Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat
31 Aralık 2017 Pazar
28 Aralık 2017 Perşembe
Egoterapi
Tania’nın: “Seni ruhumda taşımaktan
yoruldum. Ayrılalım” dediği sabah evi terk edip, çıkıp gitmiştim. Evli
değildik. Birlikte yaşıyorduk. İki yıl önce yeşil kart başvurusuyla göçmen
olarak gittiğim New York’tan yanımda Tania, Türkiye’ye dönmüştüm. Tania kısa sürede iş bulmuş, özel bir dil eğitim
merkezinin yöneticisi olmuştu. Ben aylak aylak geziyor, tercümanlık, gezi
rehberliği yapmak için kendime uygun iş bakıyordum.
Sonra Tania’nın çalıştığı dil eğitim
merkezinde “İngilizce Öğretmenliği” yapma teklifini kabul ettim. Her şey
yolunda gidiyordu. Tam hayatımızı yoluna koyduk derken dil eğitim merkezinin
sahibi işi büyütmek, farklı şehirlerde de dil kursları açmak istediğini
belirtti. Projesi başlangıçta gayet masûm bir iş büyütme planı gibi
görünüyordu. Fakat bu masûm maskenin altında yatan gerçeğin ne olduğunu
anlamakta gecikmedim. Patron gizliden gizliye Tania’ya asılıyordu. Tania güzeldi,
boylu poslu, alımlıydı. Bulunduğu ortamlarda bütün dikkatleri üzerine çeken nadide
bir orkideden farksızdı. Davetler, kokteyller, açılışlar vs. derken patronun kursların
açılacağı şehirlere de Tania ile birlikte gitmek istemesi beni çileden
çıkartmıştı. Ne yani; ABD’de yaşadık, nikâhımız yok diye patronun yılışık tavırlarına
göz mü yumacaktım? Bir iki kez kibarca uyardım. Tania: “Başarımı, bulunduğum
noktayı kıskanıyorsun” dedi. "Lâ havle" deyip sabrettim.
Tania’nın “ayrılalım” dediği sabahtan
bir gün önce patron beni akşam yemeğine davet etmişti. Boğazda lüks bir restoranda
buluşmuştuk. Bize ayrılan masaya oturunca direkt konuya girdi ve bana Akdeniz
Bölge Müdürlüğü teklifinde bulundu. Güya benden çok memnunmuş, bölgenin
potansiyeli düşünüldüğünde orası için biçilmiş kaftanmışım gibi gönül okşayan sebepleri
sıraladı durdu. Önerdiği pozisyonu Tania’nın da içinde bulunacağı bir ekip
oluşturulursa kabul edeceğimi söyledim. Hayır dedi sırıtarak. “İstediğin ekibi
kur ama Miss Tania Marmara Bölgesinde bizimle kalmaya devam edecek.”
İnsan sarrafıydım ben. Böyle zamanlarda
karşımdakinin insanlığının, erkekliğinin kaç kırat ettiğini sezgilerimle bir
çırpıda anlardım. Belki sıradan biriydim. Hayatta kayda değer bir başarım
yoktu. Hatta biyografini yaz deseler güvercinlere çektirilen niyet kâğıtlarına
bile sığabilirdi özgeçmişim. Evet, biraz rahat, biraz aylak ruhum vardı ama o
kadar da meşrebi geniş biri değildim. Adam gözümün içine baka baka beni Tania’dan
uzaklaştırmak, birlikte yaşadığım kadını elimden almak istiyordu. Kan beynime
sıçramıştı. Yakasına yapıştım. “Ulan Amerika’da yaşadıysak domuza da dönüşmedik”
deyip suratının ortasına yumruğu yapıştırdım. Etraftan bakanların, restoran
çalışanlarının bakışlarına aldırmadan bulunduğum ortamı terk ettim.
Eve gelip olanları Tania’ya anlattım. İşi
bırakmasını önerdim. Tartıştık uzun uzun. Bağırıp çağırdık birbirimize. “Bıktım
senin bu Doğulu tavırlarından, usandım taşralı hâllerinden” dedi. Sustum. Geceyi
salondaki kanepenin üstünde geçirdim. Kahvaltıda “Seni ruhumda taşımaktan
yoruldum. Ben ülkeme dönmeye karar verdim. Ayrılalım” dedi. Kapıyı çekip
çıktım.
Taşındığım tek odalı çatı katından
dışarı çıkmayalı kaç gün geçti farkında değilim. Kırılmıştım. Kapıcının dışında
insan yüzü görmüyordum. Tania bavullarını toplayıp New York’a dönmüştü. Kendimi
hayat kitabında üzeri çizilmiş dip not gibi hissediyordum. Eskiden de
onunla birbirimize küstüğümüz günler olurdu. Avuçlarda pembeleşen zamanlar
teorisi dediğimiz bir yöntemle eritirdik aramızdaki buzları. Bir tür oyun
gibiydi yaptığımız eylem. Kendi aramızda kurduğumuz bir tür iletişim moduydu.
Barışmak, sessizliğe son vermek istediğimiz ân birbirimizin avuç içlerine
dokunurduk. Çünkü avuç içlerimizde ateşle kazınmış harfler vardı. Koru
tükenmeyen harflerin oluşturduğu çekim kuvvetinin zamanı yeniden
biçimlendirdiği, buzulları erittiği, tropikal mevsimlere has ılık rüzgârlar
vardı.
Rüzgâr esmeye başladığında
hücrelerimizdeki bütün taşlar yerinden oynar, kanımızdaki atlar boşanır ve ılık
bir pembelik kimyasal gaz bulutu gibi yayılırdı benzimize. Sonra nane kokulu
bir nefesi, tadına doyulmayan bir nefesi, cehennemden sıcak bir nefesi aç
kurtlar gibi vahşi bir iştahla çekmeye başlardık iliklerimize. Dil, kâm, efsun…
Dünya soyutlanırdı. Dert, keder, kasvet ne gam. Hepsi çarmıha gerilir, acı
unutulurdu. Çünkü o ân ten dorukta olurdu. Çünkü zihin her şeyi unutmaya
meyilliydi ten hazdan tir tir titredikçe.
Rüya gibi yaşamıştık ve rüya bitmişti. Başlangıçta
bir süre depresyona girmiş olsam da yalnız kalmak iyi gelmişti bana. Geceyle
gündüzü tersine çevirip yaşamak heyecan vericiydi. Güneşin doğuşuyla yatıyor,
batışıyla uyanıyordum. Şehrin uykuya daldığı vakitlerde balkona çıkıp
yıldızları, karanlığı, karanlıkta bir mum gibi parlayan ışıkları seyrediyordum
uzun uzun. Gece yarısı kendimi okumanın sularına bırakıyor; tarihi, yöresel ve
kültürel zenginliklerimizi anlatan eserler okuyordum gün doğana kadar. Fecre
doğru neden, niçin sorularıyla kıyıya vurduğum bir yer vardı. Tefekkür!
Tefekkürü seviyordum ve artık içinde bulunduğum duruma çeki düzen vermem gerektiğinin
farkındaydım.
Yapılacak ilk işlerden biri eve birkaç
parça eşya almak, dağınık yaşamaya son vermekti. Giyinip sokağa çıktığımda
uyuşan bacaklarımın açılması için yürümek istedim. Uzun bir yürüyüşün ardından bitpazarına
geldim. Eski eşyalar, mobilyalar, elbiseler, ayakkabılar, elektronik cihazlar,
cep telefonları ne ararsan vardı burada. Yok, yoktu. Ortalık göçmen kaynıyordu.
Girdiğim her dükkân yeni yaşamlarına ısınan göçmenlerin işgaline uğramıştı.
Birilerinin eskittiği yaşamın izleri bir başkası için yeni hayatın simgesi
oluyordu ve bu yüzdendi belki de bitpazarına yağan nûrun oraya gelen insanların
içini ısıtmasının sebebi.
İhtiyacım olan eşyaları seçip
oyalanmadan eve döndüm. Evi dipten bucağa temizledim. Gazeteden iş ilanlarına
baktım. Profesyonel turist rehberliği kurslarına yazıldım. Kurs bitimini takip
eden günlerde yaptığım birkaç iş görüşmesinden sonra tur şirketlerinden biriyle
turist rehberliği pozisyonu için anlaştık. Şehir şehir dolaşıyordum artık. Bir
hafta Mardin, bir hafta Kapadokya.
Gördüğüm her şehirde zihinsel bir devrim
yaşıyor, dünyaya bakışım yeniden kodlanıyordu âdeta. Şeb-i Arûs törenleri için
gittiğimiz Konya’da Mevlevîlerin yaşamından müthiş etkilenmiştim. Dönüşümde
elektronik posta adresimde Tania’nın yazdığı mesajları gördüm. Telefonla da arıyordu,
konuşuyorduk fakat ben geri çekilmiştim. Bütün hücrelerimle
sessizlik yemini etmiş rahipler gibi Tania’dan
uzaklaşıyordum. Anımsanmak istemiyordum. Güzel hatırlanmak istemiyordum.
Nefreti arıyordum. Onun içindeki nefreti.
Kendimden nefret ettirmek, Tania’nın da benden iyice uzaklaşmasını,
onun da kendi içine, kültür sorunlarıyla yüzleşmek zorunda kalmayacağı daha
somut bir geleceğe yönelmesini sağlamak amacıyla bütün alışkanlıklarımı
değiştirdim. Argo konuşmalar, umursamaz tavırlar takındım. Yetmedi. Bütün
telefon çağrılarını, mesajları, mektupları yanıtsız bıraktım. Çirkinleştim.
Bilinçli bir tutumla çirkefleştim ve giderek çekilmesi güç bir narsistin
kimliğine büründüm.
Ne vardı geçip giden hayatımda? Ne yoktu ki? Bolca klişe,
bolca hayâl kırıklığı. Kalbime ağrı veren kadınlar, sayısını unuttuğum ateşli
sayıklamalar ve binlerce günâh lekesi vardı işte. Karadut lekesi gibi
temizlenmesi güç lekelerdi bunlar.
Biliyorum. Her günâh kirlidir. Fakat ne olursa olsun insanın
özü beyazdır, masumdur ve her insan gerçekte yeryüzüne indirilmiş bir avdır. Bizi
kirleten, özümüzü grileştiren şey iblisin insan avlamaya odaklı kininin tatmin
edilemeyen tuzaklarıdır. Onun takındığı maskelerdir. Fısıldadığı, telkin ettiği
her şey arzuları kamçılayan bir kırbaç, tutkunun kanımıza, iliklerimize işleyen
engel tanımazlığıdır. Bataklıktır. Oysa ben bu batık dünyaya ait değildim. Tania
haklıydı. Tipik bir Doğu imgesiydim. Öyle de kalmalıydım.
Geri çekilmiştim. A’dan Z’ye içimin aynasına yürüyordum. Ve
nihayet günün birinde kendimi Mevlevî Dergâhının kapısının önünde buldum.
Ruhum yara bere içinde, Tanrı'ya dönüyordum.
fy
Etiketler:
Dil,
efsun,
Egoterapi,
Fatih Yavuz Çiçek Öyküleri,
Görsel Fotoğraf: Martin Stranka,
kâm,
karadut lekesi,
Mevlevîler,
Şeb-i Arûs,
Tania,
Tefekkür
24 Aralık 2017 Pazar
binlerce flamingo
Etiketler:
adrese teslim şiirler,
binlerce flamingo,
drifter,
Hissetmek,
Sanabor Khan,
Şiir
23 Aralık 2017 Cumartesi
Sevmemeliyiz
Etiketler:
Müzik,
Sena Şener,
sevmemeliyiz,
Video
13 Aralık 2017 Çarşamba
Sütre
-Gazze, Kudüs
ve insanlığa-
Osmanlı çeşmesinin lahitine oturmuş
tarihle
yüzleşiyorum
bir ulusun kalbini görmek için çocuklara
çocukların yüzünde okuduğum denize bakıyorum
Can tecrübeyle
sabittir ki ten nerede olursa olsun
insan cenneti ve cehennemi en çok orada görür
göz çukurları kılıfsız mucizevî bir kitaptır çünkü
ve her çocuk yüzü okundukça biraz Kudüs’tür,
biraz da Gazze
Osmanlı çeşmesinin lahitinde
Eyyûbî’yi düşlüyorum
-where is the humanity
-where is the justıce
.
.
.
ürperiyorum
Osmanlı çesmesinin lahitinde göğe bakıyorum
kervanlar geçiyor dilimden
-su
-su
yorum
Fatih Yavuz Çiçek
Edebiyat Ortamı Dergisi, Eylül Ekim 2017, Sayı:58
12 Aralık 2017 Salı
Yazmak mı zor yazmamak mı?
Nerede miyim? Buradayım. Hiçbir yere gitmedim. Her horoz kendi çöplüğünde. Ben de kendi çöplüğümde kendi halimde eşelenip duruyorum.
Hayatım iş ve ev arasında rutine bağlanmış bir düzen içinde sürüp gidiyor. Sosyal medyadan bilinçli bir tercihle uzak durmaya çalışıyorum. Twitter'da yokum. O küçük mavi kuş'u ve onun yarattığı ortamları sevmiyorum. Zaten oldum olası böyleyim. Bir şeyi ilk görüşte ya severim ya da sevmem. Yalnızca Twitter değil tavsiye ile hesap açtığım birçok yerden uzaklaştım. Face Mahallesine yolum düşerse oraya da şöyle bir bakınıp geçiyorum bu aralar. Toplumda yalnız kalmaktan, kara koyun olmaktan, öyle anılmaktan da korkmuyorum. Kimileri yalnızlıktan sıkılır, bunalır. Yalnızlık başkaları için belki de fobidir. Karanlık korkusu, yükseklik korkusu, asansörde kalma korkusu vs. korkular gibi ürkütücüdür. Benim ruhumsa en şiddetlisinden yalnızlığı arzuluyor. Issızlığa gömülmek istiyorum. Hayalimdeki dağ evine çekilmeyi. Orada aylarca kalmayı. Ama işte hayat. "Acı Hayat." Hayatın ritmiyle duyguların ritmi çoğu zaman birbiriyle aynı frekansta ilerlemiyor. Yüklendiğimiz sorumluluklar ıssızlığa çekilme tutkusunun önüne geçiyor. Akıl duyguları bir şekilde frenliyor.
Turgut Uyar'ın çok sevdiğim bir şiiri vardır. "Uzak Kaderler İçin." Uyar'ın şu dizeleri var ki her okuyuşumda zihnimin define köprüsünde mıhlanır kalırım. "Kendi kendine çekilmez oluyor ömrüm/her insanın ayrı ayrı yaşayabilsem kaderinde"
Küskedisi'nden sonra Küskedisi-II'yi yazmıştım. "sensiz, tekil ve kopuk/kendime yaklaşmaya direnmekteyim" dizeleriyle bitirmiştim şiiri. Bu şiiri yayımlar mıyım, bilmiyorum. Bildiğim, uzaklara yaklaşmaya/yakınlaşmaya içten içe direnerek yaşamaya devam ettiğim.
Can Öykü Gazetesinde yayımladığım "Doberman"ın ardından, "Aslan"ı yazmıştım. Yeni yılda yayımlanmasını umduğum öykülerden biri de "Aslan." Yayımlandığında buradan duyurusunu yaparım. Nerede yayımlanacağı bilgisi şimdilik bende kalsın.
Sürekli görüştüğüm arkadaşlarımdan biri "senin şiir ve edebiyattan başka konuşacak/paylaşacak bir şeyin yok mu" diye sormuştu zamanın behrinde. Var. Hayat sadece şiir ve edebiyattan ibaret değil elbette.
Büyüme rakamları yüksek çıkmış örneğin. Burada ekonomiden konuşabilirim. Sürdürülebilir büyümeden, yatırımlardan, borsadan, döviz hareketlerinden, bitcoin çılgınlığından bahsedebilirim. Siyasetten, uluslararası ilişkilerden, diplomasiden, ülkemizin geldiği noktadan, nereye gittiğinden, nereye götürülmek istendiğinden vs. dem vurabilirim. Kudüs konusunu yazabilirim. ("Gazze, Kudüs Ve İnsanlığa" ithaf ettiğim bir şiir vardır, Edebiyat Ortamı Dergisinde yayımlamıştım, o şiiri gündeme getirebilirim.)
Etrafta, toplumda sayıları giderek artan lümpenleşmiş insanların pürmelal hâllerini sıralayabilirim. Nihayetinde ben de insanım. Et ve kemikten ibaretim. Evet incelikleri önceleyen bir ruha sahibim ama ruhum sadece şiirden, edebiyattan da ibaret değil. Kızdığım, öfkelendiğim, sevindiğim, üzüldüğüm zamanlarda verdiğim tepkiler insani tepkiler. Olması gerektiği kadar, olması gereken mod ve dozda.
Geçenlerde oturduğum semtte büyük marketlerden birinde alışveriş yapıyordum. İşim bitince kasaya geldim. Kasiyer kızcağız market arabalarında istiflenmiş ürünleri kasadan geçirip tahsilat yapıyordu. Kasada sırada bekleyen, orta yaşın biraz üstünde görünen teyzelerden biri kasiyer kıza çıkışmaya başladı. "Her şey ne kadar pahalı, size para yetiştiremiyorum, etiketleri sürekli değiştiriyorsunuz vs." gibilerden sitem dolu sözlerle söylendi. Kasiyer kızcağız, "teyze ben ne yapabilirim, müşterinin satın aldığı ürünleri kasada okutup, toplam tutarı müşteriden tahsil etmek benim görevim, hayat pahalıysa ben ne yapabilirim" diyerek kendini savunmaya çalıştı. Dayanamadım. Teyze dedim, kasiyer kızcağızın ne kabahati var. Hayat pahalı diye, etiketler sürekli değişiyor diye, para yetiştiremiyorum diye şikayet edilecek yer burası değil, şikayet ettiğin konuların hesabını oy kullanırken tercihte bulunduğun siyasilerden de soruyor musun? Dedim. Şimdi sorsam seçimlerde mührü ampule basmışsındır. Kasiyere söyleneceğine yüzünü, vicdanını oy verdiklerine döndürüp "hayat pahalı, geçinemiyoruz" desene, verdiğin oyun hesabını onlardan da sorsana diye veryansın ettim.
Teyze söylediklerimi duymazlıktan geldi. Ben ısrarla konuşmamı tekrarladım. Baktı olmuyor, kasiyer kıza bakıp, bu adam kime söyleniyor dedi. Yüksek sesle (belki işitme kaybı vardır diye düşünerek) "başkasına değil sana söylüyorum teyze, sana, senin gibi düşünenlere söylüyorum, etiketlere olan kızgınlığının acısını kasiyerden çıkarmaya çalışma dedim, marketten çıktım.
Şair arkadaşlardan biriyle ziyaret etmemiz gereken başka bir arkadaşımızın yanına gidecektik. Hafta sonu okulda nöbetçiydi kendisi. Giderken yarım kilo peynirli su böreği aldık. Çay demlenmişti. Oturup çay içtik. Edebiyattan, öykülerden, şiirlerden, öğrencilerden, kaldırılan TEOG Sınavından, proje okullardan, nitelikli sıfatıyla anılan okullardan, adrese dayalı eğitim sisteminden, öğretmenlerin çabasına destek olmayan ilgisiz, her şeyi öğretmenden bekleyen velilerden konuştuk.
Gündemin baş döndürücü bir hızla değiştiği ülkemizde aslında konuşulacak öyle çok konu vardı ki biz o girdabın/dertlerimizin içinden yine ortak ilgi alanlarımıza yönelerek çıktık.
Turgut Uyar "Uzak Kaderler İçin" isimli şiirinde ne diyordu.
"Nasıl kısa
kesmeli bilmiyorum?
Herkesin
derdinden pay isterken.
Uzak
kaderlerin suları çağlar şimdi
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden"
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden"
İyilikle kalın.
fy
5 Aralık 2017 Salı
biz senin ellerinle
biz
senin ellerinle
küçük ırmakları yazdık
ırmaklara serpilmiş kayaları yazdık
senin dudaklarınla
kurumuş yaprakları suladık
suskunluğuna titreyen bir ömrün
çiçekleriyle sana uzandık
küçük ırmakları yazdık
ırmaklara serpilmiş kayaları yazdık
senin dudaklarınla
kurumuş yaprakları suladık
suskunluğuna titreyen bir ömrün
çiçekleriyle sana uzandık
uzaklar
senin
bu yılkılar senin
biz senin titreyen göğsünde
son sıcağını veren kuşa özendik
bu yılkılar senin
biz senin titreyen göğsünde
son sıcağını veren kuşa özendik
kuşun
kanadında kalan öpücüğünle
kalbimizin kirinde paslanan hançerinle
bize dönen öfkenin ateşiyle
bekledik
kalbimizin kirinde paslanan hançerinle
bize dönen öfkenin ateşiyle
bekledik
dönüşüne
dönüşün
döndün evet
bir dağın kendi yerinde dönmesi
ve bakması gibi ardına
biz de baktık sana
dönüşün
döndün evet
bir dağın kendi yerinde dönmesi
ve bakması gibi ardına
biz de baktık sana
bizden
ayrı olan
ayrı duran
her zaman vurulabilen
saçları kesilebilen
her zaman bir kadınla yaşam arasında
durabilen
ve yaşama iade edilen halinle
seni küskün
içerlemiş
uykulu halinle
yorgunluğunu ellerinden
öperek almak için
ayrı duran
her zaman vurulabilen
saçları kesilebilen
her zaman bir kadınla yaşam arasında
durabilen
ve yaşama iade edilen halinle
seni küskün
içerlemiş
uykulu halinle
yorgunluğunu ellerinden
öperek almak için
bekledik
unutma
bizi…
Banu
Savaş
27 Kasım 2017 Pazartesi
Sessizlik
Odam kireç badanalı,
kır istasyonu binası kadar beyaz
tam sessizlik gibi;
ayışığında ağaran
tavuk kemiklerinden daha beyaz,
temiz süprüntü
ve tam sessizlik gibi.
Ardımda beyaz bir heykel var
ve açık saçık bakireler gibi büyüyen
kauçuğa benzer dillerini çıkaran
beyaz bitkiler var
ama hiçbir şey söylemiyorlar.
tam sessizlik gibi;
ayışığında ağaran
tavuk kemiklerinden daha beyaz,
temiz süprüntü
ve tam sessizlik gibi.
Ardımda beyaz bir heykel var
ve açık saçık bakireler gibi büyüyen
kauçuğa benzer dillerini çıkaran
beyaz bitkiler var
ama hiçbir şey söylemiyorlar.
Tek karanlık olan saçımdır
beyaz ateşte yandı o
ve yalnızca kömürdür.
Boncuklarım da siyah,
yirmi göz yukarı yükseldi
volkandan
tamamen kıvrılmış olarak.
Kalemimdeki sözcüklerle
dolduruyorum odamı.
Sözcükler sızıyor kalemden çocuk düşürür gibi.
sözcükleri vızıldıyorum havanın içine
ve onlar geri geliyorlar duvar tenisi topları gibi.
Hâlâ sessizlik var.
Sessizlik her zaman.
Kocaman bir bebeğin ağzı gibi.
Sessizlik ölümdür.
Her gün gelir şaşırtıcılığıyla
omzumda oturmaya, beyaz bir kuş
ve gagalar siyah gözleri
ve ağzımın
titreyen kırmızı kasını.
Anne Sexton
Çeviri: Dilek Değerli
Etiketler:
Anne Sexton,
Çeviri: Dilek Değerli,
sessizlik,
Şiir
23 Kasım 2017 Perşembe
nasıl ansam kendimi
Ağaçtım bir defasında, bağlıydım,
Sonra sıyrıldım bu bedenden, hür bir kuş oldum
Tutsakken bir oyukta,
Çatırdayan pis bir yumurtadan azat olundum.
Neyim, nerden geliyorum, nereye gidiyorum, unuttum.
Ne çok bedene girdim,
Sert diken, firari geyik.
Akağaç dallarına dostum bugün,
Yarın gövdesine diş bilerim.
Ne zaman başladı bu suç,
beni dölden döle yüzdüren bu köçek dansına?
Fakat içimde bir başlangıç – belki de bir bitiş – ezgiler
söylüyor,
Firarımdan alıkoyan beni.
Bu suçun okundan kaçasım var,
ki kum tanelerinde, yaban ördeklerinde arar beni.
Belki an gelir tanırım kendimi,
Bir güvercin, yuvarlanan bir taş belki.
Salt bir sözcük eksik işte!! Nasıl ansam kendimi?
Başka bir lisanda mesken tutmadan.
Ingeborg Bachmann
Çeviri: Ö. Gürkan Erdem
Etiketler:
çeviri: ö.gürkan erdem,
ıngeborg bachmann,
nasıl ansam kendimi,
Şiir
20 Kasım 2017 Pazartesi
geçip gitti o günler...
"geçip gitti o günler,
o günler,
kirpiklerimin arasından"
Etiketler:
Fahri Özdemir,
Furuğ Ferruhzad,
geçip gitti o günler,
Kenan Işık
30 Ekim 2017 Pazartesi
Mavi Han
mavi handa bir iplikçi var, bir de terzi
gül alır gömlek diker, gemi gelir gül söyler
içi lokumlu mendil ister çoklarımız ben aşk
yağmurdan evine sığınır şiir, kelebekler avluya
kelebekler yağmurda sapsarıdır saçları
mavi handa bir kunduracı bir oğul bir de
oğul kâğıt gemiler yollar limana
liman duvarlarında siyah boyunlu kumrular ağlar
gider gelir oğul odada kızlar susar
ben bahçe isterim çokları nar
içimden şehirler geçer ve
içimde alevden sayfalar
Betül Tarımangül alır gömlek diker, gemi gelir gül söyler
içi lokumlu mendil ister çoklarımız ben aşk
yağmurdan evine sığınır şiir, kelebekler avluya
kelebekler yağmurda sapsarıdır saçları
mavi handa bir kunduracı bir oğul bir de
oğul kâğıt gemiler yollar limana
liman duvarlarında siyah boyunlu kumrular ağlar
gider gelir oğul odada kızlar susar
ben bahçe isterim çokları nar
içimden şehirler geçer ve
içimde alevden sayfalar
Varlık, Ağustos 2000, Sayı:1115
24 Ekim 2017 Salı
Düşüş
"Hollanda bir düştür, bayım, gündüz daha
dumanlı, gece daha yaldızlı bir altın ve duman düşüdür ve gece gündüz bu düş
Lohengrin’le doludur, tıpkı, bütün ülkede denizlerin çevresinde kanallar
boyunca durmadan dönüp duran gömütlük kuğularını andıran yüksek gidonlu
bisikletleri üzerinde hülyalı hülyalı kayıp giden kimseler gibi. Onlar, başları
bakır rengi bulutları içinde, düş görürler, döne döne giderler, sisin altınsı
tütsüsü içinde uyurgezercesine dua edenler, artık orada değillerdir. Binlerce
kilometre öteye, uzak Cava adasına doğru uçup gitmişlerdir. Onlar, tüm vitrinlerini
süsledikleri o yüzünü buruşturan Endenozya tanrılarına dua ederler, o tanrılar
ki şu anda üzerimizde gezmektedirler, görkemli maymunlar gibi, dükkân
tabelalarına ve merdiven biçimindeki çatılara asılmadan önce, Hollanda’nın yalnız satıcılar Avrupa’sı olmayıp deniz olduğunu, Cipango’ya
ve insanların çılgın ve mutlu olarak öldükleri o adalara götüren deniz olduğunu
bu özlem dolu sömürgelilere anımsatmak için.
Ama kapıp koyverdim kendimi, savunmaya
giriştim! Bağışlayın. Alışkanlık, bayım, eğilim, üstelik bu kenti ve nesnelerin
özünü size anlatmak isteği! Çünkü nesnelerin özündeyiz. Dikkat ettiniz mi,
Amsterdam’ın ortak merkezli kanalları cehennemin dairelerine benzer? Elbette
kötü düşlerle dolu kentsoylu cehennemi. Dışarıdan geldiğiniz zaman, bu daireleri
geçtiğiniz ölçüde, yaşam ve dolayısıyla ondaki suçlar daha yoğun, daha karanlık
olur. Burada biz son dairedeyiz, şey dairesi… Oo! Biliyorsunuz demek? Hay
Allah, sizi sınıflandırmak daha zorlaşıyor. Ama, neden nesnelerin merkezinin burada olduğunu söyleyebileceğimi anlıyorsunuz demek; kıtanın bir ucunda olsak
bile. Duyarlı bir insan anlayabilir bu tuhaflıkları. Öyle ya da böyle, gazete
okuyanlar ve zina edenler daha ileri gidemezler. Onlar, Avrupa’nın her yerinden
gelir ve iç denizin çevresinde, renksiz kumsalda duraklar. Canavar düdüklerini
dinlerler, gemilerin siluetlerini sis içinde boşuna ararlar, sonra yeniden
kanalları geçerler ve yağmur altında geri dönerler. Soğuktan donmuş durumda
Mexico-City’ye ardıç rakısı istemeye gelirler, her dilde. Ben orada onları
beklerim.
Haydi yarına kadar hoŞçakalın, bayım ve
sevgili hemşehrim. Hayır, şimdi yolunuzu bulursunuz; bu köprünün yanında
bırakıyorum sizi. Geceleri bir köprüden hiç geçmem ben. Kendi kendime
ahdetmişim de ondan. Birinin kendini suya attığını varsayın. İki şeyden biri,
ya onu kurtarmak için arkasından suya atlayacaksınız ve soğuk mevsimde
sağlığınızı tehlikeye atacaksınız ya da bırakacaksınız gitsin, o zaman da suya
dalmaktan kaçınmanız bazen tuhaf kırıklıklar bırakacak sizde. İyi geceler!
Nasıl? Şu vitrinlerin arkasındaki bayanlar mı? Düş, bayım, ucuza düş! Hindistan’a
yolculuk! Bu kişiler baharat kokusu sürünürler. İçeri girersiniz, perdeleri
çekerler ve uçuş başlar. Tanrılar çıplak bedenlerin üzerine iner ve adalar,
rüzgâr altında kabarmış palmiyeden bir saçla taçlanmış olarak çılgınlar gibi
sapıtırlar. Deneyin."
Albert Camus, Düşüş, syf. 13,14,15
Çeviri:Hüseyin Demirhan
12 Ekim 2017 Perşembe
Yas Tutulan Fotoğraf
O razı evlerde hep kış kahrıyla soluklanan
kadın,
Şimdi kararan gök, çokça durulmuş bir suyun
içtenliğiyle;
Sana bulut geldim, yağmur durdum.
Bu mümkün durgunlukla sürüklendiğim su
yatağı,
Çokça dağ ve vadi geçtim kırsal akıntılarla.
Kenarına güz, köşesine üzgün kurulduğun
evlerin,
Avlularına ve eşiklerine büyüdüm.
Ben yüzündeki kuyunun çıkrığında burkulan
harf,
Düştüm yankısıyla taşın, kararan sözün
belleğiyle.
Ben o denli günah, ben olağan susuşun esmer
hali.
Zeytinin ve atların üstüne yemin eden tanrıya
inandım.
Evin kusurunu gömmek içinmiş kuyu,
Sokağa küs çocuklar içinmiş avlu,
Sabaha, yeniden bağışlanmak içinmiş adım.
Bil istedim.
Kuyulara ince, avlulara sessiz, bana sızıyla
uyan.
Hişar Şiyar Uyan
Beri Gel Oğlan Beri Gel Şiir Fanzin Mart
2014, Sayı :3
7 Ekim 2017 Cumartesi
Susanna Yoko Henkel/Ave Maria
"Güzelliği avuçlarımın arasına aldım, acıydı."
Furuğ Ferruhzad
Etiketler:
Ave Maria,
Franz Schubert,
Müzik,
Susanna Yoko Henkel,
Video
5 Ekim 2017 Perşembe
her şey geçer
varsıl bir yalvacın yüzüğünde okumuştum:
her şey geçer!
şenlikler, şölenler, kutlu günler; kralların
egemenliği, şatoların görkemi, aydınlığı değerli taşların... her şey geçer...
kasların gücü, aşkın esrikliği, çılgın öpüşler de;
bir de ulaşılmaz gururu fırtına kuşlarının,
bir de kanatlanan duygular... belki de sinsi bir korsan gemisi alır götürür
bunları bilinmedik yerlere...
her şey geçer
her şey...
balıkçıl kuşlarının kaygısı da geçer;
kemirgen korkusu da yaşlı kunduzun, kıtlıklar, kıyımlar, arsız acılar da,
ölümcül salgınlar da... bir rüzgâr gelir, bir
rüzgâr gider; geçer iyi şeyler bırakmanın telaşı...
siz de ey, kardelenler! erkenci sevinçler!
kehribar böceğinin üzüntüsü de...
her şey geçer!
her şey...
İlyas Tunç
Sesler İncelikler, syf. 60
6 Eylül 2017 Çarşamba
Mısrı Kadîm
acaba ot gibi yerden mi bittim
acaba denizlerde mi şaşırdım
ve zamanı nasıl unutmaktayım
acaba denizlerde mi şaşırdım
ve zamanı nasıl unutmaktayım
zaman unutulunca mısri kadîm yaşanabiliyor
kendimi unutunca seni yaşıyorum
yaşamak
bu ânı yaşamaktır
kendimi unutunca seni yaşıyorum
yaşamak
bu ânı yaşamaktır
ammon râ’ hotep
veya tafnit
kim olduğumu bilmek istemiyorum
yalnız etrafında nefes almalıyım
veya tafnit
kim olduğumu bilmek istemiyorum
yalnız etrafında nefes almalıyım
dut bu â’ru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi
seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet
kama tâ
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet
kama tâ
Asaf Halet Çelebi
Adagio/Johann Sebestian Bach
Etiketler:
Adagio,
Johann Sebestian Bach,
Müzik,
Video
24 Ağustos 2017 Perşembe
mavi ceketli gök
seni öpeceğim
dudağımda ılık kar
kalk gidelim sevişmek zamanı
hangi taşı kaldırsam öpüş
sonra yağmur sonra apaçiii
seni giyinip
çıkıyorum sokağa
aşk beni kurtar
aşk beni kurtar
aşk beni harf harf
mavi çığlık altındayım
saçaklarımda keskin kayalar
sonra sensizlik
aynada bir tavşan
ve öylece
seni öpüyorum
öptüm
Neslihan Su
Adalya Kültür Edebiyat Seçkisi, Bahar 2017, Sayı 6
1 Ağustos 2017 Salı
27 Temmuz 2017 Perşembe
Elif Nuray’dan Beklenen “O Korkunç Mahâret”
Şiir kitapları içeriğinde barındırdıkları evrensel,
ulusal, kültürel, kültürlerarası, sosyolojik, psikolojik, mitolojik, tarih,
felsefe, din, dil gibi öğelerle çok katmanlı okumaya ve yorumlamaya müsait
eserlerdir. Elif Nuray’ın İz Yayıncılık
tarafından yayımlanan ilk şiir kitabı “O Korkunç Mahâret”i bu bağlamda tarif edecek olursak eser ilk dizeden
itibaren çok katmanlı üslubu ve şiir sesinin saflığı ile okurlarını eşikte
karşılıyor diyebiliriz.
Kitabın girizgâhındaki “ismim elif. evim, on beş sardunya
ile bir yokuşun gerdanında oturuyor” cümlesinden yola çıkarak bir saptama
yapmak gerekirse “ev, sardunyalar ve yokuş” üçlüsü sanki şairin yaşamının eş
zamanlı, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek özneleri gibi duruyor. Şöyle ki
“ev, sardunyalar, yokuş” özneleri işten güçten, sürdürülen hayattan, ikâmet
edilen şehirdeki diğer nesne ve karakterlerin hepsinden ayrı, hepsinin karşıtı
bir role, şairin duygusal yaşamının orada nefeslendiği, oradan destek aldığı
mekâna, şairin kendi öznel kimliğini kazandığı, gündelik hayatın akışında
buharlaşan her şeyin orada eski hâline kavuşturulduğu bir alana dönüşmektedir.
Kitabın ilk şiiri “Değişen Bir şey Yok”a: “yeni
bir öfkeye başladım/bazen inat, çokça belâ/elbette eski bir telaşı yazacağım
bitene kadar/bitene kadar: gök ve taş ve dua” diyerek başlayan Nuray’ın
şiirlerini okumaya başlarken yeni bir üçlüyle belki de onun şiirlerinin sacayağını oluşturan üç imgeyle karşılaşıyoruz. Elif Nuray şiirinde gök, taş ve
dua imgeleri moderniteye teslim olmuş günümüz bireyini içine düştüğü uyumsuz,
çelişkili, işkilli, mutsuzluk girdabından çekip çıkaracak, sürüklenilen kara
deliği kapatacak, ruha nefes aldıracak sabır, inanç ve umut kapılarına yönelişi
imliyor.
“O Korkunç Mahâret” ilk şiirden son şiire kadar
modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın,
uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip,
kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek,
sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen
göğe inancını yitirmeyen, “gözlerim
kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hala başıma devrilmiyor”
diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.
Taş, şairin göğsündeki sıkıntının, dünya ağrısının,
ıstırabının kaynağı, aynı zamanda tegafül
olarak değerlendirilebilecek gizlediği, göstermediği fakat varlığını ima
ettiği gönül ağrısı, ağırlığına dayanamadığında “Rabbim, ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye nida ettiği
sevgili midir? Muhtemelen öyledir. Öyle olmasa “kalbimin üstünde eski bir taş/ne dile geliyor, ne ufalanıyor” ve “durdukça büyüyen bu taşı kim bıraktı,
içimde/sormadan taşıdım” diyebilir miydi şair?
Şiirlerinde yalan denilen, fani olduğu bilinen dünyaya
karşı kelimelerin soyut gerçekliğini kuşanarak ilerleyen Elif Nuray; canefza,
bîmecâl, mim, melâl, ayn, zülâl, mihman gibi divan edebiyatıyla kan bağı kurmuş
sözcükleri de tercih ediyor ve şiirinin içine serpiştirdiği bu tarz sözcükleri
karanlıkta şimşek parıldamasının ortaya çıkardığı anlık etkiye eşdeğer şekilde
kullanıyor.
“ben menekşe kokusuyum
bir kuşun ağzında
sen ülkemden baharları
çalan
bir eski alınganlık
c a n e f z a”
“de ki yorgunum, de ki
dargınım, de ki bîmecâl
Ey kırgın kısrak! Senin
göğsünde de perde var”
Elif Nuray’ın şiirlerinde yalnızlık duygusu en yoğun
olarak “Kuyu” başlıklı şiirde kendini gösteriyor. “Kuyu” şairin içine düştüğü iflah olmaz
yalnızlığı, kırgınlığı, terk edişi, oradan çıkışı/kaçışı imgeleyen, şairin
onulmaz yarasının derinliğidir. Bu derinliği kitabın kuyudan ya da mağaradan
göğe bakışı çağrıştıran kapağıyla, “İnce Gölge” başlıklı şiirin “beklemenin kuyuyla bir ilgisi olmalı/bunca
düştüğüm boşuna değil/su içinde bir yarayı besleyip durdum/bir sevinç bulsam,
bilirim benim değil” dizeleriyle
örtüştürerek söylersek Elif Nuray şiiri âdeta kuyudan çıkarıyor.
“Kuyu” başlıklı şiir ritmi, yapısı, sesi, okurun zihnini
kilitleyen finaliyle dikkat çekiyor. Az sözle çok şey anlatan “Kuyu” şiirinin “kalbi yarıp/içine kendini koyan Allah
bilir/ yalnızlık kelimeden de eskidir/ düştün kalbin rahlesinden/kuyu senindir”
biçemiyle sonlanan finali manevi olarak çok güçlü bir ruhun gönlündeki iç
çatışmalara son verme, ağrıyı söküp atma arzusunun tezahürüdür desek yeridir.
“Bana Rağmen” başlıklı şiirde gerçeğin labirentlerinden
kaçışı, huzura kavuşmayı deniyor Elif Nuray. Bu kaçış alındaki günah izinden,
geçmişin haritasından, içindeki duvarlardan kaçışın denemesidir ancak “duvarlarla kapanmayan hesabım/tanıdık bir
intizamla sürülüyor önüme/huzursuzluğunu dolaşıyorum evin/kurtulsam
diyorum/kapılar eski bir dağ gözümde” dizeleri arzulanan çıkışın göründüğü
gibi kolay olmadığının en somut göstergesidir.
Bireyin kendi başından geçmiş büyük bir acının, ruhunu
yaralayan o acı hakikatin hatırası elbette sarsıcıdır. Birey ne yaparsa yapsın
içinden bir türlü söküp atamadığı, kendisini sürekli rahatsız eden böylesi bir
hatırayı anımsadıkça içgüdüsel olarak acı çeker ve en nihayetinde acısını
savmak için acının kaynağına inip onu yok etmek ister. “Bana Rağmen” başlıklı şiirin “alnımda günahın ilk izi/oyulmuş bir yara
gibi duruyor” dizesindeki “oyulmuş yara” huzursuzluğun yegane sebebi ya da
şairin yaşadığı her ne ise ondan utanma/gizleme
duygusu mudur? Eğer öyleyse Primo Levi, Ateşkes isimli kitabında utanç
duygusu için şunları söyler: “sonsuz bir
kötülük kaynağıdır o; batağına saplananların hem bedenlerini hem ruhlarını
parçalayıp yok eder ve en iğrenç konumlara indirir; sonra bir yüzkarası gibi
yeniden başkaldırıp zorbalara sandırır, geride kalanlara duyulan kinle
beslenerek sürer gider, herkesin istencine karşı bir intikam tutkusu, bir
ruhsal çöküş, bir yadsıma, bir usanç, bir her şeyden vazgeçiş gibi binbir
kılığa girer.”
“Bana Rağmen” başlıklı şiir “iyi sakla beni/dilimin altında bana rağmen/diri bir nehir yürüyor”
dizeleriyle, Elif Nuray’a özge söyleyiş, tahammül etmesini bilen, kelâmın
mukaddesatına inanan bir şair yaklaşımıyla bitiyor. Çünkü kelâmın olduğu yerde
irin de birikmez.
Kemal Bek “Şiirden Eleştiriye” başlıklı kitabında şöyle
der: “Her okur, yazarıyla hesaplaşır;
yazarla hesaplaşırken, kendi kendisiyle de hesaplaşır! Her okur mu dedim?
Durun, her okur değil... Okuduğunu yeniden yazabilen (oluşturabilen; inşa eden,
ya da ne derseniz deyin) okur. Bunun için de, metni yüreğinde duymalıdır insan.
Metni yüreğimizde duyamıyorsak, onu yeniden anlamlandıramıyorsak, her okuyuşta
başka anlamlar, başka tatlar alamıyorsak, ‘bu nice okumaktır?’ O zaman, boynuna
bir taş bağla, at kendini Sarayburnu’ndan denize!”
“O Korkunç Mahâret” Elif Nuray’ın kendi kendisiyle bir
hesaplaşması gibi de okunabilir veya Kemal Bek’in dikkat çektiği gibi okunan
metinler okur tarafından farklı cephelerden görülerek yürekte yeniden inşa
edilebilir.
Her ne şekilde olursa olsun okuma eylemi tamamlandığında
önemli olan şiirin güzelduyumuzda bıraktığı histir. Okuma eyleminden beklenen o
histir, “yüzünde bana ait bir şeyler
var/adın Ali mi senin?” ve “bir çocuk
susarsa reddi âlemdir/kar serpiyor Allah içimin sıkıntısına” dizeleriyle
birlikte duyumsanan gönül ferahlığının kaynağı da odur.
“yıllar çok dar, yürüdün
geçtin
düğümlerden öğrendim
uzak nedir
içimde ağaçlar, sesler,
hatıra
yüzüne en yakın yerinden
yüzümün
sana doğru bir şehir
büyümektedir”
İnsanda aynı ağaç gibidir der Nietzsche. Eğer ki özgür
bırakılırsa güvenle kök salar toprağa, gönlünce uzanır gökyüzüne. “O Korkunç
Mahâret” bir ilk kitap, bir mihenk taşı.
“benim bilmediğim
ama senin bildiğin
bir sebebi var
doğarken giyindiğim
o korkunç mahâretin
adı niçin sabır?”
Bu mihenk taşının sabrını önemsiyor hatta önemsemekle
yetinmeyip Elif Nuray’ın şiirin toprağında tek kitapla kalmayacak kadar
mahâretli, özgür, özgüvenli ve göğe gönlünce dokunacak kadar güçlü bir şair
olduğundan kuşku duymadığımı belirtmek istiyorum.
Fatih Yavuz Çiçek
Etiketler:
Beklenen,
Canefza,
Elif Nuray,
ezelmai,
Fatih Yavuz Çiçek,
İz Yayıncılık,
O Korkunç Mahâret,
Şiir
18 Temmuz 2017 Salı
monoterapi
1-Bana geldiğinde gözlerinde
gülkurusu ateşler vardı. Sıcaklığınla Van Gogh resimlerinden güneş toplayan
Geyşa’ya benziyor, dokunduğunu yakıyordun. Farkındaydım. Heybetli bir yangının tam
ortasına düşmüştüm ve çevremde yükselen alevlerin açlığında medeniyet başka bir
hâle bürünüyordu, sessizlik başka bir hâle.
2-İçimde binlerce ağacın tomurcuğunu
taşıyordum. Neye inanmalıydım. Aşka mı? Adalete mi? Karar vermek zordu.
Yıldızlara, adını bilmediğim galaksilere gitmek, Borges'in ikliminde
çiçeklenmek istiyordum.
3-Yana yana dilsiz bir dağın eteklerine
ulaşmıştık. Yeryüzünde ruhlarını iblise teslim eden insanların gölgesi hüküm
sürüyordu. İyiliğin zemini kırılgandı. Sıradanlık hastalıklı zamanın keyfini
sürüyordu. Korkunun, şüphenin, sükûtu hayalin rengini değiştirecek gücümüz
yoktu. Saltanatın maskesi uzaylı yaratıkları andırıyordu. Korkunçtu. Dünyaya
kargaşa hâkimdi. Mum gibi eriyen insanlığa rağmen sevgiye inanmaktan
vazgeçmediğimi anımsıyorum. Cismini en ince ayrıntılarına kadar ayet gibi
ezberlediğimi de.
3-Mutluluğun anahtarı inzivada
gizlidir. İncinmişliğin toprağında gül yetişmeyeceğini denize savrulan küllerimden
öğrendim.
4-Bugüne dönersek yaşam bir
tahterevallinin iki ucunda gidip geliyor. Küçücük dünyanın battal beden düş
kırıklarıyız.
5-Karanlıkta ve ışıkta, kuzeyde,
güneyde, doğuda ve batıda hep aynı yasemin kokusu. Ân be ân sürüp giden yaşamın
kokusu. Nemli toprak, çiy düşmüş bahçe, sararmış yaprak, Tanrıça Hera’nın
kokusu. Heyhat. Ömrümüze biraz tuz ve baharat çeşnisi katabilme şansımız olsaydı
keşke. Dünyanın tadı kaçmaz, ekşimezdik uzun süre.
6-Geçmişte kaybolmanın görünmeyen yüzünü
seviyorum. Böyle huzur buluyor üzüntü çiçeklerim.
7-Nabız atışları zayıflayan bilinçaltımın
mucizeye ihtiyacı var. Dikensiz yola, tırmanacak dağlara. Samimi ve içten kaynayan
duaya. İki denizin ortasına serilmiş yatakta rüyasız bir uykuya. Nefes almak.
Israrla nefes almak. Nabız atışları zayıflayan bilinçaltımın akıl dışı bir yaşama ihtiyacı var.
8-Merhameti Dante’nin
cehenneminde aramak kime ne kazandırır? Bana uykunun görkemli tadını yanına
alarak gel. Rüyalar pervane, masumiyetin ağırlığını zikredelim cennete karışmanın
hürmetine.
9-Dünyaya Esmeralda gibi gülümseyen sardunyasın. Kökün bağrımda olsun. Gövden
orada çiçeklensin istiyorum.
10-Hayattan geliyorum.
Çılgınlığı yutkunan içgüdülerim gözlerimde alev alıyor. Güzel, ölümcül bir
sonsuzluğun ellerini tutuyorum. Göğsümün üstünde geçmişin yük trenleri. Delilik
kara bir delik gibi bizi içine çekiyor. Siyah beyaz fotoğraflar gibi
soluyorsun. Bana benziyorsun. Çünkü ben de soluyorum.
11-Hafızamı tanıdık bir sıcaklığa
götür. Ürkek bir kuş gibi titrediğim geceye. Bilgeliğin katında tüy gibi
hafiflediğimiz zamanlara.
12-Kusurlu bir hayatın, kapanmayan
mesafelerin, özlemlerin, yarım kalmış öpücüklerin enkazı, ışığı katleden
gecenin boşluğuyum. Gerginim. Dilim merhametli, tenim kutsal, duygularım felç.
Arzularım beni ikiye bölüyor, parçalanıyorum. İhtiyacım olan tek şey erimek,
erimek, erimek…
13-“Hep karanlık, hep karanlık!” Zamanın ruhunu değil sırlarını istiyorum.
Senden aldığım ışığı sana vermek.
14-Gecenin sütü zamanın
rahminden dökülürken boynuna dokunmak evrene dokunmaktır. Âh! Ateşimi sağaltan
duvarlarının serinliğine bayılıyorum.
15-Zayıfım. Beyazım. Güçsüzlüğün
yükselen köpüğünde sürekli kırbaçlanan vahşi bir hayvanın enerjisiyle
soluyorum. Ne yapıp edip kendi sesime dönmem gerekiyor. Unuttuğum kendi sesime.
16-Karanlığın gizemi anlamının
yitirdi. Gecenin çiçek açtığı yerde ruhumuz ışık halesi altında ağlıyor.
17-Kimsin? Nesin? İnsan mı? Yoksa
melek mi? Kim bilir belki de gerçekte Floransa’da müzeler, tarihi çeşmeler,
mermer zeminler, sanatla yoğrulmuş tarih kalıntısı ve Akdeniz’e özge romantizm
suretisin. Rabat’ta gün batımı, Ağrı İshakpaşa Sarayı’nın eteklerine serilmiş
kırmızı haşhaş çiçeği, İzmir’de Kemeraltı Çarşısı, Agora’daki Meyhane,
Uludağ’ın zirvesi, Konya ovasının stepleri, Ihlara Vadisinin doğallığısın.
Belki de Adalar’da gözlerden ırak, küçük ve şık bir pansiyon. Hangisisin?
18-Seni güzelliğin formülüne
karıştıran benim. Tenimdeki yaraya ilaç diye yazan da ben.
19-Gözlerinde bir bakıştan
fazlasını istiyorum. Karanlığın şehvetini. Güvercinlerin yabanlığını, doruklara
bağımlı kartalların çığlığını, Leipzig metrosunda unutulmuş öykülerin altı
çizilmiş satırlarını, Balat'lı Eftelya’nın kırık Türkçeyle söylediği şarkıları.
Unutmadım. Kilitlendim. Hiçbiri tutamaz Toros Ekspresinde sevişmenin kıvamını.
20-Gönül kitabıma kilit üstüne
kilit vurulmuşken hangi güvercinin gerdanlığını okuyup anlatacaksın bana. Monoterapi! "Dünyayı bize hatırlatacak her şeyi kilitle ve hatırla adressiz bir mektuba başlamak gibidir bazı geceler"*
seni beklerim öptüğüm yerde
Etiketler:
Müzik,
nilüfer,
seni beklerim öptüğüm yerde,
Tango,
Video
4 Temmuz 2017 Salı
Penguen Ayini ve Kâlû Belâ
(dağ sınırdır, bulutlar yüzme bilmez, evler evlere
gölgedir, bellek trajedidir, trajedi de bellek. bazı kentleri yakmak gerek. bazı kentler ise susmak
içindir.
su mistiktir. penguenler ayini sever ama hep aldanırlar. bazı cümleler
sadece akşam söylenir. çok cümle biriktirdim gidip onları düşüneceğim.)
mor rüyaları kedilerin ki kediler biraz kadındır-
sonra bu hepinizin iyi görünme telaşını anladım
sözcüklerdeki lekesi buyurganlığı sesinizin
-anladım da neden mor rüyalarına girdiniz kedilerin-
usumda yüzleriniz kovulduğum evlerden
ve sonra insan bir yerlere gitmek içindir
ve sonra insan kendine göçebedir
(herkes kendi yarasına aşina. yara yaraya taşra. bir nehir
entropiye akar-ki aşk entropidir. -Thich Nhat Hanh esriktir. Sebestiao Salgado hala
yaralıdır. düzenle başlayan bütün cümleler yalandır. ne kadar yalın olursak o kadar iyi.)
çocuk-yalın:-bahçe kapısında beklerim seni
anne-karmaşa-:upuzun bir kuyu içsel zamanda
zaman:o ki acının iz sürücüsü iyi bir yara tarihçisi
(Edmund Husserl nesnel tarihçisidir. tarih kitapları onu
yazmaz. yaşasaydı şöyle derdi: sözcükleri paklamak gerek her şeyi yeniden tanımlamak
için .)
-çocukluğun rivayeti yahut var olmanın sayrısı-
buradayım
kalû belânın belâ/sından kaçmaktan geliyorum
sesini kaybetmiş akşamın üzgünlüğünden
buradayım
iki dünyada kaybetmenin huzursuzluğu
iklimlerin uyuşmazlığından geliyorum
buradayım
kendisi olamanın hoşnutsuzluğu
babamın diktatörlüğünden geliyorum
buradayım
-ânestü nârâ- ve yanıldım
yanılmanın tarihinden geliyorum
buradayım
baktım âyine-i iskendere kendimi göremedim
-şuara’daymış meğer-
kendimi görememenin yalancılığından geliyorum
buradayım
burada olmasaydım da
burada olmaya devam etmekten geliyorum
buradayım
sözcüklerin cinnetinden geliyorum
buradayım
sizleri rahatsızlığımla rahatsız etmeye geldim
buradayım
burası orası değil
kalû belânın belâ/sından kaçmaktan geliyorum
sesini kaybetmiş akşamın üzgünlüğünden
buradayım
iki dünyada kaybetmenin huzursuzluğu
iklimlerin uyuşmazlığından geliyorum
buradayım
kendisi olamanın hoşnutsuzluğu
babamın diktatörlüğünden geliyorum
buradayım
-ânestü nârâ- ve yanıldım
yanılmanın tarihinden geliyorum
buradayım
baktım âyine-i iskendere kendimi göremedim
-şuara’daymış meğer-
kendimi görememenin yalancılığından geliyorum
buradayım
burada olmasaydım da
burada olmaya devam etmekten geliyorum
buradayım
sözcüklerin cinnetinden geliyorum
buradayım
sizleri rahatsızlığımla rahatsız etmeye geldim
buradayım
burası orası değil
(nereye giderse gitsin insan en son kendi kaosuna
dönüyor)
Mesut Akatay
Şehir Dergisi, Haziran 2017 Sayı: 105
3 Temmuz 2017 Pazartesi
Can Gox-Neredesin Sen?
"Zaman hiç durmaz, akıp gitmez de.
Hep aynı uzamın içinde, birbirimize bağlar bizi sinsice."
Etiketler:
Can Gox,
Neredesin sen,
Neşet Ertaş,
Video. Müzik
30 Haziran 2017 Cuma
28 Haziran 2017 Çarşamba
Zamana Dokunmak
Gözlerimizi
aralayıp da bizi kalabalıklardan soyutlayan perdelerimizi kaldırdığımızda,
ardına saklanacak yeni örtüler buluyoruz kendimize. Bir sokağa, bir parka yahut
bir sınıfa adım attığımızda altına sığınacağımız banklar, masalar, sıralar
arıyoruz. Hepimizin her gün özenle parlattığı, yüzeylerine toz kondurmadığı
maskeleri var. Bütün tozu sahte yüzlerimiz elverdiğince ciğerlerimize çekiyor,
gerçekleri içimize sıkı sıkı bastırıyoruz. Günlük yaşamın kırılmak bilmez
monotonluğunda bizimle birlikte gizlenen duygularımız var. Nereden mi
biliyorum? Çünkü benim de, sizlerin olduğu gibi, söylenmemiş sözlerim var; asla
söylemeyecek olduklarım ve söylemek için doğru zamanı beklediklerim. Sesim
yalnızca filtrelenmiş gerçeklere hayat veriyor. Kıyafetlerim ütülü, seyirciler
için seçtiğim ifadelerim hatalardan arınmış, dudaklarım yer çekimine düz bir
çizgide direniyor. Beni neyin mutlu edeceğini düşünmeden önce başkalarının ne
düşüneceğini sorguluyorum defalarca. Sizlerde de kendimdeki bu yoksunluğun,
gizlenmişliğin emarelerini görüyorum. Peki ya maskelerim, maskelerimiz,
gerçekten kalktığında kimim ben, kimiz biz? Bizi biz yapan hislerimizi,
insanlığın şiddetten ve sahtelikten uzak saf anlamını unuttuk mu?
Size ve
maskelerimden birinin hâlâ konakladığı yüzüme bir ayna tutuyorum. Gözlerinize
bakıyorum çünkü biliyorum ki her şey o parlak kürelerde gizli. Yaşam ile ölüm
oradan yansıyan ışıkta ayırılıyor, duygular orada, irislerinizin hemen ardına
zincirlenmiş, dışa vurulmak için çığlık atıyor. Kendi gözlerimde bastırılmış
düşünceler görüyorum. Eğer kelimelerimin düğümünü çözsem ruhumun senfonisini
duyacağım. Zincirlerimizden kurtulduğumuzda dünya kocaman bir konser sahnesine
dönüşecek, biliyorum. Yalnızca benim kulaklarımda yankılanan kendi senfonimi
sizler için çalıyorum bu sebeple.
Senfonimin
duyulmayı arzulayan belli belirsiz melodisi hayatın akışında yitip gidiyor
sonunda. Zaman, nihayetinde bütün ölümlü ruhları yutuyor. Öyleyse neden yaşarken
de ona dokunamıyoruz? Oluşturduğu nehrin sonsuz akışına kapılıp ilerlemek
yerine yüreğine uzanıp oraya parmak izlerimizi bırakamıyoruz? Ben, birçoğumuz
gibi, hatırlanmak istiyorum. Dünyanın rengârenk yüzeyine ismimi
kazıyamayacaksam, çağları kapatan bir isim olamayacaksam bile ölümümün kendi
hikâyemdeki bir noktadan ibaret olmasını istemiyorum. Parlak kürelerim sönüp
göğüs kafesim ölü ciğerlerime mezar olduğunda bile varlığımın bir parçasının
zamana tutunmasını istiyorum. Çünkü zaman, canlı ya da cansız her şeyin
yüzeyini, tıpkı suyun yaptığı gibi, aşındırırken kendimizi hatırlanabilir
kılmak için tek atımlık kurşunumuz var. Kaygılarımızın, maskelerimizin arasında
bu gerçeği hızlıca kaybediyoruz: En iyi ihtimallerle bile, yaşamakta olduğumuz
an ikinci bir defa önümüze sürülmeyecek. Çocukluğumuz, gençliğimiz, başkalarını
düşünerek almaktan vazgeçtiğimiz kararlarımız geri dönmeyecek. Biz bugünde
yaşıyoruz ama kendimizi baskıladığımız her günün sonunda o “bugün”ü
yitiriyoruz. Gerisi belli: Kaçırılacak yeni bir “bugün”, solup gitmeye yüz
tutmuş fırsatlar, değeri bilinmemiş yüzlerce başka an.
Neyi bekliyoruz?
Kimse yüzümüzdeki maskeleri ve yataklarımızın altında sakladığımız onlarcasını
bizim için kırmayacak. Küçük bir çocukken yatağımın altında saklandığından
korktuğum canavarların o maskelerim olduğunu benim için söylemeyecek kimse. Her
birimiz maskelerimizi, yaşadığımız toplumun, içerisinde doğduğumuz ailenin ve
belki de kendi seçimimiz olan arkadaşlarımızın beklentileriyle şekillendirdik.
Dışlanma ve küçük görülme korkularıyla dışlarını boyadık ama en nihayetinde
hepsini kendi ellerimizle yaptık: Bizim suçlu el işçiliklerimiz ama gerçek bizi
asla tanımlamayan imzalarımız… Ben artık bir başkasının beklentileriyle
yoğurulmuş geleceği yaşamak değil, içinde bulunduğum anı yaşamak istiyorum. Bir
yerlerde saklanmaktansa bir masanın üzerine tırmanıp yaşadığımı haykırmayı
arzuluyorum. Ardına saklandığım porselen yüzlerimi parçalayıp dudaklarımdan
dökülememiş bütün sözleri kafeslerinden teker teker çıkarmam, ciğerlerimdeki
tozu atmam gerekli. Gerçek beni önünüze serip sizleri tanımalıyım, bu sefer yüz
yüze değil, ruh ruha. Bırakın kırışık kalsın kıyafetleriniz, bırakın canlılığın
sağlıklı kırmızısıyla dolsun yüzleriniz ve dudaklarınızın kenarları ne
tebessümlere ne de tarifsiz hüzünlere dirensin.
Ruhlarımızdan
oluşmuş bir orkestrayı dinleyelim düşüncelerimiz tanışırken.
Selen Özkan
Kaynakça Haft,
Steven (Yapımcı), Schulman, Tom. (Senarist) ve Weir, Peter. (Yönetmen). (1989).
Ölü Ozanlar Derneği [Film]. ABD: Touchstone Pictures.
Etiketler:
Carpe Diem,
Ölü Ozanlar Derneği,
Selen Özkan,
Zamana Dokunmak
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)