Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat
31 Temmuz 2014 Perşembe
Uçurumlarından dönen
Etiketler:
dize,
Görsel Fotograf:Hayao Miyazaki,
Paul Eluard,
Pleiade
28 Temmuz 2014 Pazartesi
Benim Balonlarım Vardı
Etiketler:
Bayramlar,
Benim Balonlarım Vardı,
İbo,
Müzik,
Video
26 Temmuz 2014 Cumartesi
bir kitabın sayfalarında kendini bulmak
"Herkesin kendine göre bir hayatı vardı ve bütün hayatlar ona göre aslında birbirine eşitti. Yalnızlıktan hoşlanıyordu, ama bu da çok önemli bir şey değildi. Çünkü insanlardan da hoşlanıyordu. Canan'dan da çok hoşlanmıştı. Evet. Ona âşık da olmuştu. Ama sonra kaçmayı başarmıştı. Benim onu bulmama şaşmamıştı. Canan'a çok selam söylüyordu. Yazmak hayatının tek işiydi, ama tek mutluluğu değil. Herkes gibi bir işi olması gerektiğini biliyordu. Başka işlerden de hoşlanabilirdi. Evet, o işler, ekmek parası getirseydi onları da yapabilirdi. Sözgelimi dünyaya bakmak, gerçek anlamıyla görerek bakmak da çok zevkli bir şeydi."
Orhan Pamuk/Yeni Hayat, syf. 201-202
24 Temmuz 2014 Perşembe
Yeni Hayat
"Şimdi işte, ne orada, ne başka bir yerde, ne hayal ettiğin ülkede, otobüslerle kör otel odalarında, ne yalnızca kitap sayfalarında varolan bir gelecekteyiz. Şimdi, burada ikimiz, bu odada, telaşlı öpüşmelerim ve iç çekişlerinle iki ucu açık bir zamanın içindeymişiz gibi, birbirimizi tutmuş bir mucize görelim diye bekliyoruz. Doluluk anı! Sarıl bana, zaman akmasın, haydi sarıl canım bana, mucize bitmesin! Hayır, karşı koyma, hatırla: Gövdelerimizin otobüs koltuklarında ağır ağır birbirine kayıp, düşlerimizin saçlarımız gibi birbirine karıştığı geceleri; dudaklarını çekmeden hatırla: Başlarımız birlikte soğuk ve karanlık cama yaslandığında, küçük kasabaların ara sokaklarında gördüğümüz ev içlerini; hatırla, ele ele seyrettiğimiz onca filmi: Yağmur gibi yağan kurşunları, merdivenlerden inen sarışınları, bayıldığın soğukkanlı yakışıklıları hatırla. Hatırla, bir günah işler, bir suçu unutur ve başka bir diyarı düşler gibi sessizce seyrettiğimiz öpüşmeleri. Dudakların birbirine yaklaşmasını ve gözlerin kameradan uzaklaşmasını hatırla; hatırla, otobüsümüzün tekerlekleri saniyede yedibuçuk kere dönerken bizim nasıl da bir an kıpırtısız ve hareketsiz kalabildiğimizi. Ama hatırlamadı. Son bir kez umutsuzca öptüm onu. Yatak darmadağın olmuştu. Walther'imin sertliğini farketmiş miydi? Canan yanımda uzanmış, yıldızlara bakar gibi düşünceli tavana bakıyordu. Gene de, dedim ki:
"Canan, biz otobüslerde mutlu değil miydik? Gene otobüslere dönelim."
Orhan Pamuk, Yeni Hayat, syf.160-161
Etiketler:
Kitap,
Orhan Pamuk,
Otobüsler,
yeni hayat,
Yolculuklar
Kıyamet
Elyazını yaktım, dürüsttü ve aşınmamış
Sevgi sözcüklerini yaktım, hoyrattır onlar
Sıcaklığı saklı akarsuyu anlamazlar
Sorular, kurutur incitir sorarlar
Elyazını yaktım
Sevgi sözcüklerini yaktım, hoyrattır onlar
Sıcaklığı saklı akarsuyu anlamazlar
Sorular, kurutur incitir sorarlar
Elyazını yaktım
Adresini yaktım
Yakmak gibiydi biraz da dünyayı herşeyi
Bastığımız düşümüzde gördüğümüz
Özlediğimiz yaklaştığımız
Hayatım özlemdi ansımaydı düştü
Yaktım adresini şimdi özlem oldu hayatım
Yakmak gibiydi biraz da dünyayı herşeyi
Bastığımız düşümüzde gördüğümüz
Özlediğimiz yaklaştığımız
Hayatım özlemdi ansımaydı düştü
Yaktım adresini şimdi özlem oldu hayatım
Resimleri yaktım birini saklasam dedim
En çok onu yaktım onu yaktım
Kış göğünü yaktım, bir kavak büyüttüm balkonumdan
Akşam desem değil, yangın desem değil
Dışarda apansız bir kıyameti yaktım
En çok onu yaktım onu yaktım
Kış göğünü yaktım, bir kavak büyüttüm balkonumdan
Akşam desem değil, yangın desem değil
Dışarda apansız bir kıyameti yaktım
Sevgidir kendimi bildiğim, onunla başladım
Elyazın mı, adresin mi, resimlerin mi
Sen mi ömrün mü
Çıkardım onları şimdi sakladığım yerden
Kıyameti göğü kışı akşam sözlerini
Sevgiyi yaktım
Elyazın mı, adresin mi, resimlerin mi
Sen mi ömrün mü
Çıkardım onları şimdi sakladığım yerden
Kıyameti göğü kışı akşam sözlerini
Sevgiyi yaktım
Gülten Akın
Etiketler:
Fotograf: Miro Simko,
Gülten Akın,
Kıyamet,
Şiir
Efsun
Etiketler:
Didem Madak,
dize,
efsun,
Görsel Fotograf: Mikeal Aldo,
Poşet Süt
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Şairin Kurtuluş Örgütü: Didem Madak
“Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!
İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.”
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!
İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.”
2011
yılı; 24 Temmuz Pazar günü elektronik posta adresime gelen iletilerde, sosyal
paylaşım sitelerinde ve haber ajanslarında okuduğum haberler şair Didem
Madak’ın vefat ettiği haberini bildiriyordu.
Üç
yaşında bir kızı olan ve uzunca bir süredir kanser tedavisi gören şair Didem Madak; 41
yıllık ömrüne sığdırdığı üç şiir kitabında yaşadığı “çok zor ve sert bir hayata” karşı var olmanın şiirini, ironiyle ve
kendine özgü bir dil kurarak yazmıştı.
Yazmak
onun var olmak istediği ütopyaya ulaşmak için kullandığı bir tür sıçrama tahtası, kendini kurtarma aracıydı. Yaşadığı
dünyada gördüğü çirkinliklere karşı kendini o dünyadan ayrıştırmanın şiirini
yazıyordu. Nitekim geçtiğimiz yıllarda yayın hayatına son veren Heves Şiir
Eleştiri Dergisinin 26.sayısında Aslı Serin’le yaptığı söyleşide: “Şiirle ancak kendini kurtarırsın bence,
dünyayı kurtarmak isterdim ama ben bir çeşit “Didem’in kurtuluş örgütü”
kuruyorum şiir yazarken” diyordu.
İlk
iki kitabı “Grapon Kâğıtları ve “Ah’lar Ağacı” nda okurlarına daha çok ölüm
temasını duyumsatan Madak, son kitabı “Pulbiber Mahallesi” nde yaşama sarılan,
içindeki yaşama gücünü keşfeden, yaşama ısrarıyla dolu şiirler kaleme almış,
yeni bir kitap yazarsa isminin “efsun”
olacağını belirtmişti.
“Şiir bir yalnızlaşma aracı, rest çekme çekip
gitme tükürme aracı başka da bir olanak yok hayatta rest için” diyen ve son dönem Türk şiirinde yazdıklarıyla kendi okur
kitlesini oluşturmayı başarmış bir şair olan Didem Madak’ı ebedî âleme
uğurlamış olsak da; onun şiirleriyle okurlarının gönlünde yaşamaya devam edeceğinden
kuşkum yok.
Allah
rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.
Fatih
Yavuz Çiçek
Bir Ayrılık, Bir Yoksulluk, Bir Ölüm
Türk Dil Kurumu sözlüğünde “yoksul”: 'Geçinmekte çok sıkıntı çeken
(kimse, toplum, ülke), yoksuz, fakir, fukara, zengin, varsıl karşıtı' olarak
tanımlanırken yoksulluğun da, 'yoksul olma durumu, yoksuzluk, sefillik, sefalet,
fakirlik' sözcükleriyle açıklandığını görüyoruz.
Yoksulluğun zıddı varsıllığın küreselleşen dünyada
satın alma gücünün en önemli gösterge aracı olan paraysa, hızlı ve değişken
sermaye akımlarıyla baş döndürücü bir şekilde yer değiştirirken, gelip gittiği
ülkelerin ekonomik parametrelerinde alçalıp yükselen grafikler meydana
getirmektedir. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, dünya
ekonomisine yön veren finansal piyasalarda meydana gelen dalgalanmaların olumsuz yönlerinden çabuk etkilenmektedir. Bu etkileşim
iktisadi göstergeleri kırılgan bir seyir izleyen ülkelerde uygulanan ekonomik
politikaları temelinden sarsarken, yapısal bir sorun olan yoksulluğun boyutlarının çok yönlü incelenmesini de gerekli kılıyor gibi.
Jean
Jacques Rousseau: “İnsanlar ne başkalarını
satın alacak kadar zengin, ne kendilerini satacak kadar yoksul olmamalıdır.
Servetler arasındaki büyük eşitsizlikler; hazineleri, sahiplerinin ellerinden
alarak değil; hazine kurmanın yollarını ortadan kaldırarak; yoksulluğu
yoksullar için bakımevleri kurarak değil yoksulluğu ortadan kaldırarak önlemek
en temel yönetim sorunlarından biridir” der.
Tarihi ve kültürü bir hayli eskilere dayanan ülkemizde
yoksullukla mücadelede konusu irdelendiğinde, devletçe alınan ekonomik
tedbirlerin yanı sıra halk dayanışması ve toplumsal yardımlaşmanın geleneksel bir zeminde
sürdürüldüğü görülür.
Nitekim 1915–1919 yılları arasında Osmanlı
Ordusu'nda görev yapmış Venezüella vatandaşı Rafael de Nogales Mendez “Hilâl
Altında Dört Yıl” isimli kitabında yurdumuzu ve gözlemlerini anlatırken
dilencilere gösterilen hoşgörüyü, dilencilerin ellerinin hemen hemen hiç boş döndürülmemesini
ve toplumsal dayanışmanın en üst düzeye çıktığı Ramazan ay’ından
bahsederken: “Bu dönemde fakirlere
sakada verilir. Türkler son derece iyilikseverdirler. Ona verebilecekleri
hiçbir şey bulunmadığında bile, ağızlarından tatlı bir tarzda söylenen ‘Allah
versin kardeşim’ sözleri dökülür” satırlarını biraz şaşkınlık biraz hayranlıkla
yazmıştır.
Geçmişte yoksulluğa karşı dayanışmanın ve hâli
vakti yerinde olmayan insanlara yardımların gizlice yapılmasını, böylece gerçek
ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı amaçlayan yöntemlerden biri de “sadaka taşları” uygulamasıdır.
Sadaka taşları toplumda sağlam bir sosyal yapı oluşturmanın, hem
iktisadi dayanışma hem de bireyler olarak birlikte yaşama sanatının kuşkusuz en
güzel örneklerinden biri olmuştur. Yine islam inancında yoksulluğa kalkan
olacak uygulamalardan birisi de zekâttır ve zekât bu özelliğiyle eşit yaratılan
fakat sosyal konumları farklı insanlar arasında kurulan önemli bir köprü
vazifesi görür. Zekât sayesinde yoksullar zenginlere, zenginler yoksullara
yaklaşarak birbirlerini anlama fırsatı bulurlar.
Bir toplumu oluşturan tüm
bireylerin ve toplumun katmanlarının mümkün olduğu kadar yüksek refah
seviyesine ulaştırılması ideal olandır. Çünkü gelir dağılımında meydana gelen
eşitsizlik ülkemizde en çok kırsal kesimleri etkilemiş; yoksul kesimlerin
varlıkla tanışması cumhuriyetin ilanından sonra köylerden kentlere yapılan
göçlerle olurken, yoksulluk kavramı da geniş içeriğiyle Türk Edebiyatında ve
Türk sinemasında kendine yer bulmuş önemli temalardan biri olmuştur.
Siyah-beyaz çekilen filmlerde
zengin kız, fakir genç ikilemi, köylerde toprak zengini ağalar ve yoksul ve
topraksız halk arasında yaşanan olaylar birbiri ardına beyazperdeye
aktarılmıştır. Sinemalarda “Çıplak Vatandaş” ismiyle gösterime giren bir film anımsıyorum. O günün şartlarında bozulan sosyo-ekonomik koşulları ve ailesini geçindirmek
için iyi niyetle çalışan ama geçim sıkıntısı sebebiyle ek işler yapmak zorunda
kalan yoksul bir memurun trajikomik öyküsünün anlatıldığı bu filmi yönetmen ve
senarist Başar Sabuncu gerçek hayatta yaşanmış bir olaydan yola çıkarak
sinemaya aktarmıştır.
Türk
Halk Edebiyatının unutulmaz isimlerinden Karacaoğlan:
“Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”
derken; halk arasında söylenen “yokluk
kapıya konulacak dert değil” deyişine adeta tercüman olmuş, bu şiir aynı
zamanda Anadolu rock tarzında çalışmalarıyla tanınan Ersen ve Dadaşlar
tarafından müzik eseri olarak da bestelenmiştir.
Konusu insan olan edebiyatın
dallarından biri olan romanlarda da yoksulluk yazarların farklı bakış
açılarıyla yer almıştır. Romanlarda seçilen tipler gerçekmiş gibi anlatılırken
okurun toplumun içinde yer alan fert oldukları unutulmadan detaylar ustalıkla betimlenmiş,
toplumsal sorunların işlendiği roman izleğinde okuyucu sanki kendi kökleriyle
buluşturulmuştur.
Stendhal’ın romanı “Yol boyunca
gezdirilen ayna” şeklindeki tanımlamasından yola çıkarak incelenirse Yakup
Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” isimli eseri Anadolu bozkırında bir köyde
yalnız başına yaşayan tek kolu kesik eski bir subayın mutsuzluğu ve kendi
ülkelerinin gerçekliğini görmemiş aydınlara yönelik sorgulama gibi görünse de
yoksul köy yaşamından örneklerle doludur.
Yine Fakir Baykurt’un sinemaya da
aktarılan kitabı “Yılanların Öcü” köy yaşamında ortaya çıkan adaletsizlikleri
ve eşitsizlikleri köyde bulunan yoksulların ve nüfuzlu insanların çatışmalarını
gerçekçi bir dille anlatır.
Günümüz
yazarlarından Latife Tekin “Berci Kristin Çöp Masalları” isimli kitabında
köyden kente göçen yoksul insanların hayatlarını, kentin kıyısında çöp
yığınlarının arasında sürdürmek zorunda kaldıkları gecekondu yaşamlarını
anlatırken, 1980 sonrası edebiyatımıza toplumsal içerikli yeni bir soluk
getirmiştir.
Yokluk-Varlık ekseninde gelişen
bütün düşünsel yaklaşımlar önümüzdeki yıllarda edebiyatta, iktisadi ilimlerde
yeni açılımlar, araştırma, inceleme ve yazıtlar olarak kim bilir hangi ufuklara
yelken açar bilinmez.
Fakat bugün dünyada gelir
dağılımından olumsuz etkilenen ülkelerde yoksulluğun mümkün olduğu kadar
azaltılması için, yokluk ve açlığın en yoğun görüldüğü başta Afrika kıtasında yaşayan halklar olmak üzere Birleşmiş Milletler Örgütü, Dünya Bankası gibi kuruluşların projeler geliştirdiğini,
paneller düzenlediğini, çeşitli ekonomik kaynaklar aktardığını biliyor, hattâ geçtiğimiz
yıllarda ünlü pop müzik sanatçısı Bob Geldof’un geliri yoksul ülkelere
bırakılmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde bir dizi konserler düzenlediğini anımsıyorum.
Oysa asıl tehlike; önümüzdeki yüzyıl içerisinde etkisini güçlü bir biçimde hissedeceğimiz, küresel ısınmayla gelen yoksulluk olacak. Önümüzdeki 50 yıl içinde deniz seviyelerindeki yükselmeyle başlayan kuraklık ve iklim değişikliklerinin yaklaşık bir milyon canlı türünün yok olmasına sebep olacağı, tarımsal üretimde düşüşler ve kuraklık sonrası bitkilerde verim azalmasının görüleceği bu durumun yiyecek stoklarını hızla tüketeceği, kuraklık sonrası ani sağanak yağışların meydana getireceği erozyon ve ormanlarda yangınlar sonrasında oluşacak eksilmelerin asıl düşünülmesi gereken yoksulluk felaketi olarak yeni yetişen nesilleri beklediği bilim adamlarınca sürekli ifade edilmektedir.
Nitekim geçtiğimiz yıllarda
Pakistan’da aşırı yağmurlar sebebiyle oluşan sel afeti bu görüşü doğrular
nitelikte görünüyor değil mi?
Küçük yaşımızdan itibaren
büyüklerimizden beş şeyin kıymetini iyi bilmek gerektiğini öğrendik. Ölüm
gelmeden hayatın, zamanı boşa geçirmemek gerektiğinin, hastalıktan evvel
sağlığın, ihtiyarlıktan evvel gençliğin, yokluk gelmeden varlığın.
Gelecek için bir şeyler yapmalı ve bu yüzden işe ilkin çevre sorunlarını
çözerek başlamak galiba en doğru olanı.
Fatih Yavuz Çiçek
Etiketler:
Bir Ayrılık,
Bir Ölüm,
Bir Yoksulluk,
iktisat,
Karacoğlan,
Küresel yoksulluk,
sadaka taşları,
yoksulluk romanları
21 Temmuz 2014 Pazartesi
iki kişilik hayâl vakti
Etiketler:
dize,
Görsel Fotograf:Alessandro Puccinelli,
hayâl vakti,
Yahya Kemal
Yeni Hayat
"Aşkın yararlı bir acı olduğunu çok işittim, çok okudum. Çoğu fal kitaplarında, gazetelerin "burcunuz" köşesinin hemen yanıbaşında, ya da "ev-aile-mutluluk" sayfalarında salata resimleri ve krem formülleri arasında yer alan bu palavrayla o günlerde çok sık karşılaşıyordum. Çünkü karnımdaki demir külçenin ağrısı yüzünden, duyduğum sefil yalnızlık ve kıskançlık beni insanlardan öylesine koparmış ve öylesine umutsuz kılmıştı ki, yalnız gazetelerin, dergilerin burçlar, yıldızlar köşesinden değil, başka işaretlerden de körlemesine medet ummaya başlamıştım."
Orhan Pamuk/Yeni Hayat syf.42-43
Etiketler:
burçlar,
İletişim Yayınları,
kıskançlık,
Kitap,
mutluluk formülleri,
Orhan Pamuk,
sefil yalnızlık,
yeni hayat
Her Gece Ay Damlar Kudüs'e
"zeytinliklerden hışırdayarak yükselen bir ay
akıyor göğsüme
yaram akıyor
can sunuyor ödülünü
ama gömülecek bir yerim yok bu dünyada
bu yakın gecede
daha bir seviyorum kanlı giysilerimi
ey Filistin
kin tutmayan ayını
öpüyorum saçlarını
evlerden gelen çocukların
ey Kudüs
seviyorum sabah yağmurlarını
gidiyorum"
ser önümüze bilgeliğini
acı vermeyen ölüm
Turan Koç, Hece Dergisi, Şubat 2009, Sayı: 146
Etiketler:
Filistin,
Hece Dergisi 2009 Şubat,
Kudüs,
Şiir,
Turan Koç
20 Temmuz 2014 Pazar
Kudüs'ü Olmayan Filistin
Sanki Gazze işgal altında değil, sanki Gazze Filistin'in parçası değil, sanki Filistin'in tümü işgal altında değil. Sanki Kudüs işgal edileli yarım yüzyıla yaklaşmış değil. Sanki Kudüs İsrail tarafından Yahudilerin bölünmez başkenti ilan edilmiş değil. Sanki Kudüs tüm müslümanların şehri ve ilk kıblesi değil.
Ve "Amerikan rüyasının geri dönüşü"ne alkış tutulan Obama ilk kez Kudüs'ün "İsrail'in ebedi, ve bölünmez başkenti" oluşunu tasdik ederken İsrail'in yüzsüzlüğünün nereden kaynaklandığını görmezden geliyoruz.
Suudi Arabistan'dan Mısır'a kadar Arap ülkelerinin İsrail'le suç ortaklığı yaparak, aşırı uçlardan kurtulmak için bunca kanın akmasına göz yumduğuna tanık oldukça İsrail'in neden bu denli pervasızlaştığını daha iyi anlıyoruz.
Gazze'de yaşanan son katliamda olduğu gibi olayın tanımını, Filistin sorunu gözüyle bakıp Arap-İsrail çatışmasından, Filistin-İsrail anlaşmazlığına burdan da Hamas militanı İsrail güvenlik gücü çatışmasına indirgediğimiz sürece ne Kudüs'ü kurtarabilir ne de Filistin'i özgürleştirebiliriz.
Konya ovasını Gazze'yi bombalayan çocuk katillerine açmaya devam ettiğimiz sürece, Gazze kapısından insani yardımları bile kesecek kadar işbirlikçiler saltanatlarını sürdürdükçe bu ne ilk ne de son katliam olacak. Şabra ve Şatilla kasaplarının batı medeniyetinin savunucusu sayıldığı bir dünya sisteminde hangi değerleri, hangi Uluslar arası ölçüleri esas sayarak hakkı savunabilirsiniz?
(...)
İsrail Haçlı Seferlerinin modern versiyonu bir truva atıdır.
(...)
Maaşeri vicdanımız doğru yerde duruyor. Bölgenin siyasi aklı ahlaken malül...
Kudüs merkezli bir Filistin yaklaşımı yeniden diriltilmedikçe İsrail sorunu çözülmeyecek demektir. Kudüs'ü kendi evi gibi görmeyen İslam ülkelerinin yönetimleri de fiilen İsrail'le bir şekilde suç ortaklığı yapıyor demektir.
Gazze direnecek, Kudüs direnecek. Biz meydanları boşalttıktan sonra evlerimize döneceğiz huzur içinde...Kudüs taş taş teslim alınırken Konya semalarında İsrail jetlerini beklemekle meşgul mu olacağız?
Akif Emre/Hece Dergisi, Şubat 2009, Sayı: 146
Etiketler:
Akif Emre,
Gazze,
Hece Dergisi 2009 Şubat,
Kudüs'ü Olmayan Filistin
Gazze mi Esir Şehir Yoksa Kahire mi, Riyad mı...?
Kemal Tahir İstanbul üçlemesinin ilk kitabı olan Esir Şehrin İnsanları'nda özgürlükle ilgili çok çarpıcı bir anekdot aktarır. Bağımsızlık mücadelesinin gerekliliğine yeni inanmakta olan Kamil Bey, meslektaşı Nedime hanıma "Ben sizin kadar güçlü değilim" der. "Bazen (mahpushanede olmadığı için) hür olduğumu zannederek sevindiğim oluyor. Esir bir şehrin, esir bir memleketin esirlerinden herhangi birisi olduğumu unutuyorum da ..." Bu değerlendirmeye Nedime hanımın cevabı daha da çarpıcıdır: Bir kafese kapatılmış kuşla bir odaya kapatılmış kuşun farkı ." Yıllardır yazdığımız kim bilir kaçıncı Filistin yazısının taslağını zihnimde evirip çevirirken rastladığım bu anekdot, meseleye nereden ve nasıl bakmamız gerektiğine dair ipucu verdi bana. Bizler de kendimizi Kamil Bey misali özgür sanıp, Gazze gibi esaret altında olmadığına sevinenlerden değil miyiz? Ve bizim özgürlüğümüz de aslında, kafeste değil de odaya kapatılmış olmaktan ibaret değil mi? Aynı inanç ve siyaset dünyasının bir parçası esirken diğer parçasının özgür olduğu zannı, tam da bu tür bir ufuksuzluğun sonucunda elde edilebilen güçsüz mutluluğu değil mi?
Alev Erkilet/Hece Dergisi, Şubat 2009, Sayı:146
16 Temmuz 2014 Çarşamba
Suskunlar
"Sessizlikte bir perdedir.Sessizliği işitebilirsin. 'Es' bile bu perdeye kıyasla, 'ses'tir."
"Zahir, "Susma vakti geldi," dedi. "Şimdi, sevgiyle tokuşturulan kadehlerin tınlamasını, dost bildiğimiz insanlarla yaptığımız sohbetleri, altun paraların şıngırtısını, bir güzelin şûh kahkahasını, mal yüklü ticaret gemilerinin yelkenlerini şişiren rüzgârın uğultusunu, ilim öğrenmek için okuduğumuz kitapların sayfa hışırtılarını ve hattâ, ölümsüzlüğün sırrı olan âb-ı hayat'ın şırıltısını unutalım ve burnumuza üflenen nefesi, vakti gelince aldığımız gibi, tertemiz bir nağme olarak sessizce teslim etmeye hazır olalım. Öyleyse hep birlikte susalım ve artık O'nun sesini dinleyelim."
İhsan Oktay Anar/Suskunlar, Syf.232
Etiketler:
İhsan Oktay Anar,
İletişim Yayınları,
Kitap,
Suskunlar
Perdeler
"Orda kalamam ve buraya
dönemem. Bir adım daha atamam, kırılır içinde
köpürdüğüm mercan rüyâ. Gider, kırmızı bir güle
yaslanırım; bir hayâlin perdesini aralamak
ve bütün hâtıraların acı hazzını doyurmak
için. Bir unutuşun kalp atışını değdiririm
kalbime. Işık söner, gönül sükûn
bulur, yeniden varırırm o kapıya..."
İhsan Deniz, Perdeler syf.17
Etiketler:
dize,
Düş perdesi,
İhsan Deniz,
Mercan rüya,
Perdeler,
Unutuşun kalp ağrısı
An Kara Düş Beyaz/Öykü
Pazaryerindeki
esnafların tezgâhlarına dizdiği mevsimlik zerzevatı satarken savurduğu çığlıkların kendine özge gürültüsü, genizlerinden çıkan ilginç seslerin giderek
yükselen tonu bas mıdır, bariton mu? Bilmiyorum.
Fakat her
hafta sonu gittiğim semt pazarında duymaya alışık olduğum o rekabetçi
haykırışların, annesinin elinden çekiştirip duran küçük bir çocuğun masûm ağıdını kolayca
bastırdığını iyi biliyorum.
Cumartesiydi.
Evin ihtiyaçları için haftalık pazar alışverişi yapıyordum. Onları muz dizilmiş
bir tezgâhın önünde gördüm. Dört, beş yaşlarındaki çocuk, minik parmaklarını uzatmış
hem ağlıyor, hem de diğer elinden çekiştiren annesine direniyordu.
“Muz istiyorum, muz istiyorummm”
Belli
ki annenin bütün öncelikleri tencereye konacaklar içindi. Kadıncağızla kısa bir
göz teması kurunca, cüzdanındaki miktarın yetersizliğini onun yüzünde buğulanan
aynanın sırrından anladım.
Kınalı
saçlarında uçuşan soluk yemeni güllerine benziyordu kadının bakışları. Dolmalık
biber seçtiği tezgâhın önünden ağır ağır uzaklaşırken, gözlerinden süzülen yaş, muhtemelen çürük kan kırmızıydı.
Bilirim…
Hayatında bol sıfırlar çoktan firariydi ve yüreğindeki karakışta ân karaydı, düş
beyaz.
Bilirim…
İçindeki yalan dünya, kuzucuğunun uzattığı her parmakta dört mevsim zemheriyi
yaşarken, umudun dallarında sürekli tipiye tutulurdu zaman. Ateş dumana boğulurdu, duman
tufana. Derme çatma ocağında güneş desenli resimler hep “haftaya kuzum, haftaya”
sözüyle çizilirdi.
Sonra…
Yorgun
argın vardığı iki göz evinde, çantasına gizlice bırakılanı görünce, şaşkınlıkla
bir parça gülümser, benzinde kısa süreliğine de olsa kardelenler açar mı? Açmaz mı?
Meraklanırım.
Fatih Yavuz Çiçek
Tregedyalar-III
Etiketler:
dize,
Edip Cansever,
Görsel Fotograf: Simone De bianchi,
Kahve,
Kahverengi,
Tregedyalar-III
15 Temmuz 2014 Salı
Güznisan
Geçen hafta sevinci ve hüznü kısa fasılarla birlikte yaşadık. Güznisan iklimi diyorum böyle zamanlara. Hüzünlüyüm. Çünkü Gazze karanlığa gömüldü. Çocuklar, kadınlar ve insanlık; zulmün binbir suratlı maskesini yüzünden eksik etmeyen İsrail'in takındığı yeni maskeleri, ibretle izledi.
Peşin peşin belirtmek isterim. Gazze ve Kudüs'ün bende vücut bulduğu mânâ, Kerkük, Musul, Doğu Türkistan ve yeryüzündeki bütün müslüman kavimler için de aynıdır. Rabbime şükürler olsun ki biz hiçbir dönemde dinimizi ve inancımızı Rabia işaretiyle sınırlayan 'mankurt'lardan olmadık. Olmayacağız da.
Tirmizi'den nakledilen bir hadiste: "Bir kötülük gördüğünüz zaman elinizle, gücünüz yetmezse dilinizle, ona da gücünüz yetmezse dilinizle buğz ediniz," buyrulduğu belirtiliyor.
Sosyal medyada başlatılan İsrail mallarına karşı boykot girişimleri belirli bir süre sonra unutuluyor. Direniş uzun sürmeden çözülüyor. Toplumun eylemsel hafızası zayıf çünkü. Ben de direniş kalıcı olsun, Filistin sorunu unutulmasın düşüncesiyle bir şiir yazdım. "Gazze Kudüs ve İnsanlığa" ithaf ettiğim şiiri blogspot sayfalarında yayımladım. Geniş kitlelere ulaşmasını, birkaç dile çevrilerek okunmasını isterdim o şiirin. Kimbilir. Belki zamanla çevrilir, yetmişiki dilde okunur, anlaşılır.
Ve dua. Hamasetle hiçbir yaranın sarılmayacağının bilincinde olan bir kultanesi olarak elbette dua'nın gücünü unutmadım.
Hüzünlü günlerin ortasında, geniş ailemize katılan yeğenim "Nur" bebekse bizi hayli sevindirdi. Umutlandırdı.
İhsan Deniz'in Perdeler isimli kitabında "Nur" isimli bir şiiri vardır. Şöyle seslenir şair:
"Bir sabah çiyi gibi selâmlıyorum
seni; gecenin ağartısından dökülen
ellerini. Ah, dilim dilinde ve sesim
şükreden sesinde..Alıp hayatı kollarıma
bırakıyorsun; önce seni soluyor bütün
eşya..Yerlerin ve göğün büyük
sırrı: Allah'ın nazlı emaneti!
Hoş geldin!.."
.
.
.
Hoş geldin "Nur" bebek! Hoş geldin.
fy
Etiketler:
Gazze Kudüs ve İnsanlığa,
Güznisan,
İhsan Deniz,
Nur bebek,
Perdeler
Anılar Irmağı
denizine ulaşamayan bir ırmağın
akından akına akan
atların anılarını taşırım
doğudan batıya batıdan doğuya
ruhumun akşamını okşayarak
sana ince dereler bıraktım
şırıl şırıl ve şavkıyan
yüzün tün insanların yüzü
baktıkça derin baktıkça hüzün
kurumuş çeşmelere döndük sevgilim
ıssız ve susuz şimdi
kuşlar çarşılar çocuklar da
yaprakları geçelim solgun sözleri
aşk gibi okumakta günleri
yorulduk dizüstü sürünmekten
kalk size gidelim
Arif Ay
Edep Aylık Edebiyat Dergisi, Mart 2014, sayı: 49
Etiketler:
Anılar Irmağı,
Arif Ay,
Denize Ulaşamayan Irmaklar,
Edep Dergisi,
Kurumuş Çeşmeler,
Şiir
9 Temmuz 2014 Çarşamba
Tezhip
Etiketler:
dize,
fyç,
ikiye bölünüş,
tezhip,
uzak/uzak
Bir Futbol Diktasının Yıkılışı
"Yeryüzündeki bütün diktatörlükler yıkılmalı. Futbola kurulan diktatörlükler de."
Dünya Kupası başlarken böyle yazmıştım facebook hesabımda. Bıyık altından gülümseyenler olmuştu.
Sonra izledik ve gördük. İspanya, İngiltere, İtalya birer birer sahneden çekildiler.
Mütevazi takımlar vardı. Kostarika, Kolombiya, Cezayir, Uruguay, Şili gibi.
Almanya ise bildiğimiz Almanya. Takım oyunu oynayan, son saniyeye kadar disiplinden tavizi vermeyen, fizik gücü yüksek, rakibi sindiren, ezen bir futbol mentalitesine sahipler. Turnuva boyunca şunu düşündüm. 4. kez üst üste yarı finale çıkan Almanya'nın Ligi Bundesliga'da oynayan bir yığın Türk futbolcu var. Biz neden oradaki futbolculardan Almanya ayarında bir takım oluşturamıyoruz. Eksiğimiz nedir? Benim tespitim şu: Kısa vadeli düşündüğümüz, anında görüntü istediğimiz için başarı gelmiyor. Bizim millet olarak beklemeye tahammülüz yok. Abdullah Avcı, Alman kulüplerinin altyapısında yetişen Türk gençlerinden bir takım oluşturmak istedi ama sabır gösteremedik. Gösterebilsek, Brezilya'nın en çok konuşulan milli takımlarından biri de Türk Milli Takımı olabilirdi.
Gelelim turnuvaya trajik bir şekilde veda eden Brezilya'ya.
Brezilya, Dünya Kupası başladığı günden itibaren turnuvanın şımarık çocuk rolünü üstlenmiş görünüyordu. Almanya yenilgisi; Brezilya'ya, kibir abidesine dönüşmüş hocaları Scolari'ye, oynamadan, hakemle kazanmaya çalışan Brezilya Milli Takım oyuncularına çok iyi bir ders oldu. Sen misin Melo'yu milli takıma almayan.
"Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste." derler bizde Scolari efendi.
Almanya'ya gelince... Almanya'yı tebrik ediyorum. Ancak Almanya'da yıkılmalı. Peki, Almanya'yı yıkacak takım kaldı mı?
Hollanda finale çıkarsa, 74'ün rövanşını almak isteyecektir.
Final ve şampiyonluk için benim gönlümdeki aslan Sneijder'in Hollanda'sı.
Çünkü,
"Yeryüzündeki bütün diktatörlükler yıkılmalı. Futbola kurulan diktatörlükler de."
fy
Etiketler:
Almanya,
Brezilya,
Dünya Kupası,
Hollanda
8 Temmuz 2014 Salı
Masif Kırılma
Toprakta yedi hece bir ölüm
Meridyenler bölüyor her şeyi
Aklımda küçülen bir kıta sanki
Masif kırılma!
Bulutlar geceyi örsün
Sabaha kalır düşlerin serinliği
Örtemez yoksulluğu hiçbir şey
Ne demir ağzı fabrikaların
Ne de kilise çatıları
Tarihin çıplak çocuklarıyız
Çamurdan bir hayat yaşadık
Kirlenmedik yine de
Masif kırılma!
Boşluğa çizilen yalandı!
Lucy Fernando Alveres
Çeviri: Szepo Bilevic
Etiketler:
2010,
Çeviri: Szepo Bilevic,
Lonca Fanzin Sayı:4,
Lucy Fernando Alveres,
Masif Kırılma,
Şiir
7 Temmuz 2014 Pazartesi
Kar
Etiketler:
Alıntılar,
İletişim Yayınları,
Kar,
Kitap,
Orhan Pamuk
4 Temmuz 2014 Cuma
Schindler's List
Etiketler:
Itzhak Perlman,
John Williams,
Müzik,
Video,
Violin
Arpalık Kuyusu Düşleri
I
arındığım yollarda ümitvar
düşlerin göğsünden geçtim
yağmurcun kanatları
rüzgârın oğul veren yurdundan
içimdeki şehirde mozaik kapılar
yanıldığım da oldu, kırıldığım da
dedim ki: cebirsiz, tanımsız
dimdik
açıl ey kalbim açıl
‘kendi gök kubbemizden’ bana bir ses ver
okumayı yenice öğrendiğim bir ceviz masalıdır bu
emekleyen güz, finalle yüzleşmenin sancısı
ve bahar kimdir, kış kim
bu masalda ateş neremde konaklamış, boşver
aldırma
aldırma
Z bölgemdeki yangınların müellifini hiç, ama hiç sorma!
?
derim ki: aşk insan olma biçimini yaşamaksa
ömrü ağartmaktan başka nedir ki tutuşmak
II
arındığım yollarda ümitvar
saf ışığın göğsünden geçtim
siyahla beyazın kaynaştığı
fecir vakitlerinden
uyandım
Sakrum’a lehimlenmiş
tabu’da
kulyüzüm mahcup, senyüzüm âmâ
Fatih Yavuz Çiçek
3 Temmuz 2014 Perşembe
BEREKETLİ TOPRAKLARIN ASİ YAZARI
Orhan Kemal,
kanlı canlı ekmek kavgası peşinde, gerçekçi karakterleriyle yalnızca Türk
edebiyat tarihinde değil sinema tarihinde de önemli bir yere sahip. Kemal,
yüzlerce senaryo yazmış olsa da bunların büyük kısmı bilinmiyor; çünkü Kemal’in
Komünizm propagandası yapma gerekçesiyle 5 yıllık hapis geçmişi, yazarlığında
önemli bir engel teşkil etti. Sinemacılar filmlerinin sansüre uğrayacağı
çekincesiyle senaryolarında “Orhan Kemal” ismini kullanmıyor, filmin
jeneriğinde O’nun yerine farklı isimler kullanıyorlardı. Şu anda ise birçok
iletişim fakültesinde O’ndan yadigâr, 1963 yılında ilk basımı yapılan senaryo
yazarlığı kitabı okutuluyor.
Orhan Kemal,
eserlerinde hep yoksul insanları, işçileri, yaşam koşullarının zorluklarını
anlattığı gerekçesiyle 1956 yılında kovuşturmaya uğrar. Yargıç Orhan Kemal’e bu durumun nedenini
sorar. Kemal; “Ben gerçekçi bir yazarım.
En iyi bildiğim konuları anlatırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını
bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok” der ve davadan beraat eder.
Orhan Kemal,
toplumsal gerçekçi yönü kuvvetli bir yazar. Bunun en önemli nedeni ise,
yaşadığı zorluklar, arkadaşlarından gördükleri, ekmek kavgası. Kendi
otobiyografik roman dizisi Küçük Adamın Notları’nda da bir anlamda kendi sıkıntılarını,
yaşadıklarını aktarır. Birçok romanı beyaz perdeye de yansıtılmıştır. 72.
Koğuş, Küçük Hanım’ın Çiftliği, Murtaza, Gurbet Kuşları, Kaçak, Bekçi, Eskici
ve Oğulları, Devlet Kuşu, Avare Mustafa gibi pek çok romanının senaryosu
hazırlanmış kitapların dünyası perdeye aktarılmış, aynı zamanda dizi ve
oyunlara dönüştürülmüştür.
BEREKETLİ TOPRAKLARA GEÇİŞ
Kemal, yaşadığı
dönemin toplumsal yapısını, 1945-1960 yılları arasında yaşananları, hızlı
kapitalistleşme sürecini gözler önüne seriyor. Bu anlamda en değerli
eserlerinden biri ise, “Bereketli Topraklar Üzerinde.” Roman, ilk olarak 1953 yılında Dünya
gazetesinde tefrika edildi. 1954’te ilk baskısı yapıldı. 1979’da ise, Erden
Kıral Yönetmenliğinde, aynı isimle beyaz perdeye de aktarıldı. Polar ve Irmak Film’in yapımcılığını
üstlendiği filmin senaryosunda, Erden Kıral ve Tuncel Kurtiz’in isimleri
bulunuyor. Filmin başrol oyuncuları ise Yaman Okay, Erol Demiröz, Erkan Yücel, Tuncel
Kurtiz, Nur Sürer, Bülent Kayabaş’tan oluşuyor. Romandaki diyalogların
neredeyse birebir kullanıldığı film; kitabın dünyasından uzaklaşmadan, çok
farklılık arz etmeden izleyiciyle buluşuyor.
Bereketli
Topraklar Üzerinde; geçimini sağlayabilmek amacıyla köyünden kalkıp Çukurova’ya çalışmaya gelen üç gencin
(Pehlivan Ali, İflahsızın Yusuf, Köse Hasan) hikâyesi. Eserde, karakterler
üzerinden, bütünden kopmadan fabrika ve tarım işçilerinin durumu da
aktarılıyor.
Filme; göçü
anlatan tren yolculuğuyla giriş yapılıyor. Trenin penceresinden Çukurova;
tarlalar, işçiler, iş makineleri görülüyor, dış ses ise Çukurova’yı anlatıyor:
“Gök masmavi,
kırmızı topraklar yemyeşildir!
Çukurova’nın
bereketli toprağına dört kilo çiğit at, seksen kilo pamuk versin.
Çukurova
insanına, peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmiştir.
Allah adına!
Kitap öyle
söylemiştir, şükredecek, kendinden yukardakine değil aşağıdakine bakacaksın.
Her baktığında şükredeceksin.
Çukurova
insanına, peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmiştir.
Allah adına!
Ölseler bile ne?
Öte dünya vardır, Birer kuş gibi uçacaklardır Cennet-i Ala’ya.
Cennet-i Ala’da
yağdan, baldan dağlar, sütten ırmaklar...”
Üç arkadaş,
fabrika sahibi olan hemşerilerine güvenerek, iş bulacaklarına kesinlikle
inanarak gelirler Çukurova’ya. Gerçekten de kuyruk kuyruk iş bekleyen diğer
çalışanların önüne geçerek çalışmaya başlarlar fabrikada. Ama işler yolunda
gitmez. Büyük şehrin hayatıyla, köy hayatı arasında çok büyük farklılıklar
vardır. Rüşvetle tanışırlar. Ekmek kavgası uğruna birbirlerinden uzaklaşırlar.
Filmde, yalnızca
geçim derdi değil, daha rahat bir yaşam uğruna kadın-erkek ilişkilerindeki
bozulmalar, cinselliğin ön plana çıkması da konu ediliyor. Bu plandan uzaklaşmaya ve duygusal bir boyuta
geçmeye çalışan Pehlivan Ali’nin yaşadığı dramı, Köse Hasan’ın fabrika soğuğuna
dayanamayıp yakalandığı hastalıktan kurtulamaması da izleyicileri
hüzünlendiriyor.
ADALETİ SORGULUYOR
Pehlivan Ali’nin
çalıştığı tarım alanında işçilere taşlı bulur pilavı ve kurtlu ekmek veriliyor.
Irgatbaşı ve Usta ise etli fasulye, taze etmek yiyor. Bu örnek gibi işçiler ve
onları yönetenler arasındaki şartların dengesizliği, bu adaletsizliğe karşı
çıkanların cezalandırılması ve sonucunda yaşananlar eserin gidişatını
belirliyor.
Çok uzun çalışma
saatleri ve kötü yemekleri eleştiren Zeynel, işçilerin gözünü açtığı için patron ve ırgatbaşı tarafından sevilmiyor ve
işine son veriliyor. Zaten bir kişinin yapabileceği işin iki katını yapmak
zorunda olan işçiler, harmanın bir haftaya kadar kalkmasını isteyen patronun
baskısıyla daha da fazla çalışmaya başlıyor. Keskin dişleriyle tehlikeli olan
Patoz makinesinin başına Ali geçiriliyor ve korkunç iş kazası…
Kötü çalışma
şartları, işçilerin hor görülmesi, iş kazaları gibi olumsuz öğeler üzerinden eser
şekillense de Orhan Kemal karakterleri anlatırken, onların umut, sevgi dolu,
hayat dolu yönleriyle ele alıyor. Kahramanlar, tüm bu olumsuz koşullarda dahi içlerindeki
sevgiyi, umudu kaybetmiyorlar. Filmin sonunda ise, keskin bir final yok,
gidişat izleyicinin hayal gücüne bırakılıyor, belki de bu yüzden eserle konuyla
çok fazla içli dışlı olunuyor ve izleyici ya da okuyucu eserin atmosferinden çok
uzun bir süre çıkamıyor…
Regiman Deniz
Etiketler:
Ayna İnsan 2013 Sayı:8,
BEREKETLİ TOPRAKLARIN ASİ YAZARI,
Bülent Kayabaş,
Erden Kıral,
Erkan Yücel,
Erol Demiröz,
Nur Sürer,
Orhan Kemal,
Tuncel Kurtiz,
Yaman Okay
Dünü ve Bugünü ile Toplumumuzda Ramazan
Ramazan, gufran ayı, mağfiret
ayı, rahmet tecellilerinin sağanak sağanak, kulların üzerine yağdığı ay. Açlığı,
susuzluğu kendi nefsinde hissedenlerin fakirlere, yoksullara, hasta, dul ve
yetimlere daha merhametli davrandığı günler.
Fani nimetlerin bir gün insanın
elinden alınabileceğini de gösteren oruç ibadeti aslında bir sabır imtihanı. O
yüzden ramazan’ın bir ismi de şehr-i sabır, yani sabır ayı. Ramazan’ın kelime
manası “yanmak”. Bu ayda oruç tutup tövbe edenlerin günahları yanıyor. Günahlar
erirken kişi ruhen yüceliyor. Sabır ve iradesini kullanmaya alışan insan bir
ahlak güzelliğine erişiyor. Kendi arzusu ile sırf Allah rızası için bütün
nimetlerden uzaklaşan insan, nefsi ile çetin bir mücadele içindedir. Sabır ve
sebatını, irade ve azmini kullanan insan elbet mükafatını da görecektir.
Nitekim şair bunu şöyle anlatıyor:
“Ramazan gele, açıla cennet
kapısı”
Ramazan, dini hayatın sadece
ferdi olarak değil, toplum olarak da yaşandığı bir ay olduğu için, tesiri bütün
toplumda görülmektedir. Mukabeleler, teravihler, fitre ve zekat vermeler
insanları birbirleri ile daha çok kaynaştırır. Oruçlu orucunun sevabını
kaybetmemek için, ”ben oruçluyum” der ve münakaşayı terk eder, gıybet etmez, kalp
kırmaz, hak yemez. Nitekim istatistikler, Ramazan ayında suç oranlarının
azaldığını göstermektedir.
On bir ay daha çok madde ile
uğraşan insan, Ramazan’ın gelmesi ile kendisini bir mana ikliminin içinde
bulur. Erdiği ruhi huzur etrafına da yansır. Onu, başkalarını daha çok
düşünmeye sevk eder. Bu ayın gelmesi ile yardımlaşmalar, gözle görülür bir
şekilde artmaktadır. Herkes bir pide ile olsun oruçlu kardeşine bir şeyler
ikram etmeye çabalar.
İftar vakti, oruçlunun sevinç
zamanıdır. Bu sevinç fırsatını kaçıranlar da etrafa sinen ruhani havadan
etkilenir. Nitekim Rahmetli Yahya Kemal, bunu mısralarında itiraf etmiş. Şair,
“Üsküdar’da Ramazan” şiirinin son mısralarında duygularını şu şekilde anlatıyor:
Top gürleyip oruç bozulan
lahzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten
evleri.
Ya Rab, nasıl ferahlı bu alem, nasıl
temiz.
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve
neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak
kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet
akşamı
Bir tek düşünce oldu teselli bu
derdime
Az çok ferahladım ve dedim kendi
kendime:
“Onlardan ayrılış bana her an
üzüntülüdür.
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok
şükür”
İstanbul’un “Dersaadet” olduğu günlerde Ramazan büyük
hazırlıklarla karşılanırdı. Saraydan en fakir eve, şeyhülislâmdan kadı efendiye
kadar herkes mutlu bir telâş içinde olurdu. Minarelere mahyalar, sokak
aralarında dolaşan davulcular ve onların okudukları değişik manilerle renkli
bir yaşam başlardı.
Âlem bu gece nur oldu,
Kalbimize sürur doldu
Ey benim ağam efendim
Kalkın vakt-i sahur oldu
Ramazan davulcusunun bu manisinin duyulması ile ahşap
evlerin kafeslerinden ışıklar sızmaya başlar, yer sofrasındaki kalaylı bakır
sininin etrafına ev halkı dizilir, hoşaflar, söğüşler, börek ve pilavlardan
oluşan sahur yemeği yenilirdi. Bazen bu sahur yemeğinden davulcu ve elinde
feneri ile dolaşan bekçi baba da hissesini alırdı:
Yeni cami direk ister,
Söylemeye yürek ister.
Beni karnım toktur amma,
Arkadaşım börek ister
Diye mâni okuyan bu davulcu, elbette ikramsız bırakılmaz, paketlenmiş
sahur yemekleri, kapı aralığından uzatılırdı. Ramazan’ın sonuna doğru, bahşiş
hatırlatılırdı.
Davulum sırma telli,
Arkadaşım ince belli,
Bahşişimi isterim,
Küçük hanım nazik elli.
Önceden hazırlanan çil paralar, bir mintan veya mendil ile
birlikte davulcuya hediye edilirdi.
Osmanlı saray geleneğinde, padişahlar Kadir gecesini
Ayasofya Camisinde ihya ederlerdi. Büyük alaylarla, meş’alelerle, fenerler ve
kandillerle donatılan yollardan geçen padişah ve harem arabalarını halkın
izledikleri, kaynaklarda anlatılmaktadır.
Sarayda; Ramazan’da, “huzur dersleri” yapılırdı. Büyük âlimlerin
iştiraki ile padişahın huzurunda sualli, cevaplı yapılan bu toplantılarda âyet
ve hadisler açıklanır, tam bir ilmî hava taşıyan toplantıya padişahın işareti
ile son verilir, dua edildikten sonra, gelenler Hakk-ı huzur denilen
hediyelerle taltif edilirdi.
Ramazan’ın yirmisinden sonra, Beyazıt Yangın Kulesinde, kule
iftarları verilirdi. Zengin konaklarından sini sini yemekler kuleye gider, gelenler
ışıklandırılmış minareleri, mahyalardan yüksekten seyr ederek iftar ederlerdi.
Devir değişti. Ramazan gene sevinçle karşılanıyor, ruhlara
huzur veriyor, dostlukları pekiştiriyor. İlâhi feyzin coştuğu bu günlerin
bereketinden çok kişi istifadeye çalışıyor.
Ramazanlar İman Aşısı Yaparlar
Halit Fahri Ozansoy, çocukluğunun
Ramazan’larını şöyle anlatıyor:
“Ramazan’a bir hafta kala Terazi
sokağının iki numaralı evinde bir şenlik havası esmeye başlardı. Bir taraftan
ev baştan aşağıya gıcır gıcır yıkanır, tencereler, sahanlar kalaycıya yollanır,
çatal kaşık bıçaklar ovulur, sofra bezi ve peçeteler ütülenirdi.”
Böyle hummalı bir şekilde Ramazan
beklenirken, yüksek bir yerden hilali ilk gören bir gözcü, iki şahit önünde, kadının
huzurunda hilali gördüğünü ispat eder ve ramazan davulu ile rûyet-i hilâl şehre
ilan edilirdi.
Ondan sonra iftarı, sahuru, teravihi,
hayr-u hasenatı ile yoğun bir ibadet ayı
başlardı. Cenab-ı Hakkın kullarına lûtfettiği bu mübarek ay, toplumun büyük
kesimi tarafından güzel değerlendirilirdi. Büyük camilerin minareleri arasına
“Hoş geldin ya şehr-i Ramazan” yazan mahyalar kurulurdu.
Erkekler namazlarını kalabalık
bir cemaat ile camilerde kılarlar, sonra güzel sesli hafızlardan mukabele
dinlerlerdi. Akşama doğru, renkli uçurtma kâğıtlarına sarılı pidelerini alanlar
evlerine gelir, zaten hazır olan iftar sofrasına bütün ev halkı beraber oturur,
topun atılışı beklenirdi.
Top atılır atılmaz oruç zemzem
veya hurma ile açılır, sonra da yemeğe başlamadan bir tepsiye dizilmiş
iftariyeliklerden biraz yenilirdi. Her evde akşam, iftara misafir geleceği
hesaplanarak, yemekler bolca tutulur, artanlar da fakir fukaraya dağıtılırdı.
İftardan sonra sofralar toplanır,
seccadeler serilir, bir hafız efendi ev halkına ve iftara gelenlere teravih
kıldırırdı. Tabi bu teravihten sonra sohbet faslı başlar, hizmetkârlar gelen
misafirlere, kış ise yanında leblebi ile boza, yaz ise limonata ve değişik
şerbetler ikram ederlerdi.
Ramazan Sohbetleri
Hanımlar da, evin harem bölümünde,
kendi aralarında iftarlar tertiplerdi. Küçük çocuklarını da getiren hanımlar
için oruçlar açılıp namazlar kılındıktan sonra eğlence faslı başlardı. Önce
masallar anlatılır, sonra bilmeceler sorulur, sonra yüzük oyunu oynanırdı. Bu
sohbetler, bazen sahur davulunun duyulmasına kadar sürer, davul sesi ile herkes
evine dağılırdı.
Bir de sadrazam ve şeyhülislam
konaklarında verilen iftarlar vardı. Burada bütün Ramazan boyunca büyük bir
cömertlikle kapılar herkese,bilhassa fakir fukaraya açık olurdu.
Böyle konaklara bazen padişahın
da habersiz iftara gittiği olmuştur. Ondokuzuncu Asır başlarında Şeyhülislam
Dürrüzade Abdullah Efendinin Üsküdar, Doğancılar’daki konağına devrin Padişahı
İkinci Mahmut, epey bir kalabalıkla iftara gelmişti. Dürrüzade ile iftar etmiş,
bilhassa yemeklerin getirildiği zarif tabakları pek beğenmişti. Arkadan gelen
hoşaf kâselerinde o zarafeti göremeyince, ev sahibi izah etmişti: Efendim, hoşafın
tadı bozulmasın diye buzu içine atmıyorlar, buzdan yapılmış kaselere koyuyorlar
mutfakta. “Ne zaman Dürrüzade’den bahis
edilse, İkinci Mahmut, “Zarif adamdır” dermiş.”
Ramazan gecelerinde mahyalarda
sadece yazı değil, gül, şebboy, kız kulesi, gemi resimleri görmek de
mümkündü.Adeta ışıktan çizilen bu resimleri meydana getirmek büyük ustalık
isterdi. Kadir ve arefe gecelerinde, minareler külahından şerefenin altına
kadar aydınlatılır ve buna “minareye kaftan giydirmek” denilirdi.
Ramazan ayında Müslüman Türk
ailesi büyük sahabe Eyup Sultan’ı mutlaka ziyaret ederdi. Bu ziyaretlere
götürülen çocuklar, Eyüp’ün meşhur oyuncaklarından, kuş lokumlarından alınarak
sevindirilirlerdi.
Halûk Sena Arı
Osmanlıda Aile Hayatı, Syf: 71-77
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)