ayna"dan boşluğa açılan kapıya bakıyorum
balkıyan düşlerin yamacında bir ceset gibi asılı kalıyor aşk
ipek yolu gibi uzuyorum gözlerindeki haritalarda
terk edilmiş kış bahçelerinden geçiyorum usulca
giderek aşı tutmayan elma ağacına benziyorum
giderek kelebek olma hevesindeki minik bir krizalite
biliyor musun?
insan yaşamaya da, yaşlanmaya da özlemekten başlıyor
"özlüyorum
çok özlüyorum"
mülkünde antik şehirler gibi yaşamayı
h@nna m.
Etiketler:
eşik,
Hanna Matsuri,
kuralsız özlemler diyalektiği,
özlemenin kuralsızlığı,
Şiir
doğu imgesi
"Biz doğuluyuz, güzeli sevmeyiz. Sevdiğimiz güzeldir."
Heiran
Etiketler:
doğu imgesi,
Film Müzikleri,
heiran
27 Mayıs 2018 Pazar
Nesteren
-kalbime söz verdim/bu
yara son güz yarası-
biliyorsunuz
maksadımız ne çölün simgesi olmaktır
ne de hayatın elâ bilgisinde mecnûn diye anılmak
hem varsın öyle bilinsin âşıkların diyarı
zararı yok
bizim de mesnevîyle sırlanmış bir can şehrimiz vardır elbet
elbet bizim de ateşle sevişmeyi bilen hüzzam leylâmız,
yaşam ve yazgı
sarhoşluğum ervâh-ı ezelden beridir var
yaşam ve yazgı
sarhoşluğum ervâh-ı ezelden beridir var
âh gül çekimli ‘aşkadın’
âh sebebi hayatım, güz inceliğim nesteren
dönüp de baksana gövdemi saran nûrdan cevhere
kays yağmur taşı gibi
tâ gözlerimin içinde
h@nna m.
26 Mayıs 2018 Cumartesi
24 Mayıs 2018 Perşembe
Adrese Teslim Dizeler
"ben tanığım, yok senin üstüne bir kadın
(...) yok senin gibisi."
Etiketler:
aşkın kenarından,
ben tanığım,
mfö,
Müzik,
Nizar Kabbani,
Şiir,
Video,
yok senin gibisi
5 Mayıs 2018 Cumartesi
Adrese Teslim Şarkılar Ve Şiirler
Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
Bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut:
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim
mevsim
sonbahar...
Nazım Hikmet Ran
3 Mayıs 2018 Perşembe
Adrese Teslim Şarkılar
"Ötekini oku!
Derinde, dipte duranı"
Gülten Akın
Etiketler:
Müzik,
Video,
Zuhal Olcay
23 Nisan 2018 Pazartesi
Orfeas Peridis/Kati Mou Krivis
"Bir olunmaz Vuslat, her daim yarım kalınır."
Nil Sakman, Süreyya, syf.101
Etiketler:
Dünyadan Sesler,
Kati Mou Krivis,
Müzik,
Nil Nil Sakman,
Orfeas Peridis,
Video
11 Nisan 2018 Çarşamba
Sus Duymasın
"A'dan Z'ye içime yürüyorum/iyiyim/pişman değilim aynalarla sevişmekten"
fy
Etiketler:
Hümeyra,
Müzik,
Sevmek Zamanı,
sevmekten vazgeçilmeyen kadınlar,
Sus Duymasın
3 Mart 2018 Cumartesi
17 Şubat 2018 Cumartesi
Kukla
"Gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim."
E.M. Cioran, Burukluk, syf.32
Dün sabah elbise dolabını açınca karşımda iplerinden asılmış vaziyette sallanan, gözleri oyuk bir kukla gördüm. Ürperdim. Şaşırdım. Kâbus görüyorum sandım. Gözlerimi ovuşturdum endişeyle. Sonra eğilip karşımdaki ahşap gövdeyi inceledim, ellerimle dokundum kuklanın oyuk gözlerine. Kâbus muydu? Hayır! Gördüğüm, dokunduğum gövde kâbus değil gerçekti ve asıl önemlisi kim, nereden bulmuş, hangi amaçla koymuştu onu buraya?
Kâbus görmediğimden emin olmama rağmen kukladan hızla uzaklaştım. Kullanmaya ara verdiğim halüsinasyon ilaçlarını aradım komodin çekmecelerinde. Zihnimde beliren
soruların yanıtlarına odaklanmaya çalıştım pürtelaş gelişen bir iç itkiyle. Bir yandan relaks dedim. Relaks oğlum, kendine gel. Böyle mücadele edemezsin geçmişle.
Ben askerlik görevimi terör olaylarının
en yoğun yaşandığı dönemde yapanlardanım. Sürekli tetikte yaşamanın, silahlı
çatışmalara girmenin etkisini terhisimden sonra uzun süre üstümden atamamıştım.
Sık sık kâbuslar görürdüm o zamanlar. Beynimin içinde uğuldayan silah
sesleriyle uyanırdım bazen. Terlerdim. Göğsümden fışkırıp tenime yayılan terin
ıslaklığını kan sızıntıları zannederdim çoğunlukla.
Terhis olunca küçük bir benzinlikte
çalışmaya başlamış, evlenmiştim. Görücü usulü evliliğimin
ilk günlerinde birbirini iyi tanımayan iki insan, aynı ipin üstünde yürüyen iki
cambaz gibi birbirimizin gölgesine tutunarak yürüyorduk. İpin dışında var
olacağımız başka bir dünya yoktu. Farkındaydık. Gösteri bittiğinde zamanı
soyutlayarak sığınabileceğimiz herhangi bir ada, üstünde uçarak mekân ve boyut
değiştirebileceğimiz sihirli bir halımız da yoktu. Böyle nefes aldığımız sürece
üzerime çöken kâbuslar sirkine mahkûmduk. O ne hissediyordu bilmiyorum ama benim için bu
gerçeği bütün çıplaklığıyla kabullenmek bildiğim bütün keskin yanlarımı şiddetle
bileyleyen ve görünmeden çalışan düş öğütücü bir alete dönüşmüştü sanki. Hayat;
tıpatıp, gözyaşları içinde izlediğimiz “Acı Hayat” filmi gibi içimizi acıtarak ilerliyordu. Final yakındı. Filmin sonu da bizim sonumuz da belliydi ve mevcut koşullara bakıldığında
ikimizi bekleyen final sahnesi gayet olağan görünüyordu. Çünkü her şeyin, herkesin
bir yerlerden güç aldığı dünyada acı, insanın hayatın içine işleyen
imkânsızlığından, imkânsızlığın sönmek nedir bilmeyen nârından alıyordu
bütün gücünü.
Bizse zayıftık. Parasız, pulsuz, yoksulduk. Sürekli aynı yoksulluğun üstünde kâbuslarla yürümekten yorgun, güçsüz, finişe doğru koşar adım sürükleniyorduk. Mutsuzduk. Mutsuz, mutsuz, mutsuz...
Olması gereken şey birbirimizi daha
fazla kırmadan dökmeden yolları ayırmaktı. Ve nihayet olması beklenen,
yaşanılması gereken o kaçınılmaz ayrılık sahnesini gerçekleştirdik günün
birinde. Peşimi bırakmayan kâbuslarımın şiddetine dayanamayan eşim, çocukları
da yanına alarak evi terk etti. Boşanmıştık en sonunda.
Vietnam Sendromu diye bir hastalık olduğunu
öğrendiğimde her şey için çok geçti. Yaşadığım kâbuslara son vermek amacıyla daha
fazla gecikmeden tedavi görmeye başlamıştım. Tedavi iyi gelmişti. Bu arada
talihim de dönmüş, çalıştığım benzinliğin işletme hakkını başka işlere
yöneleceğini söyleyen patronumdan kâr ortaklığıyla kiralamış, kendi işimi
kurmuştum.
Zaman geçtikçe işler büyüdü. Allah yürü
ya kulum der hani. Öyle işte. Benzinlik birken iki oldu. Üç, beş derken orta
ölçekli bir benzinlik zinciri kurmuştum kendime. Yüzlerce insan çalışıyor, binlerce
araç konaklıyordu GNZ Petrol ve Dinlenme Tesislerinde.
“Hey” dedi bir ses. “Dalıp gittin. Uyan
artık! Yüzüme bak?”
Yanlış duymuyordum. Dönüp baktım. Ses kukladan
geliyordu. Onun gerçek olduğu fikrinde yanılıyor muydum? Bunca yıl sonra
kâbuslarım geri mi dönüyordu. Gördüğüm kukla, Vietnam Sendromunda yeni
atakların işareti miydi yoksa? Kuklaya doğru yürüdüm. “Sen de kimsin” dedim hışımla.
“Buraya nasıl geldin? Kim getirdi seni? Hem gözlerin, senin gözlerin niçin yok?”
Bir kahkaha sesi yükseldi kukladan. “Korkma” dedi. “Ben senin ruhunun sûretiyim.
Ruhunun dönüştüğü en son noktayım. Bakıyorum da paranın ışığı ruhunla birlikte
gönül gözlerini de körleştirmiş. Seni iyilikle uyarmak istedim. Beni ne hâle
getirdiğini, güç hırsıyla yanıp tutuşan dünyevî gözlerinle açık seçik görmeni istedim
sadece.”
Kolay gelmemiştim bulunduğum noktaya.
Tırnaklarımla, acımasız hayatın dikenli köklerine tutunarak çıkmıştım zirveye.
Bu saatten sonra oradan inmem için bir sebep yoktu. Çocukların yurtdışındaki eğitimine
dünya kadar para ödüyordum. Eski eşime dayalı döşeli bir ev almıştım. Emrine
amade araba, bir de şoför vermiştim. Evinin masraflarını ben karşılıyordum.
Kredi kartlarını ben ödüyordum. Ayrılmış olsam da çocuklarımın anasıydı
sonuçta. Lüks restoranlara gidiyor, en iyi otellerde tatil yapıyor, canımın
istediği kadınla birlikte yaşıyor, sıkılınca bir başkasını buluyordum. Son
model pahalı arabaları seviyordum. Beğenmediğimi anında değiştiriyor, yoksul
geçen günlerimin intikamını alıyordum hayattan.
“Farkında mısın? Bütün bunları kurduğun
sömürü düzeniyle yapıyor; kendini kandırıyorsun” dedi kukla. İşçileri bir tam
gün çalıştırıp yalnızca bir tam gün dinlendiriyorsun. Oysa bir tam gün
çalışmanın yasal karşılığı üç tam gün dinlenmedir. Fazla çalıştırmanın
karşılığında fazla mesai de ödemiyorsun. Üç vardiya kurmaksa işine gelmiyor.
Çünkü sana göre üç vardiya demek fazladan çalışacak adam ve kârdan eksilecek
para demek. Üstelik yanında çalıştırdığın adamların ne yıllık izinleri ne de iş
güvenceleri var. Doğru düzgün tedbir almıyor, onların hayatlarını
önemsemiyorsun. Kurduğun düzene azıcık itiraz edeni kulağından tuttuğun gibi
kapının önüne koyuyorsun. En kötüsü de ne biliyor musun? Kimseye tazminat vermiyorsun. Daha geçen gün
işten çıkardığın pompacıya tazminat vermemek için sahte hırsızlık raporu
düzenletip adama üstüne üstlük bir de iftira attın. Rüşvet ve kirli işlerse vazgeçilmez
alışkanlığın oldu. Gözlerimi soruyorsun. Bu gözleri sen oydun sen, başkası
değil!”
Kukla çok fazla konuşuyordu. Ezmezsen
ezilirsin. Acırsan, acınacak duruma düşersin. Hele bir sendelemeye gör, anında
yıkılırsın. Yıkılırsan bir daha ayağa kalkamaz köpek gibi sürünürsün. Benim bu
yaştan sonra ezilmeye de sürünmeye de niyetim yoktu. Kalktım. Kuklayı asıldığı yerden
aldığım gibi salona götürdüm. Şöminenin közünü karıştırdım. Birkaç odunla ateşi
canlandırdım. Kuklayı ateşin ortasına bıraktım. O çıtır çıtır yanarken ben yatak
odasına geçtim. Sevgilim duştan çıkmış giyiniyordu. “Biriyle mi konuşuyordun”
dedi. “Sanki konuşma sesleri duydum.”
Güldüm. Söylenen yalanlar gerçeğin
delillerini kaygan sözcüklerin içinde saklar. “Kulakların hayâli sesler mi duymaya
başladı ne? Bir doktora görün istersen” dedim. Üstümü giyinip evden çıktım.
Günüm keyifsiz geçti. Gazeteler, televizyonlar, sosyal medya hepsi de son
günlerde artan iş kazalarını gündemde tutmaya devam ediyordu. Canım sıkılmıştı.
Yapılacak en iyi şey kısa süreliğine bu gündemden uzaklaşmaktı. Ege’de Mykonos
Adası geldi aklıma. Gidenlerden duymuştum methini. Sekreteri arayıp beş
yıldızlı bir otelde ertesi gün gidilecek şekilde on günlük rezervasyon
yaptırttım.
Akşam erkenden yattım. Bu sabah; dün elbise
dolabında iplerinden asılmış vaziyette gördüğüm kuklayı, hem gözleri, hem de
kalp tarafı genişçe oyulmuş bir hâlde tekrar karşımda buldum.
Usulca kalktım. Hiç konuşmadan kuklanın sol göğsündeki boşluktan içeri baktım. Gözlerimin sanki kırmızıbiber sosuna batırılmış
gibi acıyla yandığını hissettim.
Çığlık çığlığa haykırdım. Ellerimi
gözlerime götürüp aynayı aradım.
Görmüyordum.
fy
Etiketler:
Burukluk,
Cioran,
Fatih Yavuz Çiçek,
Fatih Yavuz Çiçek Öyküleri,
Kabuslar Sirki,
Kukla,
Vietnam Sendromu
2 Şubat 2018 Cuma
11 Ocak 2018 Perşembe
4 Ocak 2018 Perşembe
Geleneksel Şiirlerde Âşk ve Âşıklık
“Ey âşıklar ey âşıklar aşk mezhebi dindir bana
Gördü gözüm dost yüzünü yas kamu düğündür bana”
Yunus Emre
İnsanın varoluşu ve neslinin
çoğalmasını takiben toplumsal yaşama geçişiyle birlikte yeryüzünde oluşturduğu evrensel değerler bütünü vardır. İnsan varlığının bulunduğu her yerde genel evrensel
değerler olarak nitelendirilen ve sadece insana özgü olarak bilinen bu
kavramların en önemlileri kuşkusuz yaşama hakkı, adalet, özgürlük, ahlak, düşünceye
saygı, sevgi, şefkat ve aşktır.
Nitekim yazının bulunmasıyla, insanın
duygularını ifade etmesinde önemli bir kültürel zenginlik kaynağı, edebi sanat
biçimi halini almış olan şiirlerde de insan, evrensel değerleri dizelere
taşımaktan vazgeçmemiştir. Elbette “aşk” kavramı da süregelen insanlık tarihi
boyunca şiirlerde vazgeçilemeyen bir temadır.
Türk şiirinin geleneksel yapısında
“aşk” temalı şiirler irdelendiğinde, toplumun kültürel yapısıyla eşdeğer seyreden
bir süreçle karşılaşılır. Çünkü Türk şiir kültürünün tarihi kadar eski bir geçmişi
vardır ve yine her ulusun dünyayı, evreni algılayış biçimi, o ulusa özgü bir
edebiyat anlayışından izler taşır.
Bu bağlamda Türk şiirinin
geçirdiği evrelere yazının bilinmediği dönemlerdeki sözlü edebiyattan, sonrasındaki
destanlar, halk edebiyatı, divan edebiyatı ve günümüze gelinceye değin
bakıldığında dört önemli kültür bileşkesiyle karşılaşılır. Bunlar Orta Asya, İslam
Kültürü, Anadolu ve Batı kültürüdür.(1)
Türkler, İslâmiyetten önce bağlı
bulundukları eski inanç sistemlerinin kültür ve geleneğine bağlı bir edebiyata
sahiptiler. Din, kültürü etkiler, kültür de edebiyatı şekillendirir. Bütün
ilkel toplulukların edebiyatları önce mitolojik kimlikle başlar, daha sonra
dini şekle bürünür.(2)
Türklerin İslâmiyeti kabul
etmelerinden sonra eski ebedî biçimler ve İslâmi kılığa bürünmüş
konular varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yeni kültür gereği mitlerle örülü destan
şiirleri dini şiirlere dönüşmüş, daha sonra her konu şiirin alanına girmiştir.(3)
Her edebî
gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü ve inanç sisteminin, yaşam
biçiminin sanatçılar tarafından özümsenip kendilerine özel bakış açılarıyla
yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Ozan-baksı edebiyat geleneğinin
geniş anlamda değişen zaman, zemin, inanç sistemi, dünya görüşü ve yaşama
etkisiyle şekillenmesiyle Anadolu’da halk edebiyatı oluşmuştur.(4) Böylelikle
Anadolu’da yeni bir yurt kazanan Türk
kültüründe milli öze bağlı epik şiirler yazan ozanın yerini İslâmi öze bağlı
lirik şiirler yazan âşıklar almıştır.(5)
Âşık edebiyatı bir
birleşim, bir sentezdir.(6) Âşık, soyut ve ulaşılmaz sevgili tipiyle
mistiğe bağlanır. Klâsik şiirin etkisiyle bazen güzelleri, klâsik şiirin
güzellerini andırır. Âşık şiiri Osmanlı toplumunun Anadolu’daki köklü kültür
yapısı değişikliği nedeniyle eğitimli kitleyle halkın arasındaki kültür ve
dolayısıyla farklı oluşan sanat çevresi ve beğeni farklılığından doğmuştur.(7)
Âşıklar dinî-tasavvufi
tarzda şiirler yazmasalar da İslâmiyet kültür ve Tanrı birliğine varma
yollarını arayan görüşler bütünü olan tasavvuftan etkilenmişlerdir. Tasavvufun Âşık
ve Divan şairlerine etkisi, onları ortak bir dünya görüşünde birleştirir. Âşık
anlayışları, rintlik düşünceleri, ölüm ve hayat karşısındaki tavırları
benzerdir. Tasavvufta aşk Tanrıyla bütünleşmektir. Dünya fani aşk geçicidir, kişiyi
olgunlaştırır, nefsi eğitir. Maddi aşk manevi aşka geçişte bir basamaktır. Âşıklar
tasavvuf kültür etkisiyle kendilerini bahtsız, sevgiliyi erişilmez ve vefasız
görürler. Divan şairlerinin aksine âşıklarda “aşk baki, yâr fanidir”. Âşık,
divan şairi gibi yârini ellere kaptırma kaygısını yüreğinde taşır. Divan
şairlerinin vuslatsız, paylaşılmayan aşkın acılarıyla yaşamalarına karşın âşıklar,
sevgiliye ve vuslata taliptir. Felekten yakınmalarına rağmen yaşama sevinci
gözlenir. Âşık köklü bir dinî eğitim alamamıştır. İslâmiyet
kültürü etkisiyle dünyanın güzellikleri yanı sıra cenneti de ister. Şiirlerinde
İslâmi motiflere, inanç esaslarına, ibadetlere,
hukuka ve ahlâk konularına değinildiğini görürüz.(8)
Âşıka
naz eder bakışı nazlım
Gülistana girmiş bülbül avazlım
Mestane bakışlım, bir elâ gözlüm
Kaşları kemanım düştü gönlüme
Gazi Âşık Hasan Dede
Âşık şiirlerinde en
belirgin söylem “güzelleme”dir. Karacaoğlan, Yunus Emre, Hoca Ahmet Yesevî,
Şah Hatayî, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Âşık Emrah, Âşık
Ömer, Âşık Hasan Dede gibi halk ozanlarının söylediği yüzlerce “güzelleme”
vardır. Bu “güzellemeler “şiir mecmuası” anlamına gelen cönklerdir ve halkın
belleğindedir. Âşıklar dilinde, güzelin
ve güzelliğin simgesi Leylâ’dır. Mecnun’un “bir
de benim gözümle bak” dediği Leylâ, her ozanın rüyasını süsler, hayalinde
ufuk bulur. Halk ozanları “Leylâ’yı
ararken Mevlâ’yı” bulur, insan güzelliğinde mutasavvıflar, yüce Rabb’ın
cemalini görürler.(9)
Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb
Kılma derman kim helâkım zehr-i dermanımdadır
Fuzûlî
Tasavvuf, eski türk diniyle
ilgisi olmayan, kaynakları arasında büyük ölçüde Eflatun’un ideacı felsefesi de
bulunan, vahdet-i vücud (varlıkların birliği) denen bir din felsefesidir. Vahdet-i
vücuda göre asıl evren, bütün varlıkların dünyaya düşmeden önce Tanrı’nın
varlığında oldukları evrendir. Dünya, kesret (çokluk) evrenidir ve insan bu
dünyada kesret’ten dolayı acı duyar ve vahdet’e dönmeye çalışır. Divan şiirinin
güzelduyu anlayışı vardır. Divan şiirinin en çok yazılan türü gazeldir. Divan şairinin
gazelde amacı özgün konular yaratmak değil (hikmetli gazeller dışında) yalnızca
ülküselleştirilmiş aşk konusunu, özgün mazmunlar, mecazlar ve söz sanatlarıyla
“daha iyi” ve “daha özgün işlemektir. Bu nedenle divan yazını (şiir)
biçimcidir.(10)
Divan gazellerinde işlenen konu
sevi, sevgilinin yüz göstermemesi, sevgiliden ayrı düşme ve bundan dolayı
sevenin, yani şairin çektiği acıdır. Şair bu acıdan yakınır ama bir yandan da
sevgilinin verdiği acıların bitmemesini, tersine sürmesini ister. Kavuşmak söz
konusu değildir; çünkü kavuşursa şairin şiir yazmak için bir nedeni
kalmayacaktır. Bir başka deyişle, şairin var oluş nedeni, aşktır; kavuşmayı
değil, ayrılığı amaçlayan aşk… Bu ikilem Fuzûlî’den Şeyh Gâlip’e,
bütün divan şairlerinin gazeldeki ortak söylemidir.(11)
Bütün divan şiiri, doğaldır ki
istisnalar dışında, ister din dışı isterse tasavvufçu olsun, soyut bir duygu
olan yüceltilmiş aşkı somutlaştırma çabasından başka bir şey değildir. Tıpkı
tasavvufta “her şeyin Tanrı’dan bir parça olduğu ve her şeyin Tanrısal evrenin
(vahdet’in) değişik biçimlerde görünümü” olduğu düşüncesi gibi; yaşam da, aşk
da, bu aşkı dile getiren sanat da, bu zihinselliğin değişik biçimlerde
görünümleridir. Divan şiirlerinde bütün şairlerin kullandıkları mazmunlar, söz
sanatları, şiir uygulayımı (hemen hemen) aynıdır. İşte Fuzûlî,
Nâili, Bâkî, Nedîm Şeyh Gâlip gibi divan şairleri, bu
ayrılık karşısında (önemsiz uygulayımsal benzerlikleri bir yana bırakırsak)
birbirine benzemez söylemleri geliştirebildikleri için büyük şairdirler. Bir
başka deyişle soydan şairler, aynı olanın içinde başka olanın gizini
bulabildikleri için şairdirler ve bu yorum çerçevesinde düşünülürse, onları
zamanın deyişiyle müteşâirlerinden (şair taslaklarından) ayıran da bu gizi
bulmuş olmalarıdır. (12)
Geleneksel şiirlerde aşk ve âşıklık
konusunu çeşitli kaynaklardan faydalanarak derleyip, irdelemeye çalıştığımız yazıyı
Mevlâna’dan bir dizeyle noktalayalım.
“İnsan içindeki aşk kadar
insandır”
fy
Kaynaklar
(1)
Şerafettin TURHAN, Türk Kültür Tarihi
(2)
Abdülkadir İNAN, Eski Türk Dini Tarihi
(3)
Hikmet DİZDAROĞLU, Halk Şiirinde Türkler, Halk Ozanlarının Sesi
(4)
Umay GÜNAY, Âşık Tarzı Edebiyat İçin Düşünceler
(5)
İlhan BAŞGÖZ, Karacaoğlan mı, Pir Sultan Abdal mı Halkın Dilinden Konuşuyor, Halk
mı Onların Dilinden Konuşuyor?
(6)
Milliyet Sanat Dergisi Ocak 1977
(7)
Erman ARTUN, Karacaoğlan Şiirinin Kültür Kaynakları, Anayurttan Atayurda Türk
Dünyası, Yıl 3, Cilt 2,Sayı 7 Şubat 1995
(8)
A.G.M S.65
(9)
Tahir Kutsi Makal, Gazi Âşık Hasan Dede’nin Kişiliği ve Sanatı
(10)
Kemal Bek, Şiirden Eleştiriye.
(11)
Ages
(12)
Ages
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)