"Biz düşlerden koptuk da geldik"
Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat
27 Aralık 2019 Cuma
19 Aralık 2019 Perşembe
derin ve duru
"hatırla insan hatırlar" Emrah Altınok
zülüfünde
yabanıl kuşların büyüsü var
dağların kokusu
ormanların gümbürtüsü var
dağların kokusu
ormanların gümbürtüsü var
bütün bunlar doğallık mı, estetik mi?
yok, ikisinin ortası diyeceğim amma
ardından hangi söze bağlanır ki bir gülüşün coğrafyası
belki tanrısallık
evet tanrısallık
evet tanrısallık
giz içinde giz
oyun içinde oyun
oyun içinde oyun
orada gözlerindeki uçuruma düştüğüm cazibe
teslim
olmak nedir
unutmak
nedir bilmediğim,
körebe
körebe
bilmek hatırlamaktır, her şeyi hatırlıyorum
nutkum
tutulmuş hâlde güzün ortasındayız
önümüz çöl
aramızda unutuşun kör kuyuları
aramızda dicle, fırat
yeditepe istanbul
aramızda gordon pym'in öyküsü
fersah fersah denizler, kalyonların
gürültüsü
orta yerde narcissusun aynaları
kaybolmuş, gücenmiş ve incinmiş sevdalar
yaşamak baştan ayağa lime lime
dökülürken
sorarım
yasak meyve kimin umrunda
ve hangimizin koynunda hakikatin pusulası var
yok
yüzümü yüzüne sürecek ikincil yüzüm yok
ateşe dokunacak gücüm yok
âh derin ve duru yakınlık
aramızda bunca kadim sınır varken
yine de bir umut
içimde kuş gibi ürperme
içimde kuş gibi ürperme
öpeyim geçsin demek geliyor can-ı gönülden
öpeyim geçsin
iyileşsin bizi yaralayan incinme
h@nna m.
Etiketler:
bilmek hatırlamaktır,
derin ve küçük,
duru yakınlık,
feryal deyince,
gülüşün coğrafyası,
hakikatin pusulası,
kadim sınırlar,
sakura mevsimi,
Şiir,
unutuşun kör kuyuları
16 Aralık 2019 Pazartesi
unutulmaz
"Unutma bana ve tüm yeryüzüne/Yepyeni sevinçler vereceksin"
Onat Kutlar
14 Aralık 2019 Cumartesi
Parlez-moi d'amour
"Tek bir kişiyi özlersiniz ve her yer ıssız gelir"
Lamartine
Etiketler:
bana aşktan söz et,
dalida,
lamartine,
Parlez-moi d'amour
7 Aralık 2019 Cumartesi
unutulanları hatırlama faslı
Ayışığı dar sokaklardan, tarihi yapıların
arasından sızarak küçük meydanı aydınlatmış, gece koyu lacivert bir harmani
gibi şehrin bütün kusurlarını örtmüştü sanki. Şehrin Oteller Sokağında yürüyen
adam paltosunun cebindeki zarfı çıkardı. Zarfın içindeki davetiyede belirtilen
adresi yeniden okumak gereğini hissetti. “Belleğim giderek zayıflıyor galiba”
diye söylendi. Adrese baktı. “Güvenç Otel. No: 45” Başını çevirip sokağın
ilerisini inceledi. Yanıp sönen ışıklı levhada otelin ismini gördü. Doğru
yerdeydi.
Sokaklarında yürüdüğü semtin yıllardır
değişmeyen/değiştirilemeyen iki yüzü vardı. Biri Ay’ın görünmeyen yüzü gibi
karanlık ve gizemliydi, diğeri ışıl ışıl görünüşüne bakılarak imrenilen
Şanzelize’den farksızdı. Semtin
kuzeyinde tinerciler, uyuşturucu müptelaları, hırsızlar, sokak çeteleri ve akla
gelebilecek her türlü pislik kol geziyordu. Terkedilmiş evlerde, yıkılmaya yüz
tutmuş ahşap, kâgir yapılarda farelerinkine benzeyen bir yaşam hâkimdi.
Buralarda hele ki geç saatlerde tek başına yürümek cesaret kadar körüklü bir
yürek de isterdi. Güneyde kalan İstikbal Caddesinde ise kaldırımlar dâhil her
yer, her mekân ışıl ışıldı. Lüks butikler, alışveriş merkezleri, sinemalar,
kafeteryalar, oteller, tek bir metrekare bile boşluk bırakmadan büyüyen
sarmaşıklar gibi İstikbal’in her tarafını sarıp sarmalamıştı.
Adam mezun olduğu üniversitenin "Yetmiş
Kuşağı Derneği" ile birlikte organize ettiği “Otuzuncu Yıl Balosu”na gelmişti.
“İnsan, yaşamın güzelliğini kendi kanatlarıyla uçmaya başladığı zaman daha
fazla idrak ediyor” diye düşünerek, okuldan mezun olduğu dönemi anımsadı.
Mezuniyetinden hemen sonra kazandığı bursla yurtdışına gitmişti. Hem çalıştığı,
hem de yüksek lisansını tamamladığı Paris’e yerleşmiş, orada evlenmiş,
çocukları olmuş, onları büyütmüş, iki oğlunun ikisi de eğitimlerini
tamamladıkları Londra’da yaşamayı tercih edince çocuklarının kendi kanatlarıyla
uçmaya başlamalarına sevinmiş, kanser tedavisi gören eşini kaybetmenin
üzüntüsüyle dağılıp yıkılmıştı. İçindeki dağınıklığı ne yaparsa yapsın
toparlayamayacağını anlayınca da yeniden ata yurduna dönmüştü.
Altmış yaşını devirmeye birkaç yılı
kalmışken döndüğü baba ocağında basit yaşamaya özen gösteriyordu. Yaşlılık
dağının eteklerinde basit yaşayan bir erkeğin ilgisini ne çeker?Ona göre basit yaşayan birinin ilgisini elbette basit
şeyler, basit bir yaşam tarzı çekerdi. Yalnız yaşayan biri olarak
kalabalıklardan haz almıyor, çevresinde tıpkı kendisi gibi yalnız yaşamaya
alışkın insanları arıyordu. Baloya bu yüzden gelmişti. Davetiyeyi aldığı gün
“belki okul arkadaşlarımdan benim gibi inzivaya çekilmiş birkaçına rastlar,
onlarla dertleşme fırsatı bulurum” fikrini geçirmişti aklından.
“Kısmet” diyerek otele girdi. Görevlilere
davetiyesini gösterdikten sonra asansörle en üst kata çıkıp otelin çatı
katındaki geniş salonun girişinde bulunan vestiyere paltosunu bıraktı. Koridor
boyunca ilerleyip salona geçti. Ömrü boyunca tertipli düzenli olmayı
önemsemişti. Randevularına, yılsonu partilerine, meslek gruplarının organize
ettiği iş toplantılarına hep belirtilen zamandan beş on dakika önce varmıştı
ama bugün gecikmişti. Kürsüde konuşmalar yapılıyordu. Sessizce bir kenara
çekildi. Bir yandan klasik açılış konuşmalarını dinler gibi yaparken diğer
yandan da gözleriyle etrafı süzdü. Belli ki yıllar insanların çehresindeki
güneşi eskitmişti. Baktığı yüzlerde ne tanıdık bir iz, ne de ortamdaki
yabancılaşmanın şifresini çözecek bir işaret göremedi. Sadece konuşmacının
beden dili, mimikleri ve söylemlerini tanıdık bulmuştu. Gülümsedi. “Zahir”
dedi. “Geçmişte, üniversitenin öğrenci konseyinden aşina olduğu Zahir olmalıydı
bu konuşan.” Hani şu tembel fakat siyasi zekasıyla herkesi şaşırtan, ondan
bundan sürekli kopya isteyerek sınıfları geçen “Lümpen Zahir.”
“Bireysel aklın özgürleştiği ve
örgütlendiği toplumda saltıkçı devlet yönetimine özenen hiçbir düşünce iktidar
olamaz. Yetmiş Kuşağı Derneğinin başkanı olarak bu organizasyona emeği
geçenlere, otuzuncu yıl mezunları için düzenlediğimiz dayanışma balomuza
katılan, bize destek veren bütün
arkadaşlarıma teşekkür ediyorum” diye bitirdi konuşmasını Zahir. Alkışlar
eşliğinde indi kürsüden. Yetmişli yılların popüler şarkısı “kimler geldi/kimler
geçti”nin melodisi geniş salonu doldurdu kesilen alkışların arkasından.
Balo programında “Unutulanları Hatırlama
Faslı” diye bir bölüm dikkatini çekmişti. Öyle ya; unutulduğunu hissetmek,
unutulmayı hak etmeyen insanları hüzünlendirir. Birçok kişi bu tür ortamlara
çağrılmaktan, önemsenmekten mutlu olur zaten. Hem böyle bir baloda, geceden
sabaha kadar süren zahmetli bir yolculuk sonrası erişilen ve içine girilmeden,
hatırlanmadan, kıyısından geçilip gidilen antik şehir gibi tek başına kalakalmayı
kim isterdi ki?
“Kimse istemez” dedi içinden. Fakat
geldiğinden beri ortama “Fransız Kalmak” duygusu naftalin kokusu gibi tâ içine
kadar işlemişti sanki ve adam o kokuyu ne yaparsa yapsın çıkaramıyordu
ruhundan. Tam altında durduğu floresan lambanın çıkardığı “bızzzzz” sesinden de
rahatsız olmuştu. Avlanmak istemeyen ürkek bir ceylan gibi içine girdiği
kalabalıktan uzaklaşmak istiyordu ama nereye, kime gidecekti? İnsan her şeyden
uzaklaşmak istediğinde saklanabileceği dünyayı önceden kurup hazır etmeliydi ki
yola koyulduğunda rotasını şaşırmasın. “Benim dünyam yaşadığım çatı katı.
Sardunyalarım, kedilerim ve kitaplarım. Buraya hiç gelmemeliydim” dedi.
Yarısını içtiği limonlu soda bardağını
masaya bırakıp salondan çıktı. Vestiyerden paltosunu aldı. Geriye döndüğünde,
baloya geldiği ândan itibaren aradığı o tanıdık izle sürpriz bir şekilde çarpışarak
burun buruna geldi. Bazen, nadiren de olsa, iç ağrılarının yaşamın güzelliğini anımsatan,
damarlarındaki kanı fıkır fıkır kaynatan bir uyarıcıya dönüştüğüne tanık
olurdu. Şimdi yaşadığı o sıkıntılı ânın, hiç ummadığı bir zamanda öyle bir
uyarıcıya dönüştüğünü keyiflenerek duyumsadı. Sevinçle: “Gülden! Bu ne güzel
tesadüf” dedi.
Gülden’le sarılıp, yanak yanağa öpüştüler.
Otelden birlikte çıkıp yürüyerek ana caddeye çıktılar. Bir pastanede oturdular.
Gülden, fakültede en çok sevdiği kız arkadaşlarından biriydi. Okul biter bitmez
de evlenmişti. Önce eskilerden, okul yıllarından konuştular sonra şimdiki
zamandan, mevcut hâllerinden. Adam, önce sevgili eşi Miriam’ı anlattı. Onunla
nasıl tanıştığını... Nasıl âşık olduğunu… Evliliklerini… Çocuklarını… Kanser
tedavisi süresince yaşadıklarını… Miriam’ı kaybetmenin acısıyla iç dünyasının nasıl
dağıldığını ve bir daha ne yaparsa yapsın toparlanamadığını…
Sözlerini bitirince sustu. “Hayat bizden hep bir adım önde. Acılar da öyle. Bizse hep hayatı ve acıları kovaladık, kovalamaya devam
ediyoruz. Çünkü hayatın önüne, acıların önüne nasıl geçilir bilmiyoruz. Bizim
kuşağımızın asıl sorunu budur belki de” diye sessizliği bozdu Gülden. “Benim
yaşadıklarımda en az seninkiler kadar acı” dedi. Gülden kendi yaşamını
anlattıkça, adam acının dikenli yollarının bütün yüreklerde hep aynı çıkmaza
evrildiğini bir kez daha anladı. “Şu hayatta kim, istediği yaşamı, istediği
insanla sonsuza değin sürdürme hakkına sahip olmuş ki, biz sahip olalım” dedi.
Uzanıp Gülden’in elini tuttu. Gülden
evlendikten sonra çocuğunun olmadığını, bütün tedavi yöntemlerini denemelerine
rağmen hiçbir sonuç alamadıklarını söylerken gözleri buğulanmıştı. “Affedersin”
dedi Gülden. Mendilini çıkarıp gözlerini sildi. Derin bir nefes aldı. “Sorun
bendeydi. Eşim evlatlık edinmek istemiyor, soyunu sürdürecek öz evlat hasretiyle
yanıp tutuşuyordu. Her akşam çocuk
meselesini tartışır olmuştuk. Çözümsüzlük evliliğimi çamura bulanmış bir kartopu
gibi yuvarlaya yuvarlaya kin ve nefret çukuruna doğru sürüklüyordu. Oraya
düşersek tuzla buz olup dağılacak ve düştüğümüz dipten belki de hiç
kurtulamayacaktık. Onun uzlaşmaz hâlleri aramızda kapanması güç mesafeleri
büyütünce uzatmadım seçimimi yaptım. Ayrıldık. Uzun süre annemle birlikte
yaşadım. Annemin vefatından sonra ise kendi sularımın derinliğinde bir istiridye gibi
yaşamaya alıştım” diyerek bitirdi konuşmasını.
Adam: “Sonuç ne olursa olsun, hayatın
kusurları ve acıları üstümüze dökülmüş ekmek kırıntıları gibi kolayca silkelenip atılamıyor. Şairin dediği gibi "hayat bir saat gibi kurulamıyor”
dedi. Saatine baktı. “Geç olmuş. Hadi seni evine kadar bırakayım.”
Hesabı ödeyip kalktılar. Gülden: “Evim
yakın. Gümüşdere’de, annemden kalan dairede oturuyorum.” dedi. Dışarıda ayışığı
çekilmiş, yağmur başlamıştı. İkisinde de şemsiye yoktu. Tekrar pastaneye
döndüler. Adam: “Bu güzleğin ortasında zamandan iyi şemsiye mi bulacağız”
deyince Gülden’le göz göze bakışıp gülüştüler. Yağmur hızlanmıştı. Bir ışık
çakımı, dar sokaklardan, tarihi yapıların arasından sızarak etrafı aydınlattı.
Işık çakımının ardından duyulan şimşek gürültüsünün patlayan sesiyle birlikte
bulundukları yerin elektriği kesildi. İstikbal Caddesi karanlığa gömülmüştü.
Gece ipekli bir harmani gibi şehrin bütün kusurlarını örtüyordu. Adam ve Gülden
üşümüş, karanlıktan korkmuş kediler gibi birbirlerine biraz daha sokuldular.
h@nna m.
Etiketler:
ağır ağır eskiyenler,
Hanna Matsuri,
ışıltılı caddeler,
kediler,
Kitaplar,
Öyküler,
Sardunyalar,
Unutulan Hatırlama Faslı,
yalnızlığın güzel yanları
30 Kasım 2019 Cumartesi
tutkulu bir çiçeğin duası
"alnında bir yer var
kullanılmamış bir yalnızlık
sanki durmadan bir çiçeğin kenarını anlatıyor bana"
Seyyidhan Kömürcü, Dünya Lekesi, syf.38
"Bir tutkuya ihtiyacım vardı, yarattım. Ama tutku acıya götürüyor insanı ya da acıyı insana getiriyor. İnsanın acısı tutkusundan mı doğuyor, tutkusu mu acısından bilmiyorum. Onu çok özlüyorum.
Ayfer Tunç, Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura, syf.11
27 Kasım 2019 Çarşamba
Şans Meleği
Gözlerini kıstı. Yerde sürünerek yaklaşan
gölgelere baktı. Gerilmişti. Gayri ihtiyari bir hamleyle elini tabancasına
götürdü. Bir fabrikada özel güvenlikçiydi uzun yıllardır. Silah kullanma
yetkisi de vardı. Gerektiğinde hiç çekinmezdi silah kullanmaktan. At, avrat,
silah kültürüyle büyümüştü çünkü. Gittiği eş dost düğünlerinde şan şöhret uğruna bir
şarjör mermi sıkmaya bayılırdı ama şimdi korkmuştu gölgelerden.
Önce yaşlılığa verdi korkusunu, sonra gölgelerden biri başını kaldırıp hırlayınca: “Hay aksi! Hırsız sandıydım. Köpekmiş meğer” dedi. Rahatlamıştı. Biraz evvelki gerginliğinden eser kalmamıştı üzerinde. Nöbet kulesinden dışarı çıkıp projektörün ışığını görüş açısını daha net aydınlatacak şekilde ayarlamaya çalıştı. Zifiri karanlığı ışığı emen ve emdikçe doymak nedir bilmeyen aç bir canavara benzetti.
İçeri girip döner koltuğa oturdu. Masanın üzerinde duran gazeteye uzandı. Büyük puntolu haberleri inceledi. Spor sayfasındaki tahminleri dikkate alarak küçük hacimli bir “iddaa” kuponu doldurdu hevesle. Arka sayfa güzelini uzun uzun süzdü. Bulmaca hastasıydı. Çengel bulmaca sayfasını özenle katlayıp gazeteyi biraz daha önüne çekti. Boynunda asılı duran yakın gözlüğünü takarak ilk soruyu okudu. “Bir Japon giysisi.” “Kimono” sözcüğünü yazdı ilk kutuya. “Tıp Dilinde Kuyruk Sokumu Kemiği.” Altı harfli. Bilmiyordu. Geçti. “Avrupa'da Bir Ülke.” Yedi harfli. Başını kaşıdı. “Almanya da olabilir, Belçika da.” Yazmadı. Diğer kutuya odaklandı. “Sanatta yöntem, akım.” Dört harfli. Gözünü kısıp düşündü. “Yok, çözülmeyecek, yahu amma da zor bulmaca hazırlamışlar” dedi öfkeyle. Gazeteyi masanın ortasına doğru savurdu.
Önce yaşlılığa verdi korkusunu, sonra gölgelerden biri başını kaldırıp hırlayınca: “Hay aksi! Hırsız sandıydım. Köpekmiş meğer” dedi. Rahatlamıştı. Biraz evvelki gerginliğinden eser kalmamıştı üzerinde. Nöbet kulesinden dışarı çıkıp projektörün ışığını görüş açısını daha net aydınlatacak şekilde ayarlamaya çalıştı. Zifiri karanlığı ışığı emen ve emdikçe doymak nedir bilmeyen aç bir canavara benzetti.
İçeri girip döner koltuğa oturdu. Masanın üzerinde duran gazeteye uzandı. Büyük puntolu haberleri inceledi. Spor sayfasındaki tahminleri dikkate alarak küçük hacimli bir “iddaa” kuponu doldurdu hevesle. Arka sayfa güzelini uzun uzun süzdü. Bulmaca hastasıydı. Çengel bulmaca sayfasını özenle katlayıp gazeteyi biraz daha önüne çekti. Boynunda asılı duran yakın gözlüğünü takarak ilk soruyu okudu. “Bir Japon giysisi.” “Kimono” sözcüğünü yazdı ilk kutuya. “Tıp Dilinde Kuyruk Sokumu Kemiği.” Altı harfli. Bilmiyordu. Geçti. “Avrupa'da Bir Ülke.” Yedi harfli. Başını kaşıdı. “Almanya da olabilir, Belçika da.” Yazmadı. Diğer kutuya odaklandı. “Sanatta yöntem, akım.” Dört harfli. Gözünü kısıp düşündü. “Yok, çözülmeyecek, yahu amma da zor bulmaca hazırlamışlar” dedi öfkeyle. Gazeteyi masanın ortasına doğru savurdu.
Kalktı. Görev başında yasak olmasına rağmen
dışarı çıkıp sigara yaktı. Nöbet kulesinin etrafında bir tur attı esneyerek.
Uykusu gelmişti. Saate baktı. Onikiyi geçiyordu. Yüzünü göğe çevirdi. Bir süre
öyle kaldı. “Bizimki de yaşamak mı? Ömrümüzü nöbet kulesinde çürüttük” diye
hayıflandı. İlk nöbet tuttuğu günleri düşündü. Karşı köyde oturan köylülerin
koyun ve keçileriyle uğraşmaktan bıkmıştı o yıllarda. Köylüler geceleri tel
çitleri kesiyor, gündüzleri çiti kestikleri yerden boş araziye bırakıyorlardı sürülerini. Fabrikanın etrafı beton duvarla çevrilince koyun, keçi peşinde
koşmaktan kurtulmuşlardı. Duvarın örülmediği günlerden birinde sık
böğürtlenlerin arasına kaçan bir tekeyi vardiya arkadaşlarıyla uzun süren
uğraşıdan sonra yakalamış, tekenin sahibine öfkelendiklerinden midir nedir o
hırsla kesip, öğle yemeğinde bir güzel pişirip yemişlerdi keçiyi. Akşam sürüsündeki eksiği
fark ederek keçisini soran köylüye yalan söylemiş, “görmedik” demişlerdi hep
bir ağızdan. Köylünün şikâyeti üzerine yapılan soruşturmayı yalan yanlış
ifadeler vererek atlatmışlardı. “Gençlik işte” dedi pişmanlıkla. “Cahillik.”
“Şimdi olsa yapar mıydım? Yapmazdım
elbette. İnsanı yanılgılarıyla yüzleştiren pişmanlıkları vardır. Keçi olayı
da, güvenlik elemanı olmak da benim pişmanlığım. Şu saatten sonra ne yapsam
nafile. Zamanı tersine akıtmam, işimi değiştirmem mümkün değil. Burada çakılıp
kaldım, şanssızlık işte şanssızlık” diye yakınarak elini salladı.
Tanrı ona seçme özgürlüğü verseydi içinde
bir şans meleği yaşatmasını isterdi. İhtiyacı olduğunda cin ya da peri gibi
çıksın ortaya. Ne söylerse anında yerine getirsin. Olacak şey miydi bu? Değildi
tabiî. Aklından geçenlere güldü. Onun hayâllerini gerçekleştirecek bir şans
meleği hiç olmamıştı bu güne değin. Sahip olamadığı hayâllerle değil, sahip
olduğu gerçeklerle yaşamayı tâ çocuk yaşlarından itibaren öğrenmişti aslında.
Üzülmüyordu ruhunu acıtan gerçeklere. Kabullenmişti. Gerçek ona göre
değişmeyendi. Sabit kalandı. Bir yük gibi taşınması, yürekte saklanması gereken
acıydı. Bu yüzdendi belki de, insanların sabit kalan yaşamlarının
renksizliğini, yenilgilerinin tekrarını şanssızlık olarak niteleyerek,
acılarını gizlemelerinin sebebi.
“Anne babanı değiştiremezsin. Ulusunu,
tutkularını, tuttuğun futbol takımını, berberini, belli bir yaştan sonra işini
değiştiremezsin oğlum,” dedi kendi kendine. Omzunu silkti. İçeri girdi tekrar.
Defalarca okuduğu, ezberlediği kule talimatına göz gezdirdi. Pilli el
radyosunun sesini kıstı. Saat başı kurulması gereken elektronik güvenlik
sistemine kalemini okuttu. Telsiz telefonu alıp diğer kulelerdeki vaziyeti
sordu arkadaşlarına. Asayiş berkemaldi. Her zaman yaptığı gibi saat üçe kadar
biraz yatıp uyuyabilirdi artık.
Önce ayakkabılarını çıkardı. Omzundaki MP-5
tabanca ağırlık yapıyordu. Tabancayı çıkarıp girişteki çelik askılığa taktı.
İyice hafiflemişti. Koltuğu yana çekip oturdu. Ayaklarını masaya uzatıp uykuya
daldı.
Sabaha karşı gözlerini kırpıştırarak
uyandı. Her tarafı uyuşmuştu. Kollarını koltuğun arkasına atarak gerindi. Saate
baktı. Güvenlik sistemini kurma vaktini neredeyse üç saatten fazla kaçırmıştı.
Vardiya şefi sistemi niçin kurmadığını soracaktı mutlaka. “Boş ver. Ucunda ölüm
yok ya. Uydururum bir mazeret” dedi. Ayakkabılarını giydi. Çekmeceden nöbet
defterini, silah ve mühimmat teslim tutanağını çıkarıp imzaladı. Kulenin
altında çeşme vardı. Hem yüzünü yıkamak hem de uyuşan bedenini canlandırmak
için kapıya yöneldi. Gözleri çelik askıya ilişince irkildi. Geceleyin kendi
elleriyle çelik askıya taktığı MP-5 tabanca bıraktığı yerde durmuyordu.
Şaşırmış, öfkelenmiş, gözbebekleri irileşmişti bir anda. Silah demek namus
demekti bu yörede. Tabancayı askıdan kimin alabileceğini düşündü. Hırsızlık, ya da gece
denetimi geldi aklına. Diğer seçeneklere ihtimal dahi vermedi. Ne yapacaktı şimdi? Karar
vermekte zorlandı. Panikleyerek masanın etrafında hızlı adımlarla cin çarpmış gibi dolandı. “Namusum gitti, silah demek namus demektir” dedi. Hiptonize olmuş gibi sürekli “Namusum
gitti oyyy, namusum. Şimdi ben bu lekeyle, bu utançla nasıl yaşar, insan içine nasıl çıkarım?” diye hayıflanırken kararını vermişti. Kendisiyle alay edilmesine, gülünüp dalga geçilmesine izin vermeyecekti.
.
.
.
Gözlerini kıstı. Sonra birdenbire belindeki 7.65’lik Kırıkkale tabancayı
kılıfından çıkardı. Yatağına mermi sürdüğü namluyu çenesine dayadı. Hiçbir şey düşünmeden, gözünü bile kırpmadan tetiği çekti.
O’da ne? Tabanca tutukluk yapmıştı.
Patlamıyordu.
“Tanrı’dan şans meleği istiyordun oğlum.
Gördün mü bak, melek namludaymış” dedi.
Sonra bastı kahkahayı. Hâline bakıp güldü, delirmiş gibi, çılgınlar gibi katıla katıla güldü. Kendini unutmuş, Dünya’yı unutmuştu gülmekten.
h@nna m.
Etiketler:
değişmeyen hayatlar,
jose maria madoz,
Öyküler,
stabilize hayatlar,
şans meleği
21 Kasım 2019 Perşembe
bir aşk... b'aşka bir geçit, başka bir anlatım.
Dino Buzzati, okumaya değer bir yazar. Eren Cendey'in çevirdiği "Bir Aşk"ta Buzzati orta yaşta bir erkeğin genç bir fahişeye duyduğu saplantılı aşkı anlatıyor. Konu ilk bakışta klişe gelebir belki ama Buzzati kurduğu cümleler ve anlatım tarzıyla klişe gibi görünen sıradan/basit/eprimiş bir konuyu sıradanlığın köhneliğinden alıp başka bir boyuta taşıyor.
"Sana ihtiyacım var benim, bunu itiraf ediyorum, seni görmeye ihtiyacım var"
Dino Buzzati, syf.145
Çeviri: Eren Cendey
Etiketler:
altını çizdiğim cümleler,
bir aşk,
Dino Buzzati,
eren cendey,
okuduğum kitaplar
18 Kasım 2019 Pazartesi
şarkılar diyorum, bazı şarkılar belki de sessiz bir çiçeği konuşturmak için yakılmıştır.
"ahh biliyorum bazı aşklar acıdan
bazıları ayrılıktan yapılır"
Abdullah Eraslan
7 Kasım 2019 Perşembe
Aslan/Öykü
Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla kavak
ağaçlarının kabuklarını yontuyor, eski evlerine birkaç oda daha eklemek için
çatıyı onaran babasına yardım ediyordu. Yaşı yaşıma denk sayılırdı ama boyunun
benden uzun olduğu belliydi. Evet, boylu posluydu. Gürbüz, güçlü kuvvetli ve kendinden
emin görünüyordu. Uzaktan seyrettim bir
süre. Hemen yaklaşmadım yanına. Kabuğunu soymayı bitirdiği kavağı önce bir
ucundan, sonra diğer ucundan kaldırıyor, sonra yığılmış ağaçların arka tarafına
doğru ustaca yuvarlıyordu tek başına. Onu izlediğimi anlamıştı aslında.
Umursamaz davranıyordu. Soymayı yeni bitirdiği bir kavağı arka tarafa yuvarlamak
için hazırlanırken gidip ağacın diğer ucundan ben de tuttum. Sesini çıkarmadı. Bakışıyla
yardımıma onay verdi. Ağacı, soyulan kavakların arasına birlikte yuvarladık. Başka bir kavağa yöneldiğinde “Çakırların
torunu musun?” sorusuyla sessizliğini bozdu. “Evet” dedim. “Artık her yaz
geleceğim. Benim adım Mehmet” diyerek elimi uzattım. “Ben de Aslan” dedi
gözleri ışıldayarak. El sıkıştık. Kavakları soyarken ben ona yaşadığım şehri
anlattım, okulumu, denizi. O bana ağaçları, kuşları, yaban çiçeklerini, yer
altı mağaralarını.
İş bitmeye yakın, sert bir
kabuğun arasına sıkışan çakıyı çıkarmak isterken çizilen parmağından akan kanı
silmek istedi. Engelledim. “Kan kardeş olalım mı Aslan?” dedim. Başını salladı.
Çakısıyla parmağımın ucunu hafifçe çizdi. Eliyle bastırıp kanın dışarı
çıkmasını sağladı. Kanlı parmaklarımızı birbirine bastırdık. Tanışıklığımız böyle başlamıştı. O gün; Aslan’la
hem arkadaş, hem kan kardeş olmuştuk.
Her yaz tatilinde okullar
kapanır kapanmaz köye gidiyordum. Bütün vaktimiz dağda, bayırda geçiyordu. Bir gün
koyunları meraya götüren çobanlardan kaval çalmayı öğreniyorduk. Başka bir gün
Maruf denilen tepeye kadar gidip Helenistik Roma döneminden kalma uygarlığın
izlerini keşfetmeye çalışıyorduk. Aslan ortaokuldan sonra liseye gitmemişti.
Civar köylerde inşaat işleri yapan babasına yardım ediyordu. Bu yüzden de yöreyi
çok iyi tanıyordu. Cin gibi derler hani. Öyle bir çocuktu. Zekiydi. Uyanık,
meraklı ve her şeyi çabucak öğrenen.
Dere tepe dolaşırken, ben İngilizce
dersinde öğrendiğimiz sözcükleri, cümle kalıplarını anlatıyordum, okuduğum
kitapların kahramanlarını. Jim Hawkins’i, Raskolnikov,Julien Sorel, Küçük Ağa
ve İnce Memed’i. Aslan bana doğayı anlatıyordu. Üzüm asması nasıl budanır, budama
esnasında kaç göz bırakılırsa üzüm olur, kaç gözde asmanın çubuğu güçlenir,
ağaçlara aşı nasıl yapılır, hangi bitki hangi hastalığa iyi gelir, hepsini
Aslan’dan öğreniyordum.
Liseyi bitirdiğim yıl, Define
Adası’nın kahramanı Jim Hawkins’in öyküsünden müthiş etkilendiğini söylemişti.
Sebebini sorduğumda “gel benimle” demiş, Gökdere’ye, dedeme ait kara söğütlerin
bulunduğu araziye götürmüştü beni. Dere boyunca ilerledikten sonra söğütlerin
etrafını saran yabani kuşburnu dikenleriyle
örtülü kayaların altından Maruf’a uzanan gizli bir geçit bulmuştu. Köyde
herkesin dilindeydi Maruf. “Maruf’un altı Roma altınıyla dolu” efsanesini sık sık
duyuyordum amcamdan. Define bulan var
mıydı? Bilinmez. Fakat bulan olsa duyulurdu, mutlaka belli ederdi kendini
hazine peşindekiler.
Aslan’la birlikte köydeki
yeraltı mağaralarının bir çoğunu gezmiştik. Gökdere’deki geçidi bilen yoktu.
Kuşburnuların altına giren bir tilkiyi izlerken oradaki oyuğu tesadüfen
keşfetmişti Aslan. “Başka kimse biliyor mu?” dedim. Parmağıyla sus işareti
yaptı. “Sır” dedi. “İkimizden başka bilen yok. Kimseye anlatmadım.” O zamanlar,
Aslan iyi bir inşaat kalfasıydı artık. Kuşburnuların altında keşfettiği oyuğu
bir kişi sığabilecek ölçüde genişletmişti. Meraklanmıştım. “Hadi” dedim.
“Durmayalım.”
Önce etrafı kolaçan ettik.
Ardından sürünerek oyuktan içeri girdik. Karanlıktı. El fenerini yakarak yüz
metre kadar dizlerimizin üzerinde V harfine benzeyen dehlizde ilerledik. Nefes
nefese kalmıştım. “Çıkışı var mı?” dedim Aslan’a. “Az ilerde geniş bir mağaraya
çıkılıyor. Oradan ilerisine daha bakmadım Memo” dedi. İlerlemeyi sürdürdük.
Mağaraya vardık. Duvarda çeşitli kabartmalar vardı. Yerde mezar taşlarına
benzeyen yekpare kaya parçaları dikkat çekiyordu. Korktum birden. “Burası
mezarlık olmasın, hadi geri dönelim” dedim. İtiraz etmedi Aslan. Çıktık.
Gördüğümüzü başka kimseye anlatmamaya yemin ettik.
Ertesi yıl üniversiteye
başlamıştım. Okul bitene kadar Aslan’ı bir daha görme fırsatım olmamıştı. Yaz
tatillerinde eskisi gibi köye de gidemiyordum. Stajlar, yeni çevre, yeni bir şehir derken
Aslan’la olan maddi bağım neredeyse kopma noktasına gelmişti. O askerliğini
yapmış, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, köyümüzün kadrolu bekçisi de olmuştu.
Yabancıların sık sık köyün bulunduğu yörede dolaştığını işitiyordum aile
büyüklerimden. Nüfusun giderek azaldığı Maruf’ta, bekçilik için Aslan’ın tercih
edilmesi en isabetli karar diyordu amcam.
Üniversiteyi bitirince
teklifleri değerlendirip yurt dışına gittim. Çalışma hayatı sürprizlerle
doludur. Orada tanıştığım bir yayıncının önerisiyle yaratıcı yazarlık
eğitimlerine kaydoldum. Yabancı bir
ülkede konuşacağınız, ilişki kuracağınız kişi sayısı sınırlıdır. Siz orada ne
kadar kalırsanız kalın, ait olduğunuz yer başka bir yerdir. Başka bir toprak.
Başka bir dil. Başka bir kültür. Bu gerçeği ne yaparsanız yapın değiştiremezsiniz.
Oraya kök salamazsınız. Günler geçtikçe yalnızlaşır, bazen bulunduğunuz şehre,
insanlara yabancılaşırsınız. Bu durum
herkeste böyle midir? Elbette kişiden kişiye değişebilir. Benim açımdan sorun olmadı
diyenlere itirazım yok fakat günler böyle geçiyordu ve ben yeni arkadaşlıklar
kurmakta sıkıntı çekiyordum. Giderek içime kapanıyordum. Başlayan her yeni
arkadaşlıkta Aslan’ı arıyordum sanırım.
Sorun buydu. Beni en iyi anlayacak kişiyi yakınımda istiyor, onun
doğallığını özlüyordum. Mektuplaşıyorduk onunla. Defineciliğe, tarihi sikkelere
merak sarmıştı. Roma dönemine ait resimli kataloglar istemişti benden. Göndermiştim.
Ara sıra deniz manzaralı renkli kartpostallar yollamayı da ihmal etmemiştim. Zor
günlerdi. Ve o zor günlerde düştüğüm kuyudaki bitkisel hayattan kendimi yazmaya
vererek çıkmıştım.
Yazmak, derdini başkalarıyla
konuşarak anlatmakta zorlanan insanların ruhunda bitip tükenmek nedir bilmeyen
anlaşılma açlığını bastıran zihinsel bir eylemdir. Kelimeler, hayatın yalnızlık
vadisinde sıkışıp kaybolmuş ve orada açlıktan, susuzluktan kıvranan yazarı
besleyebilecek tek gıdadır belki de. İpil ipil yağan bir yağmurun güzelliğini
andıran tümceler birikip azgın bir sele dönüştüğünde, önüne kattığı her şeyi tâ
ki bir nehir, ya da deniz buluncaya kadar sürüklemeye başlar. Yazarın aradığı
deniz, kendisini anlayacak okurdur aslında. Çünkü kelimelerin muhatabını
büyüleyen, onu esir alan güçlü bir hükümranlığı vardır. Bu öyle bir
hükümranlıktır ki yeri geldiğinde tesir gücü yüksek bir ilaca dönüşür. Serum
gibidir. Zihinleri sarsan, kana karışan ve düşünme yetisini hızla ayağa
kaldıran bir serum.
Beni o serum ayağa
kaldırmıştı. Ailemin “dön artık” sitemine direnmedim. Döndüm. Çeviriler yapmak
için bir yayıneviyle anlaştıktan sonra Aslan’ı görmek istedim. Hâlâ köyde yaşıyordu.
Bir hafta sonunu Maruf’ta geçirdim. Kan kardeşimle hasret giderdim. Aramızdaki
bağ yıllar önce bıraktığımız yerdeydi sanki. Omzuna attığı tüfekle köyü
dolaşırken o bana neler yaptığını anlattı. Ben ona yurtdışında geçen günlerimi.
Aslan’dan duyduklarım beni çok şaşırtmamıştı. Jim Hawkins’i unutmamıştı çünkü.
Helenistik Roma Dönemine ait para ve sikke kataloglarına bakarak define aramaya
başladığını, yetmiş iki parçalık bir seriyi tamamlamaya tek sikkenin kaldığını,
bütün sikkeleri yıllar evvel Gökdere’deki girdiğimiz oyuktan geçerek ulaştığımız
mağaralarda bulduğunu anlatırken “Sözünün eriymişsin,” dedi. “Maruf’un altını ikimizden
başka fetheden bir babayiğit henüz çıkmadı.”
Güldüm. Seriyi tamamlarsa
ne yapacağını sordum. Satacağını söyledi. Hazine avcıları köyde yıllardır cirit
atıyormuş zaten. Elindeki mevcut sikkeleri müzeye bağışlamasını önerdim. Oradan
ödül alacağını. Emeklerinin karşılıksız bırakılmayacağını. Tedirgindi biraz.
Son günlerde izlendiğinden şüpheleniyordu. Sikkeler haricinde bulduğu ufak
tefek parçaları zaman zaman antikacılara sattığını açıkladı. Elindeki antik sikkelerin
çalınacağından, gözü dönmüş mezar soyguncularından çekiniyordu. “En iyisi
katalogdaki serinin peşini bırakmak. Elimdeki sikkeleri müzeye verelim,” dedi.
Aslan kardeşim benim. Uyanıktı. Hep öyle kalmıştı. “Ben seni müzeye götürürüm”
dedim. “Yanında olurum.”
“Memo, bak ne yapalım.
Elimdeki sikkeleri sana vereyim. Köyde saklamak tehlikeli. Sikkeler bir süre
sende kalsın. Belki eksik kalan parçayı da bulurum. O zaman beraber müzeye
gideriz” dedi. Bakıştık sadece. Anlaşmıştık. Parmaklarımızı birbirine sürttük.
Tıpkı çakısıyla parmağını kestiği gün yaptığımız gibi sarıldık.
Aslan’ın evinde
çaylarımızı yudumlarken sikkeleri katalogdaki resimlerin üzerine yerleştirdi
tek tek. Sonra küçük bir keseye
yerleştirip bana uzattı. “Seni ararım” dedi. Vedalaştık. Eve döndüm. Emanetini güvenli
bir yere sakladım.
İlk çeviriye başlamanın
heyecanı bana sikkeleri unutturmuştu. Okumak, yazmak iyileştiriyordu beni. Canıma
can katıyordu. Bir sabah “Maruf’un muhtarı seni arıyor” dedi evdekiler.
“Hayırdır” dedim içimden. “Muhtarın benimle ne işi olabilir?” Telefona baktım.
“Mehmet evladım, köye gelebilir misin?”
dedi muhtar. “Hayırdır” dedim tekrar. Gece hazine arayanlarla Jandarma’nın
çatıştığını, Jandarmaya yardım etmeye
çalışan Aslan’ın vurulduğunu, hastaneye kaldırıldığını, Aslan’ı vuranların
bizim uzaktan akrabalarımız olduğunu, Aslan’la dostluğumuzu herkesin bildiğini,
köyde kan davası güdülmesin diye Aslan’ın akrabalarıyla konuşmamı, iki aile
arasında arabuluculuk yapmamı istiyordu. Ne söyleyebilirdim. Aslan… Benim
ahretliğim, kan kardeşimdi. Korktuğu başına gelmişti nihayet. Soğukkanlı olmaya
çalıştım. Tereddütsüz, geliyorum dedim muhtara.
Şehir hastanesine gittim, Aslan’ı
ziyaret ettim önce. Göz kırptı beni görünce. Sağ omzuna saplanan kurşunu
çıkarmışlardı. Durumu iyiydi. Konuştuk eskilerden, yenilerden. Kuzeyde,
İskoçya’da katılacağım kitap fuarından. Yazmak istediğim öykülerden konuştuk. Muhtarın
endişelerini anlattım. Sakin sakin dinledi. Bakıştık. Ne söylemek istediğimi anlamıştı. “İçini ferah tut” dedi. Ayrılırken:
“Belki bizi de yazarsın günün birinde” dedi. Bakıştık. Bakışmamız yetiyordu
bize.
Belki hiç söylemeye fırsatım
olmadı. Aslan ilk çocuğunun adını “Mehmet” olarak kaydettirmişti nüfusa. Ben bu
yaştan sonra evlenip çoluk çocuğa karışabilir miyim? Çocuklarım olursa onun
yaptığı gibi evladıma “Aslan” adını verir miyim? Bilemiyorum. Bilmemek, geleceği
yazma, geleceği belirleme kabiliyetimin olmamasıyla ilintilidir sanırım.
Bildiğim, benim “Aslan”
adını vereceğim bir öyküm vardı. “Onu ilk gördüğümde elindeki çakısıyla kavak
ağaçlarının kabuklarını yontuyor” cümlesiyle başlayan bir öykü olacaktı bu. Sıcak,
insancıl ve yüreğin diliyle konuşan.
Fatih Yavuz Çiçek
Can Öykü Gazetesi, Mart 2018, Sayı:18
6 Kasım 2019 Çarşamba
maria puder ve raif beyi anımsamanın rengi
"Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırsan gelirim."
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, syf.140
Etiketler:
al gönlümü diyar diyar sürükle,
ali kocatepe,
gediz çiçeği,
metropol yangınları,
Nükhet Duru,
Sabahattin Ali,
sami serin,
sevgilimsin kim olduğunu düşünmeye vaktin yok
4 Kasım 2019 Pazartesi
itiraf...
beraber olsaydık
soyadımdaki çiçekten dünyanın en nadide reçellerini yapardık
ve hayatımız organik kimya dersi gibi çok hem de çok eğlenceli olurdu değil mi?
Etiketler:
harun kolçak,
itiraf,
nadide,
organik kimya,
reçel,
tüzmen,
yanımda kal
28 Ekim 2019 Pazartesi
Doberman
“Düşünmüyoruz, düşünülüyoruz. Kendimizin
olan bir şeyimiz yok.
Bakmıyoruz, şeyler tarafından bakılıyoruz.
Bakışlarımız yönetiliyor.
Düşüncelerimiz de belki.”
Jean-Luc Godard
Kulak verip dinlediğim sıradan bir muhabbetin kahramanlarından olacağımı bilseydim orada bi'dakka bile durmaz; hesabı öder, hemen kalkıp giderdim oturduğum masadan. Nerden bilecektim ruhsatlı silahımla günün birinde, üstelik herkesin içinde bir dobermanı öldüreceğimi. Bilemezdim tabiî ki. Çünkü yazgı yaşayarak öğrenilir. Geleceği bilmek, gelecekle ilgili tahminler yapmak falcıların işidir, hayatı yaşayarak öğrenenlerin değil.
Oysa gün nasıl da pozitif başlamıştı. Güneşin yeryüzüne
uzattığı sarı saçları pırıl pırıl parlıyordu. Gök masmavi, hava dışarda
kahvaltı yapılacak kadar mükemmeldi. Börekçideydim. Tatar böreği ısmarlamıştım.
Kendime dört başı mâmur bir börek ziyafeti çekmeye karar vermiştim o sabah.
Yan masada oturan iki genç kızdan biri diğerine -yüksek sesle- evlerinde besledikleri
dobermanı anlatıyordu. Abisi ilgileniyormuş köpeğin bakımıyla. Kuyruğunu,
kulaklarını kestirmişler. “Çok kıskanç” diyordu. “Abimin yanına kimseyi
yaklaştırmıyor. En ufak bir tehditte hemen saldırıyor. Birine zarar verecek
diye ödüm kopuyor ayyy korkuyorum” diyordu üstüne basa basa. “Kor-ku-yo-rum.”
“Korkunun ecele faydası yoktur” deyimini düşündüğümü anımsadım.
İçimden: “İnsan gerektiğinde sevgilisiyle mezarlıkta sevişmeyi göze alacak
kadar cesur olmayı bilmeli” dediğimi. Sonra, hay Allah, amma da okkalı söz
ettim diye gülümseyip, işaret parmağımı çay karıştırıyor gibi çevirerek bir çay
daha istemiştim uzaktaki garsondan.
Gün hakikaten güzeldi. Börekçinin önündeki küçük masalardan
birine oturan genç çifte kaymıştı gözlerim. Yanlarında çocuklarıyla
gelmişlerdi. Herhalde “çocuk da, ben de evde sıkıldık” demişti kadın. “Kalk
bi'yerlere gidelim.” Kalkıp börekçiye gelmişlerdi. Çocuksa bildiğimiz çocuktu
işte. Dört beş yaşlarındaydı. Kırmızı topunu zıplatarak, ezberlediği çocuk
şarkılarını mırıldanarak kendi kendine koşup oynuyordu kimseye zarar
vermeden.
Tavırları zibidiyi andıran iki erkeğin dobermanla börekçiye
gelmesinin ardından olup bitti her şey. Birinin üzerinde akrep baskılı t-shirt
vardı. Diğerinde satanist tarzı dikkat çekiyordu. Gelenler önce kızların yanına
oturdular, sonra dışarı, börekçinin önündeki masalardan birine geçtiler.
Erkeklerin sırtı çocuklu aileye dönüktü. Karşılıklı gülüşerek konuşuyorlardı,
çıkardıkları gürültüyü umursamadan. Çocuk topuyla şut çekiyordu ellerini
çırparak. Hani olacağı var denilir ya, o esnada çektiği şutlardan birinde top
erkeklerden birinin -sanırım kızın
abisiydi- kafasına çarptı. Ne olduysa o anda oldu. Doberman sahibinin boş
bulunmasından da faydalanarak şimşek gibi fırladı ve çocuğa saldırdı.
Dobermanların saldırgan köpekler olduğunu biliyordum. Müdahale edilmezse çocuğa zarar vereceğini, hatta onu paramparça ederek öldürebileceğini de.
Dobermanın saldırısıyla oturduğum masadan ben de ok gibi
fırladım. Bağırış, çağırış ve yardım edin sesleri arasında köpek çocuğu altına
almış, kolunu dişlerinin arasına çoktan geçirmişti bile. Köpeğin sahibi: “Kathy
Kathy! Buraya gel kızım! Yanıma gel” diye bağırıyordu ama faydasızdı. Acil
müdahale edilmezse doberman çocuğu oracıkta parçalayacaktı.
Bir köpeğin en zayıf yeri ağzıdır.
Evet, dişleri, çenesi güçlüdür ama ağzından darbe alan bir köpek o darbeyi
kendisine vuran insana bir daha asla saldırmaz. Çocuğu kurtarmak için
koşarken gözlerimle bir sopa, ya da süpürge sapı aradım. Yoktu. Çaresiz,
silahımı çıkardım ve iki el ardı ardına ateşledim. Doberman acı acı uludu ve
geriye düştü. Titredi, kasıldı, birkaç kez inledi. Sonra olduğu yerde kıvrıldı
kaldı. Boynundan kan sızıyordu. Dili dışarı sarkmıştı. Serinkanlılığımı
yitirmeden çocuğu kaptığım gibi aileye verdim. Yoldan geçen taksiyi çevirip
hemen hastaneye gittiler. Silah sesini duyan mahalle sakinleri polisi aramıştı.
Siren seslerini duymamız gecikmedi.
Köpeğin sahibi üzerime yürümüştü. “Kâtil”
diye bağırıyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin
sen, kâtil! Bunun hesabını soracağım senden!”
Çevrede biriken vatandaşlarla
polisler ayırdı bizi. Doberman'ın sahibi hem suçlu hem güçlüydü. Şikâyetçi
olmuştu. Polisler karakola davet ettiler. Börekçide çalışanlar, olayı gören
tanıklarla birlikte gidip yaşananları anlattık, ifademizi verdik. Tutanakları
imzaladım. Adres bilgilerimi, telefon numaramı kaydettirip oradan ayrıldım.
Dobermanı öldürmüştüm öldürmesine de,
çocuğu da dobermanın ağzında parçalanmaktan kurtarmıştım. Hiç tanımadığım bir
duyguyla karşı karşıyaydım. Çaresizlik değildi. Korku, kargaşa değildi. Karakoldan
çıkınca bir delinin iyimserliğini, dünyayı umursamayan bakışlarını takınmıştım
yüzüme ama hüzünlüydüm. Vicdanımı sorguluyor, ağır ağır yürüyordum üzüntüden
içim ezilerek.
Hüzün nedir? Buz kesmektir. Gönlü
kaplayan kar fırtınasıdır. Kimbilir, belki de senden nefret eden, sana kırgın
birinin, gıyabında: "buz kesil e
mi" diye ettiği bedduanın tutmasıdır. Durdum. Akrep baskılı t-shirt
gözlerimin önüne geldi. Sıkışınca iğnesini kendine yönelten akrebi düşündüm
birdenbire. Akrep burcuydum. Sıkışmıştım ve iğneyi kendime değil dobermana
batırmak zorunda kalmıştım. Hem, bir köpeğin kaç yıllık ömrü vardır ki? Üstelik
köpeğin ömrüyle insanın, hele bir çocuğun hayatı aynı değerde midir? Aslında yetmişiki
millet, onsekizbin âlem bütün canlılar yeryüzü denen ormana düşmüş ağaç
tohumlarına benziyorduk. Doğup büyüyor, yaşlanıyor, nihayetinde hepimiz kesilecek
çam ağaçları gibi vakit dolduruyor, gövdemizi köklerimizden ayıracak testerenin
ağzıyla yüzleşmek için dünyada sıramızı beklemiyor muyduk?
İlerledikçe Kaleiçi tarafındaki
evlerden birinden sokağa yayılan keman sesini duyumsadım ruhumda. Yürüdükçe
açıldım. Derinlerden, tâ çocukluğumda abdallardan dinlediğim, sokak aralarında
yapılan düğünlerde sık sık çalınan müziğin nağmelerini işittim kulaklarımda. Durup
dinledim. Dinledikçe rahatladım. Etrafta turist kafileleri yoğunlaşmıştı.
Seyyar satıcılar turistlere hediyelik eşya satma derdindeydiler. Kalabalığı izledim
bir süre. Hayat herkesin bir şeylerin peşinde koşturmakla geçirdiği uzun bir
maratondan farksızdı. Otele dönmeliydim. Sel gibi akan insan kalabalığının
arasından geçerek tenhâ sokaklardan birine saptım.
İlk girdiğim sokakta yirmi veya yirmi beş
kişilik kalabalığı karşımda görünce şaşırdım. Dikkatli bakınca beni süzen bakışlarının kesinlikle
tekin olmadığını anlamakta gecikmedim. Düşmanca bir tavır takınmış, ellerinde
sopa ve baltalarla üzerime yürüyorlardı. Gizli şaka programlarında görmüştüm
böyle bir sahneyi. Bir grup, tek başına dar bir sokakta sıkıştırdıkları şakazedenin
üzerine yürüyor, şakalanan kişi korkup kaçmaya başlayınca da onu kovalamaya
başlıyorlardı. Sevimsiz bir şakaydı doğrusu. “Kameraya gülümseyin” denildiğinde
çoğu kişi olumsuz tepki gösteriyordu. “Acaba” dedim. Şaka olabilir mi? Öyle
zannettim. Fakat üzerime yürüyen grubun içinden “kâtil” diye bağıran öfkeli ses
şaka değil ciddi bir durumun sinyalini veriyordu. “Kathy'i öldürdün. Kâtilsin sen, kâtil! Bunun hesabını
soracağım senden!”
Elleri sopalı grup dobermanın
sahibinin işaretiyle hızla üzerime yürüdüler. Cesur biriydim. Yanımda silahım
vardı. Gerektiğinde gözümü budaktan sakınmazdım. Silahı çıkarıp birkaç el uyarı
atışı yapmayı düşündüm. Vazgeçtim. Dobermandan sonra bir de insanlara zarar
vermek istemiyordum. Küçükken sofraya oturmakta nazlandığım zamanlarda
babaannem “yemek bulunca yanaş, kavga görünce sıvış” derdi. Şimdi tam
zamanıydı. Sıvışmalıydım. Ama nasıl sıvışacaktım? “28 Hafta Sonra” filmini
defalarca izlemiştim. “Don” rolündeki Robert Carlyle’ın o müthiş koşusunu ben
de yapmalıydım. Geriye döndüm. Var gücümle koşmaya başladım. Grup peşimden
geliyordu. Ben önde, onlar arkada, zemini Arnavut taşlarıyla döşeli dar
sokakları, kemerli geçitleri altın madalya için koşan atletler gibi süratle
koşarak geçtik.
Koşuyordum. Seyyar satıcıların
tezgâhlarını devirerek, dükkânların önünde elime gelen her şeyi yerlere saçarak
koşuyordum. Kaleiçinde havai fişekler patlıyordu. Yorulmuştum. Silahımı da
düşürmüştüm. Can havliyle koşmaya devam ettim. Küçük bir dörtgeni andıran
meydanlığa gelmiştim. Sapabileceğim dört sokak vardı önümde. En sağdakine
daldım ve koşmayı sürdürdüm. Talihsizdim. Çıkmaz bir sokağa girmiştim. Sokağı
çevreleyen yüksek duvarlara tırmanmak olanaksız görünüyordu. Çıkmazın bitimine
kadar koştum. Ahşap bir bank vardı. Üstüne çıkıp “İmdat! Kimse yok mu?” diye
bağırdım. Kimsecikler yoktu. Köpeğin sahibi ve öfkeli arkadaşları tam
karşımdaydı. Banktan inip sırtımı duvara dayadım. Vuruşacaktım. Kolay teslim
olmaya niyetim yoktu ancak hepsi birden üstüme geldiler. Yukarı kalkan kolların
birinde baltanın ışıltısını gördüm. Gözlerimi kapayıp “hayır” diye haykırdım.
“Hayırrrr!”
Tak! Tak! Tak!
Üç el silah sesi duyuldu.
“Tamam!
Kestik, kestik” dedi yönetmen. “Yarım saat mola veriyoruz arkadaşlar! Sonra
kaldığımız sahneden çekime devam edeceğiz. Lütfen kimse yerinden ayrılmasın.
Çaylar şirkettennnnnn!”
Kollarını hayranlıkla açarak yanıma
geldi. Elimi sıktı. “Çok iyiydin. Büyük, çok büyük oyuncusun vesselam. Böyle
koşmayı nerde öğrendin be oğlum. Sen değil sanki Usain Bolt koşuyor zannettim”
dedi gülümseyerek. Omzuma vurdu dostça. Sonra “çaaakkkk” yaptık çocuklar gibi.
Gövdemi zemine bıraktım. Derinlerden tâ derinlerden gelen keman sesine kulak
kabarttım tekrar. Sevdiğim işi yapmanın keyfiyle yüzlerce ateşböceği şarkı
mırıldanarak dans ediyordu içimde ve yüksek duvarların gölgesi altında sanki
bin watlık dev bir ışıldak gibi parlıyordu gövdem.
Fatih Yavuz Çiçek
Can Öykü Gazetesi, Ağustos 2017, Sayı:11
Etiketler:
Can Öykü Gazetesi 11.sayı Ağustos 2017,
Doberman,
Fatih Yavuz Çiçek,
gördüklerimizden daha fazlası,
jean luc godart,
Öykü,
perde gerisinde görünmeyenler
27 Ekim 2019 Pazar
vera
"nasıl desem, adı ılgın, ağaç giz dolu bir sesin öte yakası -diyemedim-
Seyyidhan Kömürcü
I.Perde
ben ruhumda büyümekte olan giz ağacını
yerinden sökmeye,
kesip atmaya kıyamam
varsın dursun,
kaplasın içimin yazlık sinemalarını
kaplasın içimin yazlık sinemalarını
ya da kaçak bir seyirci gibi
izlesin ömrümün güze batık film arşivlerini
ve sonra desin ki
düştüğüm maraz
yandığım sözün ömr-i tâûnu benmişim meğer
yandığım sözün ömr-i tâûnu benmişim meğer
o hâlde
gövdemi daha fazla tozlaşmadan
dokularına kök saldığım nâr-ı muammadan
saklayamam
II.Perde
âh öznesinden güç aldığım cömert ılgın
vera
ah/sen
hüzünderen payidar
ah/sen
hüzünderen payidar
iki yarım hayat bir bütün aşk
ipek böceği kıvamında, lekesiz
beyaz
bembeyaz
söyle:
bizim leylâ’dan ve kays’tan ne farkımız var
Etiketler:
giz ağacı,
Hanna Matsuri,
hüzünderen,
ılgın,
Kuzey,
nar-ı muamma,
ömr-ü taun,
payidar,
Şiir,
vera,
yanımda kal,
zeynep bastık
26 Ekim 2019 Cumartesi
ölçü...
"yaşamın gizi derinlikle değil hatıralarla ölçülür"
izler taşır, kırık dökük
yaşam kuyusunun gizleri
ipleri sökülmüş define köprüsünden
yitik zaman şehrine doğru
fy
Etiketler:
define köprüsü,
hatıra gemisi,
ışın karaca,
Müzik,
ölçü,
Sefa Cheshmberah,
sevmekten anladığım,
Video,
yaşamın gizi
19 Ekim 2019 Cumartesi
her gölge ruhundan tanır ışığı, aşk iyileşmektir...
"Yeryüzü sevişince değişiyor"
Onat Kutlar
Etiketler:
aşk iyileşmektir,
çeyrek asır,
gitme seviyorum,
harun kolçak,
Onat Kutlar,
tan taşçı
3 Ekim 2019 Perşembe
bir kitabın içinde varolmanın diyalektiği....
*"Alt tabaka, bir şiir
anlayışına uygun düşmeye çabalayarak şiir üreten, çabuk öğrenen, genelde belli
bir süreden sonra şiirden sıkılan, ancak söz konusu anlayışın çevresel
meşruiyetini sağlayan, böylelikle bir şiir anlayışının yaygınlaşmasını sağlayan
küçük şairler grubudur. Hemen her şiir anlayışına mahsus böyle bir tabaka
vardır. Alt tabakanın genişliği her zaman söz konusu anlayışın niteliğindeki
bir değerle karıştırılır. Alt tabakadan olmayı veya olmamayı seçmek söz konusu
değildir. Tuhaf ama bu, yazgı gibidir."
Etiketler:
alt tabaka,
Hayriye Ünal,
hep tabu,
Söyleşiler
24 Eylül 2019 Salı
incelen zamanlar ekspresi...
sözün harfi bağışlamadığı yerden geldim
sabır telkin eden ayaklarımı unutup
taşın ve suyun uzağına geldim
oysa erkenmiş daha
ceplerimi sökerek ayrıldığım kendimden
ne kadar uzak düşsem
çeşmeler yine susacakmış yüzüme
geç oldu ama bunu da bildim:
yarıldı aklımın serinliği
herkes bir nehrin dalgınlığıyla baktı bana
ben ey paslı sözlerin sahibi
onca zaman sonra
herkesin yalanın saçlarını okşadığı yere geldim
Kemal Varol
Etiketler:
incelen zamanlar ekspresi,
katran,
kemak varol,
Şiir
13 Eylül 2019 Cuma
kendime küstüm
Etiketler:
aynur doğan,
kendime küstüm ali,
Küskedisi,
Müzik,
Video
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak -
sabahtan akşama dek, uykusuz,
sağır, eski bir pişmanlık
ya da anlamsız bir ayıp gibi
ardını bırakmayan bu ölüm.
Bir boş söz, bir kesik çığlık,
bir sessizlik olacak gözlerin:
Böyle görünür her sabah
yalnız senin üzerinde
kıvrımlar yansıtırken aynada.
Hangi gün, ey sevgili umut,
bizler de öğreneceğiz senin
yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.
Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.
Cesare Pavese
Çeviri: Cevat Çapan
2 Eylül 2019 Pazartesi
gecenin beyaz, bembeyaz halleri...
"iki yarım hayat bir bütün aşk
ipek böceği kıvamında, lekesiz
beyaz
bembeyaz
söyle:
bizim leylâ’dan ve kays’tan ne farkımız var"
h@nna m.
Etiketler:
bembeyaz,
gipsy kings,
no volvere,
Ömr-i Taun
20 Haziran 2019 Perşembe
son gönül hikâyesi...
"bazı sevdalar vardır;
onlar mukaddes bir şehrin rumi tarihinde gizlidir,
eskimezler...
yüzün balat sokağı kadar güzel,
mî'marîsi hiç değişmeyen"
fy
15 Haziran 2019 Cumartesi
sondeyişe ramak kala...
GÜZEL
Güzel,
gövden sürgünlüğümdür benim
(O kırçıl ot, sevgili keten)
Orda gök, güneşler, tarih
Tütünü saçlarının ve boynunun
Orda ağzının soluk atlası
Bütün coğrafya
Ben ki bir batığım, bitik, hurda
Boynu bükük zeytini yüzyılımızın
Anısı bir ormanın,
süt dişlerinde.
Sunu
Nerde olursan ol, orayı anlatır bana
Güzel,
gövdenin durgun, derin ırmağı.
İlhan Berk, Toplu Şiirler, sayfa: 953
2 Haziran 2019 Pazar
gülleri ve aşkları anımsamanın rengi...
AŞKLAR AŞKLAR İÇİNDE, XI
İYİ GÜL
1
Gözlerini düşündüm
Gözlerini gözlerini gözlerini
2
Gördüm oradaydı hep iyi gül
(Aşkın eğdiği)
3
Ordaydı sonra orada
Gördüm gök bahtiyar
4
Böyle gittim geldim gözlerinin gel-gitinde
Kuruttum böyle bir uzak rüzgârda kendimi
İlhan Berk, Toplu Şiirler, Syf.923
Etiketler:
aşklaraşklar içinde,
göktuğ çelik,
gülleri anımsamanın rengi,
İlhan Berk,
iyi gül,
Şiir
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)