Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat
27 Aralık 2016 Salı
Kar
Etiketler:
Arif Ay,
Bungunluk günleri,
Görsel Fotoğraf:Gerd Altmann,
Kar,
Şiir,
uykulu çocuk
26 Aralık 2016 Pazartesi
Mor
"Bir ya da birkaç çocukları olmuş olsaydı, belki daha heyecanlı olurdu hayatları ama olmamıştı ve çok üstüne gitmemişti Adem. Çocuğunun kendininkine benzeyen bir kaderi olmayacağı nerden belliydi? Onun gerçekleşmemiş hayallerinin aynısını yaşamayacağını, şu ya da bu biçimde hezimete uğramayacağını kim garanti edebilirdi? Olsaydı kollamaya, adam etmeye çalışırdı o çocuğu elbette. Hadi, buna gücü yetti diyelim? Şu memlekette yaşanan bin türlü çarpıklıktan, uğursuzluktan koruyabilecek miydi onu bakalım! İtilip kakılmaktan, horlanmaktan, işsiz kalmaktan ya da köpek gibi çalıştırılmaktan, soyulmaktan, uyuşturucudan, ibnelikten, daha neler nelerden kurtarabilecek miydi?
Görmüş geçirmiş biri olarak, sevgisinin evladını hiçbir biçimde aşağılanmaktan uzak tutmaya yetmeyeceğini biliyordu. Trafikte, gözaltında, savaşta, iş kazasında ya da bir bombalama eyleminde ölmeyeceğini, daha kötüsü bir gün birdenbire ortadan kaybolmayacağını varsaysa bile, düzenin, düzensizlik ve haksızlık üzerine oturtulmuş karmaşasının onu kim bilir ne biçim biri haline getireceğini az çok biliyordu. Bu durumda topluma yeni bir kurban ya da kurbanlar sunmaya gerek var mıydı?
İnci Aral, Mor, syf 245-246
15 Aralık 2016 Perşembe
Hırkası Pembe Pamuk Şekeri Derviş
Yemin ederim ki gerçek bir sevgi mülke malik
olmayı düşlemez
Hayır, kurmak istemez bir krallık taşları insan uzvundan olan
Yemin ederim ki safi bir sevgi arınmıştır beşeriyetten.
Gökkuşağı kimin olabilir ki
Ya da kim sahiplenebilir bulutları
Hayır hiçbirinizin değil, hayır kimsenin
Kimse açtıramaz Bedi'nin çiçeklerini
Hayır, olamaz kimsenin hakiki bir güzellik.
İçinde fahişe geçen derviş öyküleri
Nakışları zühdden olan öykülerden güzel olabilir
Bir beden, beyaz, bakir, zahid ve sofu
Evet, bir fahişe daha meryemdir bakirse eğer ruhu.
Hırkası pembe olamaz mı bir dervişin
Ya da dilinde en edepsiz şakalar
Hayır hiçbirinizin değil, hayır kimsenin
Kimse sahiplenemez veli'nin sıfatlarını
Hayır, olmaz kimse sahib-i edebin.
Güzelsin, koyduğu kadar rahman içine
Güzelsin, tırnak boyunda kaplumbağalar büyüttüğün için
Güzelsin, inci toplar gibi topladığından onları.
Güzelsin, zikredelim 26 defa
Haydi ya cemal çekelim 26 defa
Güzelsin, güzelsin
Ve tam 26 defa.
Yemin ederim ki safi bir sevgi arınmıştır beşeriyetten.
Gökkuşağı kimin olabilir ki
Ya da kim sahiplenebilir bulutları
Hayır hiçbirinizin değil, hayır kimsenin
Kimse açtıramaz Bedi'nin çiçeklerini
Hayır, olamaz kimsenin hakiki bir güzellik.
İçinde fahişe geçen derviş öyküleri
Nakışları zühdden olan öykülerden güzel olabilir
Bir beden, beyaz, bakir, zahid ve sofu
Evet, bir fahişe daha meryemdir bakirse eğer ruhu.
Hırkası pembe olamaz mı bir dervişin
Ya da dilinde en edepsiz şakalar
Hayır hiçbirinizin değil, hayır kimsenin
Kimse sahiplenemez veli'nin sıfatlarını
Hayır, olmaz kimse sahib-i edebin.
Güzelsin, koyduğu kadar rahman içine
Güzelsin, tırnak boyunda kaplumbağalar büyüttüğün için
Güzelsin, inci toplar gibi topladığından onları.
Güzelsin, zikredelim 26 defa
Haydi ya cemal çekelim 26 defa
Güzelsin, güzelsin
Ve tam 26 defa.
Zeynep Merdan
Ayna İnsan, 2016, Sayı: 18
Etiketler:
2016,
anladık güzelsin,
Ayna İnsan,
gökkuşağından güzelsin,
Görsel Fotoğraf: Kent Brushes,
güzel kim çirkin kim,
Hırkası Pembe Pamuk Şekeri Derviş,
Sayı: 18,
Zeynep Merdan
14 Aralık 2016 Çarşamba
Tıpkısının aynısı düşünceler...
"Televizyonda bir şairin evini görmüştü. Adam bütün eşyalarını atmış, bir kilim, bir koltuk bırakmıştı koskoca salonunda. Masa, sehpa, kitaplık hiçbir şey! Birkaç kitabıyla, telefonu yerde duruyordu. Perde bile yoktu penceresinde. Bu kadarı da olmazdı tabii ama gene de imrenmişti Revan. O ne ferahlık, ne özgürlüktü öyle."
İnci Aral/ Mor, syf.51.
12 Aralık 2016 Pazartesi
Vaktidir
susmanın sesi yitti
şimdi konuşma vakti
dilinden kalan son sözcüklerle
içindeki çığlığın geniş göğünde
uçurma vakti
kafese kapatılmış güvercinleri
kökü sökülmeden önce son defa
sarılmanın vakti zeytin ağaçlarına
hâlâ adımlayacak bir karış toprak
kaldıysa ayağının ucunda
vaktidir yürümenin zulmün kör noktasına
çıkarıp şişesinden öfke cinini
salmanın vakti hiç duraksamadan
ana rahminde cenine kılıç saplayan
öldürmeden önce eziyet etmenin
sevabına inanan
meczupların üstüne
sularımı sattılar, ovalarımı
madenlerimi, onurumu, yarınlarımı
dağdan yuvarlanan ağır kayalar gibi
çöktüler soluğumun üstüne
ezdiler gün gülüşlü çocuklarımı
hangi çağı ezberlesem gül değil
sümbül değil diken soframın süsü
etimi boydan boya yürüyen
bu yara, yara değil kara dilli kangren
değil bahar rüzgârı, karayeldir yüzümüzde gezinen
rahmet değil, kan yağmurudur gelen
ama hâlâ sıcak, avucumdaki toprak
kuyuların dibinde yosun kokusu, şarkıları kurbağaların
taze otlarla yeşeren hayat
vaktidir şimdi tam vakti umuda su vermenin
uğultulu gökler gibi gümbürtüyle, sevgiyle
bilinir, durmaz kınında, karanlıkta da akar su
bulur mutlak, denize kavuşmanın yolunu
Ayten Mutlu
Akköy Dergisi 2014, Sayı: 82
sarılmanın vakti zeytin ağaçlarına
hâlâ adımlayacak bir karış toprak
kaldıysa ayağının ucunda
vaktidir yürümenin zulmün kör noktasına
çıkarıp şişesinden öfke cinini
salmanın vakti hiç duraksamadan
ana rahminde cenine kılıç saplayan
öldürmeden önce eziyet etmenin
sevabına inanan
meczupların üstüne
sularımı sattılar, ovalarımı
madenlerimi, onurumu, yarınlarımı
dağdan yuvarlanan ağır kayalar gibi
çöktüler soluğumun üstüne
ezdiler gün gülüşlü çocuklarımı
hangi çağı ezberlesem gül değil
sümbül değil diken soframın süsü
etimi boydan boya yürüyen
bu yara, yara değil kara dilli kangren
değil bahar rüzgârı, karayeldir yüzümüzde gezinen
rahmet değil, kan yağmurudur gelen
ama hâlâ sıcak, avucumdaki toprak
kuyuların dibinde yosun kokusu, şarkıları kurbağaların
taze otlarla yeşeren hayat
vaktidir şimdi tam vakti umuda su vermenin
uğultulu gökler gibi gümbürtüyle, sevgiyle
bilinir, durmaz kınında, karanlıkta da akar su
bulur mutlak, denize kavuşmanın yolunu
Ayten Mutlu
Akköy Dergisi 2014, Sayı: 82
Etiketler:
Akköy Dergisi 2014,
Ayten Mutlu,
Görsel Resim: Matheus Lopes,
Şiir,
Vaktidir
8 Aralık 2016 Perşembe
Madam Sommerville'in Günlüğü
26 Kasım
Dağa akşam olmadan vardım. Dağ karlara gömülmüştü. Ben kayak takımlarımı çıkarmak için acele ederken kocam engel oldu. Yarına bırak! Bu akşam otelin barında vakit geçiririz, gece yarısı tehlikeye gerek yok dedi. Boyun eğdim ama içimde bir isyan duygusu kabardı. Kaymanın benim için akşamı sabahı yok. Bu güzelim beyaz pamuk görüntüsünün içerisine kendimi atmak, o meyilli yokuşlarda oradan oraya uçmak ne hoş olurdu. Bardayken bütün gece acaba buraya kocam olmadan gelsem daha iyi olmaz mıydı diye düşündüm. Kendi başıma eğlenirdim. Belki de bu düşünceler asabımı bozdu. Öyle ki gece kocamla sevişmek istemedim. O da zaten pek ısrarlı değildi. Acaba aramızda kara kediler mi gezinmeye başlayacak? Bu dağ bizi ayıran bir engel gibi aramıza mı dikilecek?
Yaşadıklarımız ne kadar pamuk ipliğine bağlı. Sadece akşam kayak kaymanızı istemedi diye birden kocanızdan soğuyabiliyorsunuz. Belki de yalnızlık arzuluyorum, belki de kendime başka birini bulmalıyım. Bu günlüğüme içimden gelenleri hiç saklamadan kaydetmeyi, yazmayı kendime söz verdiğim için; bu aykırı, bu korkutucu düşünceleri de buraya geçiriyorum. Hafif içim de titremiyor değil ama gene de kendi rotama sadık olmalıyım, onun için hiç korkmadan yazıyorum.
Arzuluyorum. Bu karlar altında herhangi birisiyle sevişmek, sevişirken erimek istiyorum.
Nami Başer/Evsizlik Defterleri, syf.93
4 Aralık 2016 Pazar
Evsizlik Defterleri
[6]
Her
Sevişmemizde seninle
Dünya kendini eksiltiyor
İçimizden bir yerlere
Halatlar kırık kürekler düşüyor
Ne kadar kalıntısı varsa depremlerin
Yer aynasında
O kadar sürüyor o an ardarda
Teslim oluşumuz
Kan kemik ve kekik kokan
Et oluşumuz
[12]
Ölüm kokan bir adaktı
Kekik tadında
Yeni doğmuş çocukların ağlayışlarında
Vardı belki onu andıran taze kan
O taze
Dünya
Ne söz var daha ağızda
Ne hece
Gitti gideli dünya
Kayarak o adaktan o törenden
O tutuk semizotları kaplı gevrek yerden
Biz de tarih olduk
İlk sustuğu anlar bulutun
Bir geyik, bir vazo, bir de üç beş kuru çiçek
Zaman değirmenini bundan böyle
Tek başlarına yürütecek
Bir tarih miydi tarih miydi Fi
Sesini başlatan bir çalgıdan geliyordu
Ey örtülü damlası
Zalim zamanın ve gözü görmez aşkın diyordu
Hep o anlam peşinde bir uzun şarkı çadırlardan
Ormana yayılıyordu
Kim çalıyordu kör çakallar
Ak çöllerde uyurken uyanıyorlardı öyle
Uzun günler
Çadırda sineklerle boğuşurken şiir kokuyordu
harfler birden
Anlamlarından soyunmuş soyulmuş meyveler gibi
sözler
Bana veriliyordu
Evet ben değilim sen
Ama ne zaman sen ben değilsen
İşte o zaman bir küçük an sonsuzluğa uzanıyor
Avuçlarımdan
Ben sadece sen oluyorum
Ne zaman ben sen değilsem
Sen
İşte o zaman
Epeyce ben oluyorsun
Zaman avuçlarımda tüyleniyor
Dil kanıyor ağzımda
Dilim kanıyor
Senin de benim de
[4]
Biliyorum bilmiyormuş gibi ne zaman
Sen ben değilsen
İşte tam o zaman
Yakamozlar bildiriyorlar bana bilmiyormuş gibi
Ben sadece senim
Ne zaman ben sen değilsem
İşte o zaman
Yakamozlara ben bildiriyorum hiç bilmeden
Sen epeyce bensin
[8]
Yıldız kuzeyi gösteriyor
Gece beni
Ay seni
Durmamacasına iskeleleri sürüklüyorlar
Kırık kürekleri
Kara kirli kuşakları
Kurşun parlıyor
Rengini değiştirmiş
Evet doğrudur
Beyaz ve umutsuz bir aşkla seviyorum seni
Yani beyaz ve kirli
Anlamı epey az pis ve çelişkili
Yine de bir yoruma sığsın istiyorum
Bu yakamozlar yumağı
Bir bir dokunsun
Bir sona ersin
İstersen bir gece seninle
Yakamozlar yanarken üzerimizde
Çırılçıplak mutsuz beyaz
Küreksiz boğuşalım
Yıldız kuzeye doğru toz olsun
Toz duman olsun damaklarımız
Bu taşıyamadığımız aşkımızı
Denize kusalım
Evet doğrudur
Kırılmış bir kürek gibi seviyorum seni
Yakamozlara yapışık yıllarca
Avuçlarımızda
Hep sevişemediğimiz gibi
Bir yıldız kuzeyi gösterirken
Nami Başer
Evsizlik Defterleri I-II/V Periferi Kitap 2008
1 Kasım 2016 Salı
Ormanların Gümbürtüsünden
Bir yüzük yaptım sana güvercin teleğinden,
Bir yüzük bükerek hoşçakal sözcüğünden.
Bir yüzük yaptım belli belirsiz,
Eski bir gramafon sesinden.
Bir yüzük serçe parmağın için,
Bulutsuz bir gecede kayan yıldız izinden.
Bir yüzük yaptım terli bir yüzük,
Avucumdan geçen ince hayat çizgisinden.
Yanmasını bilen bakır bir yüzük,
Evime akım taşıyan elektrik telinden.
Bir yüzük yaptım, bir yüzük ki;
Yıllardır dinmeyen ormanların gümbürtüsünden.
.
.
.
Metin ALTIOK,
Bir Acıya Kiracı,
Kırmızı Kedi Yayınları, s. 109.
21 Ekim 2016 Cuma
Zamanın Suç Ortağı
“Kırılan hangi kanadımız
Bir sıçrayışta artık dimdik duramıyoruz”
Philippe Tancelin/Adımlar
“Dışarı kar içerisi dar” derdi
babam. Kışın ruhunu bu kısacık deyimle anlatırdı. Evden dışarı çıktığımda
rahmetlinin ellerini ovuşturarak odaya girişini, gürüldeyen sobanın ateşine
bakarak keyiflenişini anımsadım. Hakikâten de dışarısı kar, içerisi dardı. Gece
yağan karın ardından ayaza çeken havanın soğuğu insanın tâ iliklerine kadar işliyordu.
Ben de: “Ağalara dert, çobanlara yat günü” dedim içimden. Garaja geçip, kar
lastiklerini yeni taktırdığım aracımı çalıştırdım.
Her sabah olduğu gibi bu sabahta
her iki tarafı çam ve dişbudak ağaçlarıyla kaplı bulvardan geçerek işyerime
gitme telâşındaydım. Klimasını açtığım aracın içinde “Demirkırat” belgeselinin
müziklerini dinleyerek Hürriyet Bulvarından, Sanayi Köprüsüne doğru ilerledim.
Önümde uzayan yolun tenhâlığı muhteşem bir kış tablosunu andırıyordu ve sanki “dünyanın en uzun hüznü yağmıştı. Yorgun ve yenilmiş
insanlığımızın üstüne.”
Az ilerde, durakta servis
bekleşen öğrencilere kaydı gözüm. Sabahları erken kalkıp; siyah önlük, beyaz
yakalarımızı giydikten sonra gürüldeyen sobanın başında ısındığımız günler film
şeridi gibi akıp geçti hafızamdan. Kuzineli sobada ısıttığımız yufka ekmek,
tereyağı, peynir ve yumurtayla karıştırılarak yapılan omaçlı dürümün kokusu,
annemin demlediği ayva çayı burnumda tüttü buram buram.
Geniş bahçeli evimizin avlusundan
çıkıp sokakta arkadaşlarla buluştuğumuz, sonra hep birlikte kuş gibi
cıvıldayarak yola koyulduğumuz ilkokul yıllarımı düşünürken kırmızı ışığı
görünce durdum. O esnada eski parkın köşesinde üzerinde pejmürde bir mont, başında
sarı kırmızı ponponlu şapka, sırtında tahta boya sandığıyla yürüyen oniki onüç yaşlarında
gözlüklü bir çocuk dikkatimi çekti. Çocukcağızın hâline öyle üzülmüştüm ki yol
açılınca aracı sağ şeride yanaştırdım. Çocuğun yanında zınk diye durup camı açarak
seslendim.
“Yavrum gel seni gideceğin yere
bırakayım.”
Gözlerinde ürkek bir serçe
belirdi önce. Endişesini sezince gülümsedim. Âh! Evet, gülümsemek. Hep
denemişimdir, hangi yaşta olursa olsun karşımdaki insanla konuşurken yüzüme
yayılan gülümsemenin muhatabıma hissettirdiği güven duygusunu başka hiçbir
bakış sağlayamamıştır. Küçük haklıydı. Günümüzde her insana hemen güvenip
aracına binmek onun yaşındakiler için risk oluşturabilirdi. Karşılıklı, kısa
süren bu ânlık bakışma, sesimdeki yumuşaklık, yüzümdeki aydınlık çocuğu
rahatlatmış olmalı ki “Toptancı halindeki kahveye gidiyorum amca" dedi. Açtığım
kapıdan içeri süzülüp arka koltuğa oturdu.
Konuşmaya başladık. Adı Murat. Üç
kardeşler. Murat en büyükleriymiş. Diğer kardeşleri Cemil altı, Yıldız dört yaşında. Babası toptancı halinde
yükleme boşaltma işlerinde çalışıyormuş. İlkokulu geçen yıl bitiren Murat okula
devam edememiş. Sebebini “Paramız yok, evimiz kira” diye açıklayan Murat’ın “okul”
sözcüğünde gözlerinin parladığını dikiz aynasından görünce içim burkulmuştu. “Okula
gitsem, çok param olsa büyük bir lokanta açar oradan bizim gibilere parasız
yemek dağıtırdım ama gidemiyorum. Ayakkabı boyamakla kazandığım parayı da anneme
veriyorum, bana hiçbir şey kalmıyor” diyerek hayâllerini sıralıyordu Murat.
Kahveye vardığımızda içerisi
kalabalıktı. Masaların etrafına kümelenmiş insanların sohbetleri televizyonun
sesiyle birleşmiş, ortaya çıkan yeni ses dalgası uğultuya dönüşmüştü. Duman
altındaki kahvede bulunanların kimi ortadaki büyük sobanın başına geçmiş ısınma
derdinde, kimi yaktığı sigarasından yeni bir nefes çekip çayını yudumluyordu. Köşede
beli bükülmüş simitçi bir yandan üşüyen ellerini ovuşturuyor, bir yandan da
simitleri ahşap tablaya diziyordu. Bu tür yerlerin daimi müdavimleri genellikle
birbirini iyi tanıdığı için sabah sabah oraya çocukla gelen ben onlara göre kim
olduğu, ne aradığı bilinmeyen bir meçhuldüm. Meraklı gözlerin üzerime
çevrildiğinin farkında ama bana yönelen bakışlara da aldırmadan ortalığa selâm
verip, herkese hayırlı işler diledim. Murat’a “Koş bana bir çay söyle, babanla
da konuşmak istiyorum” dedim.
Babası semt pazarına sebze
kasalarını boşaltmaya gitmişti. Çayımı yudumlayıp Murat’a kartvizitimi verdim.
Babasının beni mutlaka aramasını tembihledim. Ayrılırken “Bak Muratçığım, okula
dönmen için bütün olanaklarımı kullanacağım ama bana bi’söz vermeni istiyorum. Büyüyünce
lokanta açıp, ihtiyacı olan insanlara bedava yemek dağıtma hayâlinden asla vazgeçmeyeceksin,
tamam mı” dedim. Tekrar okula gitme fikri onu çok sevindirmişti. Başını salladı
elimi öptü. Kahveden ayrılırken Murat’ı kucakladım. Bu masûm çocuğa sarılırken
sanki kendi geçmişime sarılmıştım.
Akşam eve döndüğümde üzerimde yoğun
bir günü daha bitirmenin, kızım ve eşimle birlikte olmanın rahatlığı vardı. Her
zaman olduğu gibi eşimin hazırladığı yemekler nefis görünüyordu. Sofraya oturduğumuzda
bir yandan da yıllardır bende alışkanlık hâline gelen haber bültenini izlemek amacıyla
televizyonu açtım. Tam sıcak çorbaya uzanıyordum ki spikerin duyurduğu yeni haber,
elimdeki kaşığı düşürmeme yetti de arttı bile.
“Sayın seyirciler; yapımı süren metro inşaatı civarında kanalizasyon
çukuruna düşen küçük boyacı Murat İspir’in cesedi, itfaiye ekiplerinin uzun
uğraşılarından sonra ancak çıkarılabildi. Yürürken üzeri kartonla örtülen
çukuru ve kar yağışının gizlediği kartonu farketmeyen talihsiz çocuğun ölüm
haberini duyarak olay yerine gelen yakınları sinir krizleri geçirdi. Konuyla
ilgili açıklama yapan belediye yetkilileri sorumluluğun kendilerinde değil, yüklenici
firmada olduğunu belirttiler.”
Birdenbire çöl. Evet, birdenbire
insan kendini çölde hisseder mi? Öyle işte. İçim acıdı. Yüreğim kavruldu. Yerimden
kalktım. Eşimin ne olduğunu öğrenmek isteyen sorularına yanıt vermeden balkona
çıktım. Merakla yanıma gelen küçük kızıma sabah tıpkı Murat’a sarıldığım gibi
sarıldım. İçeri geçtiğimde “Ülkemizde
çalışanlara uygulanan asgari ücret milli gelire oranlandığında Avrupa Birliği
standardının üstünde” diyordu televizyonda konuşan yetkili ağızlardan birisi.
“Murat” dedim eşime… “Murat,
okula gitmek istiyordu.” Daha fazla konuşamadım, gözlerimin sıcak buğusunu engellemeyi
bırakıp gözyaşlarımı sel gibi boşalttım. Tekrar balkona çıktım. Yaşam elbette
kusursuz, dört başı mamur, varlığını güllük gülistanlık sürdüren dikensiz bir
organizma olamazdı. Bu gerçeği biliyordum. Yaşam; iyi, kötü, güzellik ve
çirkinliğin karışımıydı. Yaşam suyun yapısı gibiydi. Mucizeydi. Ve o mucize akıp
gidiyordu kusursuzluğun özgün imgesine doğru. Ölüm bu imgede vücut buluyordu.
Sonsuzluk bu imgede sırlanıyordu. Murat’ta ölümle sırlanmış, herkesin yüzleşmekten
korktuğu aynadan geçerek bir cennet süsüne dönüşmüştü. Ardından ağıt yakan
ailesi, “kurtuldu” denilerek teselli edilecekti belki ama ya diğer Muratlar,
onlar ne olacaktı?
Göğe baktım. Kar tekrar
başlamıştı. Lapa lapa kar yağıyordu. Şehir bir kez daha kışın rengine boyanıyordu.
Kar, yeryüzünü beyaz bir kumaşla örtmek, insanlığın bütün kirini, günâhını o
kumaşın altında saklamak ister gibi yağıyordu. Kış acıydı. Yoksulluk acıydı. Ölüm
acıydı. Zaman acıydı. Bütün acılar, kar maskesi takan zamanın içinde silik bir
nokta gibi kalıyor, zaman eninde sonunda her şeyi kendi koyduğu noktanın içinde
yok ediyordu. Kar adeta zamanın suç ortağıydı.
Başımı yeniden göğe çevirdim. Kar
değil, sanki zamanın utancı yağıyordu.
fy
Ayna İnsan 2016, Sayı: 18
13 Ekim 2016 Perşembe
Kediler Ve Yalnızlık
Sırf kedileri seviyorsun diye
Açık konuşalım
Sıcacık sarılıyorsun diye onlara
İyice araştırdım kedileri
Anladım ki
Bir kediden başkasını sevemezsin sen
Anladım ki yalnızlığın
Bütün kedilerde çünkü senin
Her ne kadar sarılmanı istesem de bana
Yalnızlığın olamam
Yalnızlığın olamam
Adım gibi bilirim çünkü
Bir gün çağırırsan beni
Kedin olarak girdiğim koynunu
Köpeğin olarak terk edeceğim
Hüseyin KALYAN
Mühür Edebiyat Dergisi, Eylül-Ekim 2006, Sayı: 66
Etiketler:
Hüseyin KALYAN,
Kediler Ve Yalnızlık,
Mühür Dergisi 2016 Sayı:66,
Şiir
12 Ekim 2016 Çarşamba
Turnusol Kâğıt Kahramanlığı
Buraya uğramadağım günlerde "Terazi Baskısı" isimli şiirim "Popüler Yayınlar" listesinde üçüncü sıraya yükselmiş. 2005 yılında yazdığım ve 2006 yılında Hece'de yayımlanan o şiirde "fetva baronu" imlemesiyle kimi kastettiğimi bilenler bilir. Çok şükür on yıl önce nerde duruyorsam bugün hâlâ oradayım. Çizgim o gün de netti bugün de net.
Şimdilerde bakıyorum uçurumun kenarından döndüğümüz 15 Temmuz sonrası bazı müteşairler, yazarlar tankların önünde felan pozlar vermiş, bu pozları da sosyal medyada kahraman edasıyla paylaşmışlar.
Şair kimdir, yazar kimdir arkadaş diye soracak olsanız kendine ait verecek doğru dürüst yanıtı olmayan bu tipler ezberlediği klişe tanımları size şair, yazar tanımı diye yutturmaya çalışacaktır muhtemelen.
İyi şair gündelik olaylara takılıp kalmaz. İyi şair gündemi kendisi yaratır. Bir zamanlar kendini öykücülerin piri zanneden bir başkası, beşinci sınıf şair felan demişti benden bahsederken. Aslında "Beşinci Sınıf Şair" ilan edilmekte bir şeydir. Bu arkadaş nihayetinde bizi ve yazdıklarımızı küçümsemeye çalışırken bile kimliğimize "şair" sıfatı yüklüyor, hakkımızı bilinçaltından teslim ediyordu farkında olmadan.
Herşey olup bittikten sonra sosyal medyada kahraman olmak, atmak tutmak kolay tabii. FETÖ/PDY örgütü bu noktaya gelmeden evvel aklınız nerelerdeydi diye sormazlar mı insana? Bunların dergilerinde yazarken, açtıkları yarışmalara jüri üyesi sıfatıyla baş köşelerden kurulurken niçin şimdiki gibi şahince bir çift kelam etme gereği duymadınız demezler mi size? Merak etmeyin. Yalnız değilsiniz. Hatta kum gibisiniz arkadaş, kum gibi. O kadar çoksunuz yani. Konuşun, yazın, çizin, övünün, birbirinizi yüceltin yüceltebildiğiniz kadar. Biz şu yalan dünyada sizin gibi nicelerini gördük aga, nice turnusol kâğıtlarını. Gördüklerimizi anlatmaya kalksak ahir ömürde zaman yetmez. Ve budur, bu yüzdendir işte sizden ve sizin gibilerin edebiyata kurmak istediği iktidardan, ikiyüzlü kanonlardan sürekli uzak durmamızın yegâne sebebi.
Ne diyordu Ziya Paşa:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm
Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de
Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm
Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm
Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm
Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin
Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm
fy
Acı Kahve
"âh! yeşilini mavisini sevdiğimin kenti
toprağında karanfil olaydım"
Nasıl desem, nasıl anlatsam -rüzgâr gibi- evet rüzgâr gibi ve kısacık bir süre de olsa toprağında karanfil olmayı dilediğim şehrin kalbinden, her daim canlı, hareketli sokaklarıyla insanı kendine bağlayan Kemeraltı'nın kılcal damarlarından tek başıma, üstelik kimseyi arayıp sormadan "ceee" dercesine geçtim. Akşamdı, vakit dardı, hızla yola koyulmak zorundaydım fakat ben yine de Kızlarağası Han'da bir acı kahve içmeden İzmir'den ayrılmak istemedim.
"Sen var ya sen, kötüsün oğlum kötü, seni gidi vefasız, bir alo desen gelirdik, görüşmenin azı çoğu mu olur" diyen arkadaşlar ne deseniz haklısınız. Tamam itiraz etmeden teslim oluyor ve size bir şey daha itiraf ediyorum. "Kızlarağası Han"dan çıkıp Otogar'a gitmeden evvel geçmişte dört yılımı geçirdiğim Bornova'ya da uğramayı ihmal etmedim. Büyük Park'ta Portakal Cafe'de bir bardak sıcak çay yudumladım. Chris Norman'ın "Midnight Lady" isimli şarkısını yıllar sonra gözlerimi kapatmış bir halde, ruhumun bol bol dopamin salgılamaya başladığını duyumsayarak tekrar dinledim. Tadını özlediğim İzmir Boyozundan da yedim afiyetle. Büyük Park'ın Bornova Meydanına doğru çıkan kapısının karşısındaki yazlık sinema kapanmış. O sinema keşke kapanmasaydı, bir şekilde ayakta kalabilseydi demekten kendimi alamadım.
İçimden geçeni dışa vurmam gerekirse hem Mabelard'ı izleyen İzmir'in güzel insanlarıyla, hem de onca yıldır görüşmeyi hâlâ sürdürdüğüm arkadaşlarımla Kızlarağası Han'da oturup uzun uzun edebiyat, kültür, sanat ve inzivada yaşamak üzerine söyleşmeyi, ülke gündeminden konuşmayı, üç-beş gün İzmir'de kalıp mavi körfezle dolu dolu hasret gidermeyi vallahi de billahi de çok isterdim. İsterdim ne kelime, görüşmeyi kallavisinden, çok mu çok oluyoruz modunda istedim. Bu yüzden seyahat güzergahımı bile değiştirdim. Ama kısmet işte. Üzgünüm. Mahcubum. Kısıtlı zaman diliminde bu hayali gerçekleştirmek, planlaması hızlı gelişen ve ucu ucuna koşturmak zorunda kaldığım yolculuk koşullarında gerçekten hiç mi hiç mümkün görünmüyordu.
Sitem edecek dostlara daha geniş zamanlar, daha geniş ufuklar için görüşme ve Kızlarağası Han'da bir acı kahve içmenin sözünü verip, kırılacak gönülleri böyle alsam olur mu?
Tamam. Sözüm söz. Sözüm izci sözü. Hatta bi sonraki gelişimde boyozlar benden.
Herkese selamlar...
İmbatla kalın.
fy
fy
Etiketler:
acı kahve,
dopamin,
Günlükler,
İzmir,
Kızlarağası Han,
Midnight Lady,
mutluluk hormonu
3 Eylül 2016 Cumartesi
Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ünde Göç Ve Göçmen Olgusu
Ortadoğu coğrafyasında “Arap Baharı” adıyla başlayan
değişim hareketinin 2011 yılında Suriye’ye sıçramasının ardından Suriye’de
başlayan ve halen devam eden iç savaşta iki milyondan fazla insan Suriye dışına
göçerken, Suriyeli göçmenlerin bir kısmı göçte
ilk durak olarak yerleştikleri Türkiye’de bir süre ikamet ettikten sonra göçün
yönünü ölümü de göze alarak Türkiye’ye göre daha iyi yaşam koşullarına sahip
olacaklarını düşündükleri AB ülkelerine yönelttiler.
Bu süreçte Suriyeli göçmenlerin
tehlikelerle dolu göç yolculuklarının dramatik simgelerinden biri haline gelen
Aylan Kürdi’nin karaya vuran cesedi ve Aylan Kurdi’nin ailesinin yaşadığı
olaylar bütün dünyanın vicdanını kanatırken insanlığı göçmen sorunları, kaçak
göç ve toplumun göçmenlere bakışı gibi olgularla bir kez daha yüzleştirdi.
Evlerinden, yurtlarından kopan insanlar, insan kaçakçılarının ağına düşerek
kandırılan göçmenler ve bir şekilde ulaştıkları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden
yerleşim izni alamayınca sınırlarda yığılan binlerce mülteci. Gelinen noktada
göç ve göçmen sorununun giderek içinden çıkılmaz bir insanlık trajedisine dönüşmesi
kaçınılmaz görünüyor.
İnsanların tarih boyunca
yurtlarından sürgün edilerek, köle ticareti, savaşlar, deprem, sel, kasırga,
açlık, din ya da ırk ayrımlarının yarattığı baskılardan kaçarak göç ettikleri
düşünüldüğünde zorunlu göç ve göçmenliğin insanlık için her zaman rahatsızlık
verici bir olay olarak değerlendirildiği sonucuna ulaşılır. Göçmenler geçmişine
ait her şeyi geride bırakarak çıktığı yolculuğun sonunda yeni bir ülkeye
yerleşmek, yeni bir dil öğrenmek, kendi kültüründen farklı bir kültüre uyum
sağlamak, yeni bir iş edinmek için belki de yeniden eğitim görmek, meslek
değiştirmek gibi sorunlarla karşı karşı karşıyadır ve bu sorunlar kısa vadede
çok kolay çözülebilecek gibi değildir.
Yönetmenliğini Tunç
Okan’ın yaptığı “Otobüs”
filmi, işte böylesi bir göç olgusunu, İsveç’e kaçak işçi olarak götürülme vaadiyle
kandırılan dokuz kişinin kırık dökük, külüstür bir otobüsle başkent Stockholm’e
vardıktan sonra yaşadıkları trajik olayları konu alır.
Film, kar yağışı altında
ilerleyen “Allaha Emanet” eski bir otobüsün görüntüleriyle başlar. Otobüsün
içinde büyük umutlarla yola düşen işçiler vardır. Onları kaçak yollarla İsveç’e getiren otobüsün
şoförü medeniyetten, yeni bir yaşama kavuşacaklarından bahsetmektedir. Yol
boyunca verilen molalardan sonra yolculuk biter ve şoför otobüsü Stocholm’ün
işlek meydanlarından birine park eder. Göçmenlerin tüm paralarını ve
pasaportlarını polise kayıt yaptıracağını söyleyerek ellerinden alan şoför
otobüsü terk eder. Pasaport ve paralarını dolandırıcı şoföre kaptıran
göçmenlerin Stockholm’de saklanıp, sığınabilecekleri tek yer içinde yolculuk
yaptıkları otobüstür. Daha evvel köylerinin dışında herhangi bir yer görmeyen
ve Stockholm’ün ortasında otobüsün içine sıkışıp kalan bu insanlar terk
edilmenin verdiği şaşkınlıkla belirsizlik, çaresizlik ve endişe içerisinde aç,
susuz, şoförün geri dönmesini beklerler.
Bir süre sonra tuvalet
ihtiyacı için akşam karanlığında dışarı çıkar, keşfettikleri tuvaletten otobüse
dönerken karşılaştıkları polisin kimlik sorması üzerine kaçarlar. Polisle
kovalamaca sonucunda polisi atlatır fakat birbirlerini kaybederler.
Göçmenlerden biri otobüse dönerken diğeri otobüsü bulamaz. Geceyi dışarıda
geçirmek zorunda kalan göçmen soğuktan donarak ölür.
Otobüsle tuvalet dışında
başka bir yere gidemeyen göçmenlerden Tunç Okan’ın bizzat canlandırdığı Mehmet
karakteri, tuvalette karşılaştığı ve kendisine yakınlık gösteren İsveçlinin
yönlendirmesiyle (ki adam eşcinseldir, Mehmet’i yakışıklı bulduğu için ona
samimi davranmıştır) müzikli, yemekli bir partiye katılır. Tek amacı açlığını
gidermek olan Mehmet, partide gördükleri karşısında şok geçirir. Mehmet, farkında
olmadan cinselliğin sınırsızca sergilendiği bir seks partisinin içine dâhil
edilmiştir. Onu partiye getiren İsveçli, Mehmet’e sarılarak, bacaklarını
okşayarak sarkıntılık etmeye yeltenince içine düştüğü durumu kaldıramayan Mehmet,
yaşadığı şoka bağırarak, yemeklere saldırarak tepki verir. Mehmet’in bağırışını
ve yemeklere saldırışına tahammül edemeyen İsveçliler Mehmet’i önce partiden dışarı
çıkarır, sonra da bıçaklayarak öldürürler.
Filmde “yabancı” kavramı
Avrupa’lının nezdinde aynı zamanda yasa dışı işlerle uğraşan suçlu kimliğiyle
örtüştürülür. Gece otobüs yakınındaki tuvaleti keşfeden işçiler orada bir
İsveçli ile karşılaşırlar. İsveçli onlara direk esrar olup olmadığını, esrara iyi
para vereceğini söyler. Göçmenlerin kendilerinden farklı görünmeleri, yabancı
olmaları, İsveçli gözünde onların yasadışı işler yaptıkları anlamına gelir.
Dilinden anlamadığı adama verecek yanıt bulamayan göçmenin bakışları, dil
bilmezliğin ve biçareliğin en somut göstergesidir. Neredeyse diyalogsuz
diyebileceğimiz bir film olan Otobüs, bu yönüyle tıpkı şiir sanatında olduğu gibi az sözle ve
beden diliyle çok şey anlatmayı başaran filmler arasındadır.
Göç yaşantısının en
temel sorunlarından biri de medeniyet ve kültürel farklılıklardır. Medeniyet,
“toplum hayatını doğuran ve toplum hayatının bütünlüğünü sağlayan birleştirici
bir inanç ve ahlak nizamı” kültür ise,
“medeniyet çerçevesi içinde toplum hayatı yaşayan insanların gerek doğa
içinde ve gerekse sosyal hayatta ortaya koydukları maddi ve manevi her türlü
ürün” dür. Bütün medeniyetler bu inanç
ve ahlak nizamıyla toplumu bütünüyle kuşatır. Üyelerinin ruhuna işler ve bu
şekilde toplumsal düzeni sağlarlar. O yüzden toplumlar mensup oldukları
medeniyeti kolay bir şekilde değiştiremezler. Zira medeniyetin değişmesi
toplumun yeni bir inanç ve ahlak nizamını benimsemesi anlamına gelir.
(Özakpınar, 1998: 109-112) Bu sebeple, Mehmet’in götürüldüğü seks partisinde yaşamış
olduğu şokun kökeninde medeniyet ve kültürel farklılar yatmaktadır diyebiliriz.
Tunç Okan, Otobüs filminde
yalnızca göç sorununu değinmemiş,
gelişmiş ülkelere az gelişmiş ülkelerden göçen insanların karşılaşabileceği
sorunlara da eleştirel bir bakış açısından dikkat çekmiştir. Nitekim otobüsün
dışına çıkan göçmenlerin karşılaştıkları İsveçlilerce hor görülmeleri, alay
edilip, aşağılanmaları, onlarla iletişimden kaçınmaları, gelişmiş ülke
insanının az gelişmiş ülke insanına karşı acımasız tutumuna sembolikte olsa
politik göndermeler içermektedir. Dış görünümleri, tavırları ve ürkek
bakışlarıyla yabancı oldukları her hallerinden anlaşılan işçiler, yerli halk
tarafından ürkütücü bulunur. Örneğin, gün boyu otobüste kalan ve gece olunca sadece
ihtiyaçları gereği dışarıya çıkan göçmenler polisle karşılaştıklarında polisin
yaptığı ilk şey onlardan şüphelenerek pasaport sormak olur. Polisten kaçış
esnasında yolunu kaybeden işçilerden biri, köpeğini gezdiren bir İsveçliye çaresizce
kendi anadilinde “gardaş otobüs nerede” diye sorar. Yabancının tavrından ürken
İsveçli, köpeğini alarak oradan kaçar. Otobüsün içine hapsolan, gece karanlığında yiyecek
bulmak için otobüsten dışarıya çıkan göçmenler hiçbir şeyden habersiz yiyecek
arayışındayken kendilerine kurulan tuzağı fark etmezler. Göçmenlerin aç
olduklarını anlayan İsveçliler onların görebilecekleri yerlere plastik
yiyecekler koymuşlardır. Yiyecekleri gerçek sanan ve yemeye çalışan göçmenler
yiyeceklerin oyuncak olduğunu anladıklarında onları gizlice izleyenler ortaya
çıkar, göçmenlerle kahkahalar atarak dalga geçerler. Sabah otobüsün park ettiği
bölgeyi temizleyen temizlik görevlisi otobüsün plakasını görünce “Pis Yabancılar” der. Filmdeki
bu sahneler Avrupa’lının kendilerinden görmediği yabancılara karşı takındıkları
düşmanca tutumun, yabancılara olan nefretin, ön yargıların ve zihinlerinde
oluşturdukları olumsuz göçmen imajının göstergeleridir.
Film ilerledikçe
göçmenlerin dışında, dokuz göçmeni kaçak yollardan İsveç’e getiren ve onları
dolandırıp Almanya’ya giden Ahmet Tekin karakterinin de pasaport kontrolü
sırasında benzer durumlarla karşı karşıya kaldığı sahnelere tanık olunur. Havaalanında
Ahmet’in pasaportlarını kontrol eden memur onun yabancı olduğunu anlayınca
pasaportu uzun uzun inceler. Diğer yolculara nazik ve güleç davranan,
pasaportlarını kontrol etmeye bile gerek görmeyen memurun davranış biçimi yabancılar
karşısında birdenbire değişkenlik gösterir. Aynı durum bagaj kontrol noktasında
bekleyen polisin davranışlarında da tekrarlanır. Almanya’ya giriş yapan diğer
yolculardan çantalarını açmalarını istemeyen polis memuru Ahmet’ten çantasını
açmasını ister. Çantadaki yüklü miktarda paradan şüphelenen polis Ahmet’ten soyunmasını
ister. Ahmet çırılçıplak soyundurulur. Elbiseleri polisler tarafından tek tek
incelenir. Ahmet, kaçakçı olabileceği şüphesiyle makatına kadar aranır. İnsanlık
dışı kontrollerden geçirilir. Almanya’da çekilen bu sahneler Almanların
yabancılara yönelik tutumlarında İsveçlilerden farklı düşünmediğini göstermek
içindir. Yönetmen göçmenlere yönelik ön yargıları ve nefreti içeren sahne
çekimleriyle Avrupa’nın kendinden olmayanı ötekileştiren tavrına işaret eder.
Filmde sanayileşen,
teknolojinin, bilimin, tüketimin sürekli gelişme kaydettiği Avrupa ile ekmek
parası uğruna dilini, örfünü, âdetini bilmedikleri bir şehre sırf daha iyi
yaşam koşulları elde etmek için kaçak yollardan giriş yapan göçmenlerin kendi
memleketleri arasındaki farklılıklar çeşitli objeler aracılığıyla ve
zıtlıklarla kıyaslanarak gösterilir. Son model araçlara karşı kırık dökük eski model
otobüs imgesi bu zıtlıkların en belirgin olanıdır. Göçmenlerin yürüyen
merdivene tersinden binmeleri, vitrinlerde gördükleri afişlere, cansız, çıplak
mankenlere şaşkınlıkla bakmaları, otobüsün dışında akıp giden gündelik hayatı,
sokak konserlerini biraz hayret, biraz tedirgin gözlerle izlemeleri gibi
unsurlar her iki toplum arasındaki medeniyet ve kültür farkının bireylerden toplumun
geneline yansıması şeklinde yorumlanabilir. Jean Jack Rousseau 1750 yılında
Dijon Akademisinde yaptığı konuşmada medeniyetin insanı özgürleştirecek yerde
kendi ürünleri olan bilim, edebiyat ve sanatla daha da köleleştirdiğini iddia
etmişti. Ona göre medeniyetin gücü siyasi erkten çok daha üstündür. Zira bilim
ve sanat toplumu bağlayan zincirleri çiçeklerle örter. “Medeni bir millet
olarak onun kendi köleliğini içselleştirmesini sağlar.” (Rousseau, 1997:13)
Vedat Türkali ise filme
yönelik yaptığı değerlendirmede “İlk
karşılaştığı apayrı bir dünyanın ileri tekniği, şaşırtıcı konforu ile
çarpılıveren saf insanın güldürücü tepkileri, çevreye uyumsuzluğu,
yabancılaşması doğaldır. Bu doğal şaşkınlığı yaşayan insanlara en küçük
insancıl bir ilgi göstermeyen, bencil, tüketici, kendine dönük, soğuk,
sağlıksız insan tipi doğal değildir” tespitinde bulunur. (Milliyet Sanat Dergisi,
1977, S.256, s.8)
Film, otobüsün yasak alanda
park edilmesinden ötürü polislerce çektirilmesi, otobüsün kapılarının çekiçle
kırılarak açılması, otobüsten içeri giren polislerin yedi ürkek, şaşkın, bitkin
insan suretiyle karşılaşması ve kaçak göçmenlerin yetkili polis merkezine götürülmesiyle
sona erer. Göçmenlerin otobüsten indirilmeleri esnasında otobüse inen her bir
balyoz darbesi, otobüsün yıkılan görüntüleri kaçak göçmenlerin hayallerinin ve
umutlarının tükenişini simgeler.
Film boyunca diyaloglar
yerine vücut dilini ön plana çıkaran Tunç Okan, göçmenlerin yüz hatlarından,
sergiledikleri ayrıksı tavır ve davranış biçimlerinden yola çıkarak onların
nasıl bir ruh hali içinde bulunduğunu sinemanın görüntülerle öykü anlatabilme
tekniğinden de faydalanarak ve sessizliği sinemanın görüntü diline aktararak
anlatmıştır. Çünkü sinemada olayların,
görüntülerin tanığı kameradır. Yönetmen kameranın tanıklığını ışığa, kurguya,
oyunculuğa, müziğe ve daha bunun gibi pek çok faktöre bağlı çok bileşenli bir
anlatım biçimini tercih ederek izleyiciye sunar. Başka bir deyişle yönetmen,
kamera ile bir gözbağı yaratarak, izleyiciye kameranın bakış açısını kendi
bakışı gibi gösterir ki Tunç Okan sinema sanatını Otobüs filminde Jean Claude Carriere’in ifade ettiği gibi “izleyiciyi
yöneten ve yönlendiren; izleyiciyle neredeyse oynayan, aynı zamanda da
inandırıp, ikna eden, kandıran” bir sanat haline dönüştürmüştür. (Carriere, 2000:88)
Çekildiği dönemde
Türkiye’de gösterimi sansürlenerek yasaklanan Otobüs’ün yönetmeni Tunç Okan,
filme yönelik yapılan ağır eleştiri ve propagandalar karşısında şöyle bir
açıklama getirir: “Başlangıçtan beri yapmak
istediğim bir çatışmayı, bir büyük uyumsuzluğu, aykırılığı ortaya koymaktı.
Tekniğiyle, aşırı gelişmiş tüketim toplumuyla az gelişmiş toplumun insanlarını
karşı karşıya getirmekti. Bunların birbirleriyle olan kendi içlerindeki
çelişkiyi, aralarındaki korkunç çatışmayı vurgulamak istedim. Yoksa amacım
sansürün ve bazı aydınlarımızın iddia ettiği gibi, ne Türk işçisini, ne Türk
insanını küçük düşürmek değildi. Filmdeki işçiler Türk değil, herhangi bir
azgelişmiş toplumun insanları olabilirdi. Türk olmaları bir rastlantıdır.
İtalyan ya da İspanyol olsalardı, film bildirisinden bir şey kaybetmeyecekti.” (Milliyet Sanat Dergisi,
1977, S.256, s.7)
André Bazin “şüphesiz
her sanat, sanatçının söyleyebilecek bir şeyi olduğu ve bunu bir araçla
söylediği ölçüde, kendine göre bir dildir. Filmi basit bir canlı fotoğraf
olmaktan ayıran şey’de nihayet bir dildir” der. (Bazin, 1966:19) Tunç Okan ilk
yönetmenlik deneyimini sergilediği “Otobüs” filminde kısıtlı bütçeye rağmen
kendi sinema dilini oluşturmayı, ses getiren bir yapıma imza atmayı
başarmıştır.
Nazmiye Arısoylu
Ayna İnsan Dergisi, Nisan,Mayıs,Haziran 2016 Sayı:18
Ayna İnsan Dergisi, Nisan,Mayıs,Haziran 2016 Sayı:18
Kaynaklar
1-Yılmaz Özakpınar, Kültür Ve
Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötüken Yayınları, 1998
2- J.J.Rousseau, İlimler Ve Sanatlar Hakkında Nutuk, Çeviri: Sabahattin
Eyüboğlu, M.E.B Yayınları, 1997
3-Vedat Türkali, Milliyet Sanat
Dergisi 256.sayı, 1977
4- Jean Claude Carriere, Sinemanın
Gizli Dili, Çeviri: Simten Gündeş, Der Yayınları, 2000
5-Tunç Okan, Milliyet Sanat Dergisi 256.sayı, 1977
6- André Bazin, Çağdaş Sinemanın
Sorunları, Çeviri: Nijat Özön, Bilgi Yayınları, 1966
Etiketler:
André Bazin,
Aylan Kürdi,
Ayna İnsan 18.sayı,
göç,
Otobüs,
Tunç Okan,
Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ünde Göç Ve Göçmen Olgusu,
Vedat Türkali,
Yılmaz Özakpınar
29 Ağustos 2016 Pazartesi
Cennet Zamanı/ Öykü
“Kuş ölür, sen
uçuşu hatırla…”
Füruğ Ferruhzad
Ben her zamanki yerime oturdum. Sallanan ahşap koltuğa. Seninle
dertleşmeye geldim yine. Şömineyi az evvel yaktım. Perdeleri araladım hafifçe.
Koltukların örtüsüne dokunmadım, koruyucu kılıfları çıkarmaya üşendiğim için
öylece bıraktım. Gözüm duvarlarda. “Kainatın
Işığı” astığın yerde duruyor.
Çocukların ve bizim siyah beyaz fotoğraflarımıza hazan uğramış. Belli ki saksıdaki
çiçekler gibi onlar da çoktan sararıp solmuşlar. Dört kollu ferforje aplikteki
mumlar zamana karşı direniyor. Biri onları yakmadıkça erimeye hiç niyetleri yok
anlaşılan. İskambil kâğıtları masada karmaşık bir fal gibi dağınık hâlde
kalmış. Kazak ördüğün tığlara ilişiyor gözlerim. Kırmızı şişleri çekmeceye
kaldırmayı unutmuşsun. Şişlerin kime ne zararı var? Boşver, dursun durabildiği
kadar. Bak şişleri görmüşken söylemeden geçemeyeceğim. Biliyor musun? Birkaç
yıl önce ördüğün gece mavisi yün hırkayı zevkle giyiniyorum; giyindikçe
ellerini yüreğimde hissediyorum hâlâ.
İtiraf etmeliyim. Seninle geçirdiğim yıllar ömrüme verilmiş en değerli armağandı. Her konuda becerikliydin. Eli uz, gönlü bol, tuttuğunu koparan kadınların soyundan geliyordun. Ben ise beceriksizin tekiydim. Öyle de kaldım. Düşünsene kravatlarımı bile sana bağlatıyordum, hem de yaşımdan başımdan hiç utanıp sıkılmadan.
Fotoğraf çekmek için geldiğim bir düğünde tanışmıştık. Sürekli seni görüntülediğim için “deli çocuk” demiştin bana. Sonra o deli çocukla ömrünü tükettin de, sesini yükseltip bir kere bile “of” demedin. İstemeden seni kırdığım, sustuğum, içime kapandığım, gizli gizli ağlama nöbetleri geçirdiğim, kendimden, her şeyden uzaklaşmak istediğim günler oldu. Vicdanlıydın. Sabırlı ve merhametli. Kusurlarımı örter, hatalarımı bağışlardın. Verdiğin her kararda vicdanının sesini dinlemeye özen gösterirdin mutlaka.
Mutlu muyduk? Sen kararlarınla, yaşadıklarınla, bana
rağmen, benimle olmaktan mutluydun. Ben… Ben galiba mutlu görünmeye çalıştım.
Yüzümdeki mutluluk maskesiyle gezdim durdum yıllarca. Yoo, yoo. Lütfen yanlış
anlama. Seni sevdim. Seninle birlikte soluk aldığım her ândan keyif aldım. Seni
hâlâ o “deli çocuk” gibi seviyorum, sevmeye de devam edeceğim elbette. Dünya’ya
bin defa gelsem yine seninle birlikte olmak, ömrümü seninle geçirmek isterim.
Bunlar bildiğin şeyler zaten. Fakat bilmediğin şeyler de var. Şaşırdın mı? Tâ
çocukluk dönemimden itibaren saklamak zorunda kaldığım, anımsadıkça utanç ve
korku duyduğum bir sırrım vardı benim. Cesaretimi toplayıp bir türlü
anlatamadım sana. Bu öyle bir sırdı ki kötü huylu ur gibi içimde sürekli
büyüyor, büyüdükçe vicdanımı, ruhumu kanatıp korkutuyor, beni korkularımla
yüzleşmekten koparıyordu. İyileşmesi olanaksızdı. Tedavisi yoktu bu urun. Hem,
pedofilik bir komşunun, küçük bir çocuğun teninde bıraktığı ve o küçük çocuğun
son nefesine kadar ruhunda taşımak zorunda kalacağı çirkin izleri hafızadan silip
atacak bir ilaç, bir yöntem yeryüzünde henüz geliştirilmiş değildi.
Ağlama nöbetlerim esnasında güzel, neş'eli günleri
anımsamak istiyordum buluğ çağımdan. Kuytulara çekilip maziyi yokluyordum sık
sık. Sisler içinden geçerek el yordamıyla çocukluğumun masum avlusuna
varıyordum gizlice. Orada, bir yelpaze gibi açıldığını görüyordum ruhumun.
Rahatlıyordum. Kalmakla gitmek arasında bir yerlerde benimle saklambaç
oynuyordu zaman. Kendime yaklaştıkça konfeti yağmuru gibi güvercin tüyleri
dökülüyordu dört bir yanımdan. Uzaklaştıkça, sanki biçim değiştiriyordu anılar.
Ve ben sobelendiğim her oyunda yüreğime kıymık gibi batan, acıtan ne varsa
onları birer ikişer bulup çıkarıyordum zamanın koynundan.
Bahçemizde şurup gülleri açardı çok eskiden. Yasak meyveydi
bizim için güller. Asla koparamazdık. O zamanlar balkonumuzda sardunyalar,
fesleğenler olurdu ve bir de dutların gölgesinde oturan basma entarili
kızlar. Güneş tepeden vururdu. Ben kitap okurdum, kerpiç odaların serinliğinde
hiç bıkmadan. Gökyüzü toplardım, sevindirik
olurdum kelimelerin büyüsünden. Akşama doğru avluyu geçer, sokağa
çıkardım yayından fırlamış ok gibi. Sonra kocalarını bekleyen kadınlar doldururdu
evlerin önünü. Sokak boydan boya gül kokardı ve çiçekli eteklerden yayılan o
kokuların ergenliğin kandilini yaktığını hissedince utanır, çekinirdim gövdeme
yürüyen suların ateşinden.
Sonra zaman sabitlenir, geçmişin içi boşalır ve birdenbire
kötü huylu urun ruhuma yerleştiği bodrum katına varırdım. O ân, boğazıma
dayanmış bıçağın ışıltısı parıldar, soluğu leş gibi kokan bir adamın kâbusa
dönüşen sûreti, unutmaya çalıştığım kara delikten çıkıp yerleşirdi belleğimin
perdesine ve “sobe” derdi, sinsice. “Sobe!”
Üzülme! Tamam, sustum. Daha fazla anlatmayayım. Böyle işte.
Sanırım bütün huysuzluklarımın sebebini anladın. Biliyorum, yanımda olsaydın
gözümdeki yaşlara dayanamaz, başımı hemen göğsüne yaslardın. Birlikte ağlardık.
Avuturduk birbirimizi. Ama yoksun ve fotoğraflarına bakarak seninle konuşmak avutmuyor
artık beni.
Şömineyi yakmadan önce aynaya bakmıştım. Epey zaman olmuştu
aynaya bakmayalı. İhtiyaç hissetmemiştim galiba. Tunçtan yapılmış bir heykel
gibi karşısında durduğum aynayı ruhuma benzetmiştim o ânda. Tozlanmış, yüzeyi
örümcek ağlarıyla kaplanmıştı çünkü. Kalkıp cebimden çıkardığım kâğıt mendille
üzerine biriken tozları sildim gayri ihtiyarî. Şömineye birkaç odun daha attım
şimdi. Bilirsin oldum olası sevmem böyle sisli ve bulanık havaları. Üşümüştüm.
Gördüğün gibi yüklükten çıkardığım battaniyeye bir sevgiliye sarılır gibi sarıldım.
Ondan başka sarılacağım ne kaldı ki zaten?
Seninle konuşurken bir yandan demlediğim çayı yudumluyorum
ağır ağır. Çay yerine güneşi yudumlayabilseydim içimdeki buzullar eriyecekti muhtemelen.
Kalkıp pencere kenarına, kerevete oturup göğe bakmak istiyordum fakat
vazgeçtim. Sessizlik iyidir. Sessizlik insan ruhunun duyabileceği en görkemli
müziktir. Şöminede tutuşan odunların çıtırdayan sesine kulak kabartmak,
sessizliğin ortasında uğuldayan rüzgârı dinlemek, bu ıssız mekânda seninle
arada bir dertleşmek göğe bakmaktan daha cazip geliyor bana.
Senden sonraki yaşamıma baktığımda yapay solunum cihazına
bağlı bir hastanın beyin ölümünü gösteren düz, dümdüz çizgiyi görüyorum. O
çizgiyi değiştirebilecek, başka bir boyuta, başka bir zamana taşıyacak gücümün
olmadığını da. Çünkü zaman kendi alıp verdiği soluğun içinde eriyordu;
insan, çağın vebası yalnızlığın pençesinde. Zaman göç
zamanıydı. Göçebe yaşamaksa zamanın hiç değişmeyecek ruhuydu belki de.
Cennet’im… Gelirken kuş sürülerini izlediğimi söyledim mi? Kuşlar
güneye uçuyordu. Eh. Benim de kuşlar gibi uçma vaktim yakındır herhâlde.
Nerden mi biliyorum. Tozlarını sildiğim aynaya bakınca, zamanın uçtuğunu gördüm
ağaran saçlarımda.
Fatih Yavuz Çiçek
Mavi Yeşil Dergisi, Temmuz Ağustos 2016, Sayı:100
Etiketler:
ağlama nöbetleri,
Cennet Zamanı,
Erimeyen buzullar,
Fatih Yavuz Çiçek Öyküleri,
Görsel Fotoğraf:Axl Hugo,
kainatın ışığı,
Mavi Yeşil Dergisi,
Öykü,
pedofili
14 Ağustos 2016 Pazar
son satır
Her acı, bir diğerine uzaklığıyla oyalar kendini
artık herkesi utandıracak yaştasın
sana hak veriyorum: Bir hayat kurmalısın kendine…
Göğün eksik yerleri artık başka renk
kimse değilse bizden çalan o dalı
kimse değilse düşman, kaçmaya bak sen
dermiş devşirmiş yükünü piyanosunda akşam
ilk tuşunda -ilk adımda- o yorgun hayal gücü
tanıyamaz ki, yok yere arayıp dursun
kendiyle savaşıp, geçsin bir sokak ötemden
göremez ki, hiçbir ağaç bilmez, ama sen osun
‘bir hayat kurmalısın kendine…’
peki, yardım et çirkinleşmemesine sözün
acı tembel özrüdür, azarla beni kendimi tuttum
Diyorum ki
bir kırlangıçtır gelen bakarsın, görmüş göreceğini
yazgısını benden ayırmaya kararlı
sadeliği o büyük oyunların kaçmaz gözünden
eskidenmiş bıraktığı yerden sürdürür her aşk
bir diğerine yakınlığıyla oyalarmış kendini
sırtını döndüğün an, biri söyler bakarsın
leşler üzerinde tasarruf hakkı kimin
söyleme ‘gerçek mutluluk yalnızlık ister’ biliyorum
kırlangıç sensin, sen bir kırlangıç değilsin
artık herkesi utandıracak yaştasın
herkes sana hak veriyor: Bir hayat kurmalısın kendine…
Necmi Zekâ
artık herkesi utandıracak yaştasın
sana hak veriyorum: Bir hayat kurmalısın kendine…
Göğün eksik yerleri artık başka renk
kimse değilse bizden çalan o dalı
kimse değilse düşman, kaçmaya bak sen
dermiş devşirmiş yükünü piyanosunda akşam
ilk tuşunda -ilk adımda- o yorgun hayal gücü
tanıyamaz ki, yok yere arayıp dursun
kendiyle savaşıp, geçsin bir sokak ötemden
göremez ki, hiçbir ağaç bilmez, ama sen osun
‘bir hayat kurmalısın kendine…’
peki, yardım et çirkinleşmemesine sözün
acı tembel özrüdür, azarla beni kendimi tuttum
Diyorum ki
bir kırlangıçtır gelen bakarsın, görmüş göreceğini
yazgısını benden ayırmaya kararlı
sadeliği o büyük oyunların kaçmaz gözünden
eskidenmiş bıraktığı yerden sürdürür her aşk
bir diğerine yakınlığıyla oyalarmış kendini
sırtını döndüğün an, biri söyler bakarsın
leşler üzerinde tasarruf hakkı kimin
söyleme ‘gerçek mutluluk yalnızlık ister’ biliyorum
kırlangıç sensin, sen bir kırlangıç değilsin
artık herkesi utandıracak yaştasın
herkes sana hak veriyor: Bir hayat kurmalısın kendine…
Necmi Zekâ
13 Ağustos 2016 Cumartesi
Geçmiş, iyi günler...
Etiketler:
Gezinti,
Görsel Fotoğraf:Charlie Henry,
Robert Walser
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)