Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

27 Mart 2014 Perşembe

Çinekoplar


Pirinçleri inceliyordum. Belki on çeşit pilavlık pirinç… Birden solumda bana baktığını fark ettim. Ufak tefek, omuzlarına doğru kıvrılan düz kestane saçlı, alımlı kadın, yakalanmanın acemiliğiyle fasulye raflarına yöneldi. Biraz oyalandım ama yeniden bakmadı. Yanıldığımı düşünüp paketlerden bir tanesini arabanın içine attım ve uzaklaştım.

Peçete de alınca işim bitiyordu. Görüş alanımda olmadığı halde izlendiğimin farkına varıp aniden döndüm. Evet, yine aynı mahcup yakalanmışlık ifadesi… Beyaz balıkçı yaka kazak, koyu renk mini etek, şıklığını tamamlayan çizmeler... Acaba yanına gitsem mi, diye düşündüm ancak cesaret edemedim. Ne diyecektim ki?...

Balık reyonuna doğru yöneldim. Çoğu kere olduğu gibi zamanı unuturcasına uzun uzun seyre daldım balıkları. Alt yarısı satılmış bir kılıç balığı, levrekler, çupralar, hamsiler, istavritler, buz kalıbının üzerinden kollarını sarkıtmış irice bir ahtapot, karidesler…

"Sizce tazeler mi?" diye sorulunca, daha başımı çevirmeden o olduğunu anladım. Döndüm; çekingendi, sesi titriyordu. Böylesi bir yerde gelip kur yapacak bir kadına benzemiyordu, hele benim gibi birine. Bir yandan da hem kaçmak istiyor hem de kendini alamıyor gibiydi.

"Evet bence hepsi taze," dedim ve aynı anda kendime kızdım. İşte konuşma akışını kilitlemiştim yine. Oysa tüm balık çeşitleri, tazelikleri, onlarla neler yapılabileceği üzerine neredeyse konferans verebilirdim. Hep böyle yapardım kadınlara, en söylenmeyecek olanı  ilkten… Sonra da edecek söz biterdi.Anlamış gibi, "Peki sizce hangisini almalıyım?" diye sordu.

Rahatlamıştım. Dünyanın en zor sorusuna biraz sonra cevap verecek olan bir bilgin edasıyla yeniden gözden geçirdim balıkları. Bu kez daha usta davrandım, soruya soruyla karşılık vererek, "Pekala; kızartma, mangal, ızgara, buğulama?... Nasıl bir pişirme yöntemi tercih edersiniz?"

Beklemediği bir soruydu. Yüzü kızardı, "Bilmem?!" dedi, "Siz ne önerirsiniz?" Sanki balığı ben yiyecektim. Sorusunun anlamsızlığını fark etmemişti. Ters bir şaka yapıp kendimden soğuturum diye dilimi tuttum. Anlayışlı bir tavır takınarak, "Izgara sever misiniz?" diye topu yine ona attım.

"Severim," dedi o kadar.
"Büyük balık mı tercih edersiniz küçük mü?"
"Fark etmez."

Yine sıra bana gelmişti. Bir balık önerecektim ve sohbet -tabii eğer buna bir sohbet denirse- bitecek, ben de kasadan geçip kös kös evime gidecektim. "Canlı gibi duruyorlar değil mi?" diye sordu birden. Kirpiklerini eğip çinekop öbeğine baktığını, aslında dalıp gittiğini fark ettim. Cevap verince, ışıkların altında beyaz teni iyice belirginleşen bu kadını daha uzun seyredebilme şansını yitireceğimi biliyordum. Ama beni asıl alıkoyan bakışındaki derinlik ve hüzündü. Neden sonra kendine geldi. Nerede kalmıştık, der gibi bakışlarıyla gözlerimi yakaladı.

"Evet," dedim. "Canlı gibi duruyorlar. Size çinekop öneriyorum, bu mevsimde ızgarası iyi olur. Kaç kişisiniz?"
"Bir kilo yeterli olur sanırım," dedi. Vakit doldu, dedim içimden keyifsizce. İyi akşamlar dileyip ayrılsam mı?
"Adınız nedir?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda.
"Asım," der demez sallandığını hissettim. Düşüyordu, hamle yapıp yakaladım. "İyi misiniz?!" diye endişeyle sordum. Toparlanmaya çalıştı. "Durun görevlileri çağırayım!" diyerek çevreme bakındım.
"Hayır, hayır," dedi. "İyiyim ben."
"Pekala ama gelin şurada oturalım, bir şeyler içseniz iyi olur?!" dedim, pastaneyi kastederek.      Çanta ve mantosunu yerden aldım. Arabaları bırakıp alışveriş kısmından çıktık. Hala düşebilir endişesiyle tekrar koluna girmiştim. Ses etmeden yanım sıra yürüdü. Kokusu ona çok yakışmıştı...

Garson bizi görünce hemen yanımıza geldi, "Hanımefendi iyi mi?"
"Ah evet iyiyim!"
"Ne içersiniz?" diye sordum ancak cevabı beklemeden, "Siz bize su getirin, bir de soğuk olmayan şekerli bir şeyler, meyve suyu var mı?!" diye ekledim. Garson, "Hemen efendim!" deyip hızlıca ayrıldı.

"Alışverişinizi yarım bıraktırdım, haydi lütfen devam edin. Daha arabanızı almamıştır görevliler.’’
"Önemli değil. Sizin için endişeliyim," dedim.

Sıkılgan gözlerle baktı. Garson iki şişe su, bir bardak da meyve suyu getirdi, "Siz başka bir şey arzu eder misiniz beyefendi?" 
"Hayır," dedim. "Su yeterli."

Meyve suyunu yudumluyor, gözleri dalıyor, bazen kaçamak diyebileceğim şekilde bakıyordu. Alyansını fark ettiğimi yakaladı bir ara. Bardağındakini bitirince kalktı. Peşi sıra ben de doğruldum.

"Artık gideyim ben. Çok teşekkür ederim."
"Ama…"
"Rica ederim, gerçekten iyiyim."
"Sizi bırakayım."
"Arabam var."
"Ama bu vaziyette, hem de bu saatte… Yakınlarınızı arasaydık hiç değilse?!"
"Gerek yok. Merak etmeyin."
"Kartımı alın en azından, iyi hissetmezseniz arayın."
Çaresiz bir "Peki," dedi.

Garson hesap için bekliyordu, o ise bir an önce gitmek için sabırsız.... Arabasına kadar refakat etmek istediğimi anlayıp bakışlarıyla vazgeçmemi sağladı. "Pekala siz gidin, dikkat edin kendinize ama, iyi akşamlar," dedim kadına. "Çok teşekkür ederim, iyi akşamlar," deyip döndü, yürümeye başladı. Hesabı ödedim ancak oradan ayrılmak yerine masaya yeniden oturdum.

 Döner kapıdan çıkıp gidecekti az sonra. Birden döndü, doğrudan geliyordu seri adımlarıyla. Ancak sanki bir şeye kızmış ve ödetmek üzere hızla üzerime yürüyordu. Yaklaştığında suçluymuşum gibi hissederek ayağa kalktım. Karşımda durdu. Uzatmadan tek hamlede söyleme kararlılığında ve sertçe, "Ona çok benziyorsunuz!  Üstelik adınız da Asım! İki yıl önce kaza geçirdik kocamla..." durdu,  soluklandı ve ekledi, "Ona çok benziyorsunuz!"

Aniden dönüp yeniden kapıya doğru koşarcasına yöneldi ve çıkıp gitti. 

Cengiz Kara

Hiç yorum yok: