Ayışığı dar sokaklardan, tarihi yapıların
arasından sızarak küçük meydanı aydınlatmış, gece koyu lacivert bir harmani
gibi şehrin bütün kusurlarını örtmüştü sanki. Şehrin Oteller Sokağında yürüyen
adam paltosunun cebindeki zarfı çıkardı. Zarfın içindeki davetiyede belirtilen
adresi yeniden okumak gereğini hissetti. “Belleğim giderek zayıflıyor galiba”
diye söylendi. Adrese baktı. “Güvenç Otel. No: 45” Başını çevirip sokağın
ilerisini inceledi. Yanıp sönen ışıklı levhada otelin ismini gördü. Doğru
yerdeydi.
Sokaklarında yürüdüğü semtin yıllardır
değişmeyen/değiştirilemeyen iki yüzü vardı. Biri Ay’ın görünmeyen yüzü gibi
karanlık ve gizemliydi, diğeri ışıl ışıl görünüşüne bakılarak imrenilen
Şanzelize’den farksızdı. Semtin
kuzeyinde tinerciler, uyuşturucu müptelaları, hırsızlar, sokak çeteleri ve akla
gelebilecek her türlü pislik kol geziyordu. Terkedilmiş evlerde, yıkılmaya yüz
tutmuş ahşap, kâgir yapılarda farelerinkine benzeyen bir yaşam hâkimdi.
Buralarda hele ki geç saatlerde tek başına yürümek cesaret kadar körüklü bir
yürek de isterdi. Güneyde kalan İstikbal Caddesinde ise kaldırımlar dâhil her
yer, her mekân ışıl ışıldı. Lüks butikler, alışveriş merkezleri, sinemalar,
kafeteryalar, oteller, tek bir metrekare bile boşluk bırakmadan büyüyen
sarmaşıklar gibi İstikbal’in her tarafını sarıp sarmalamıştı.
Adam mezun olduğu üniversitenin "Yetmiş
Kuşağı Derneği" ile birlikte organize ettiği “Otuzuncu Yıl Balosu”na gelmişti.
“İnsan, yaşamın güzelliğini kendi kanatlarıyla uçmaya başladığı zaman daha
fazla idrak ediyor” diye düşünerek, okuldan mezun olduğu dönemi anımsadı.
Mezuniyetinden hemen sonra kazandığı bursla yurtdışına gitmişti. Hem çalıştığı,
hem de yüksek lisansını tamamladığı Paris’e yerleşmiş, orada evlenmiş,
çocukları olmuş, onları büyütmüş, iki oğlunun ikisi de eğitimlerini
tamamladıkları Londra’da yaşamayı tercih edince çocuklarının kendi kanatlarıyla
uçmaya başlamalarına sevinmiş, kanser tedavisi gören eşini kaybetmenin
üzüntüsüyle dağılıp yıkılmıştı. İçindeki dağınıklığı ne yaparsa yapsın
toparlayamayacağını anlayınca da yeniden ata yurduna dönmüştü.
Altmış yaşını devirmeye birkaç yılı
kalmışken döndüğü baba ocağında basit yaşamaya özen gösteriyordu. Yaşlılık
dağının eteklerinde basit yaşayan bir erkeğin ilgisini ne çeker?Ona göre basit yaşayan birinin ilgisini elbette basit
şeyler, basit bir yaşam tarzı çekerdi. Yalnız yaşayan biri olarak
kalabalıklardan haz almıyor, çevresinde tıpkı kendisi gibi yalnız yaşamaya
alışkın insanları arıyordu. Baloya bu yüzden gelmişti. Davetiyeyi aldığı gün
“belki okul arkadaşlarımdan benim gibi inzivaya çekilmiş birkaçına rastlar,
onlarla dertleşme fırsatı bulurum” fikrini geçirmişti aklından.
“Kısmet” diyerek otele girdi. Görevlilere
davetiyesini gösterdikten sonra asansörle en üst kata çıkıp otelin çatı
katındaki geniş salonun girişinde bulunan vestiyere paltosunu bıraktı. Koridor
boyunca ilerleyip salona geçti. Ömrü boyunca tertipli düzenli olmayı
önemsemişti. Randevularına, yılsonu partilerine, meslek gruplarının organize
ettiği iş toplantılarına hep belirtilen zamandan beş on dakika önce varmıştı
ama bugün gecikmişti. Kürsüde konuşmalar yapılıyordu. Sessizce bir kenara
çekildi. Bir yandan klasik açılış konuşmalarını dinler gibi yaparken diğer
yandan da gözleriyle etrafı süzdü. Belli ki yıllar insanların çehresindeki
güneşi eskitmişti. Baktığı yüzlerde ne tanıdık bir iz, ne de ortamdaki
yabancılaşmanın şifresini çözecek bir işaret göremedi. Sadece konuşmacının
beden dili, mimikleri ve söylemlerini tanıdık bulmuştu. Gülümsedi. “Zahir”
dedi. “Geçmişte, üniversitenin öğrenci konseyinden aşina olduğu Zahir olmalıydı
bu konuşan.” Hani şu tembel fakat siyasi zekasıyla herkesi şaşırtan, ondan
bundan sürekli kopya isteyerek sınıfları geçen “Lümpen Zahir.”
“Bireysel aklın özgürleştiği ve
örgütlendiği toplumda saltıkçı devlet yönetimine özenen hiçbir düşünce iktidar
olamaz. Yetmiş Kuşağı Derneğinin başkanı olarak bu organizasyona emeği
geçenlere, otuzuncu yıl mezunları için düzenlediğimiz dayanışma balomuza
katılan, bize destek veren bütün
arkadaşlarıma teşekkür ediyorum” diye bitirdi konuşmasını Zahir. Alkışlar
eşliğinde indi kürsüden. Yetmişli yılların popüler şarkısı “kimler geldi/kimler
geçti”nin melodisi geniş salonu doldurdu kesilen alkışların arkasından.
Balo programında “Unutulanları Hatırlama
Faslı” diye bir bölüm dikkatini çekmişti. Öyle ya; unutulduğunu hissetmek,
unutulmayı hak etmeyen insanları hüzünlendirir. Birçok kişi bu tür ortamlara
çağrılmaktan, önemsenmekten mutlu olur zaten. Hem böyle bir baloda, geceden
sabaha kadar süren zahmetli bir yolculuk sonrası erişilen ve içine girilmeden,
hatırlanmadan, kıyısından geçilip gidilen antik şehir gibi tek başına kalakalmayı
kim isterdi ki?
“Kimse istemez” dedi içinden. Fakat
geldiğinden beri ortama “Fransız Kalmak” duygusu naftalin kokusu gibi tâ içine
kadar işlemişti sanki ve adam o kokuyu ne yaparsa yapsın çıkaramıyordu
ruhundan. Tam altında durduğu floresan lambanın çıkardığı “bızzzzz” sesinden de
rahatsız olmuştu. Avlanmak istemeyen ürkek bir ceylan gibi içine girdiği
kalabalıktan uzaklaşmak istiyordu ama nereye, kime gidecekti? İnsan her şeyden
uzaklaşmak istediğinde saklanabileceği dünyayı önceden kurup hazır etmeliydi ki
yola koyulduğunda rotasını şaşırmasın. “Benim dünyam yaşadığım çatı katı.
Sardunyalarım, kedilerim ve kitaplarım. Buraya hiç gelmemeliydim” dedi.
Yarısını içtiği limonlu soda bardağını
masaya bırakıp salondan çıktı. Vestiyerden paltosunu aldı. Geriye döndüğünde,
baloya geldiği ândan itibaren aradığı o tanıdık izle sürpriz bir şekilde çarpışarak
burun buruna geldi. Bazen, nadiren de olsa, iç ağrılarının yaşamın güzelliğini anımsatan,
damarlarındaki kanı fıkır fıkır kaynatan bir uyarıcıya dönüştüğüne tanık
olurdu. Şimdi yaşadığı o sıkıntılı ânın, hiç ummadığı bir zamanda öyle bir
uyarıcıya dönüştüğünü keyiflenerek duyumsadı. Sevinçle: “Gülden! Bu ne güzel
tesadüf” dedi.
Gülden’le sarılıp, yanak yanağa öpüştüler.
Otelden birlikte çıkıp yürüyerek ana caddeye çıktılar. Bir pastanede oturdular.
Gülden, fakültede en çok sevdiği kız arkadaşlarından biriydi. Okul biter bitmez
de evlenmişti. Önce eskilerden, okul yıllarından konuştular sonra şimdiki
zamandan, mevcut hâllerinden. Adam, önce sevgili eşi Miriam’ı anlattı. Onunla
nasıl tanıştığını... Nasıl âşık olduğunu… Evliliklerini… Çocuklarını… Kanser
tedavisi süresince yaşadıklarını… Miriam’ı kaybetmenin acısıyla iç dünyasının nasıl
dağıldığını ve bir daha ne yaparsa yapsın toparlanamadığını…
Sözlerini bitirince sustu. “Hayat bizden hep bir adım önde. Acılar da öyle. Bizse hep hayatı ve acıları kovaladık, kovalamaya devam
ediyoruz. Çünkü hayatın önüne, acıların önüne nasıl geçilir bilmiyoruz. Bizim
kuşağımızın asıl sorunu budur belki de” diye sessizliği bozdu Gülden. “Benim
yaşadıklarımda en az seninkiler kadar acı” dedi. Gülden kendi yaşamını
anlattıkça, adam acının dikenli yollarının bütün yüreklerde hep aynı çıkmaza
evrildiğini bir kez daha anladı. “Şu hayatta kim, istediği yaşamı, istediği
insanla sonsuza değin sürdürme hakkına sahip olmuş ki, biz sahip olalım” dedi.
Uzanıp Gülden’in elini tuttu. Gülden
evlendikten sonra çocuğunun olmadığını, bütün tedavi yöntemlerini denemelerine
rağmen hiçbir sonuç alamadıklarını söylerken gözleri buğulanmıştı. “Affedersin”
dedi Gülden. Mendilini çıkarıp gözlerini sildi. Derin bir nefes aldı. “Sorun
bendeydi. Eşim evlatlık edinmek istemiyor, soyunu sürdürecek öz evlat hasretiyle
yanıp tutuşuyordu. Her akşam çocuk
meselesini tartışır olmuştuk. Çözümsüzlük evliliğimi çamura bulanmış bir kartopu
gibi yuvarlaya yuvarlaya kin ve nefret çukuruna doğru sürüklüyordu. Oraya
düşersek tuzla buz olup dağılacak ve düştüğümüz dipten belki de hiç
kurtulamayacaktık. Onun uzlaşmaz hâlleri aramızda kapanması güç mesafeleri
büyütünce uzatmadım seçimimi yaptım. Ayrıldık. Uzun süre annemle birlikte
yaşadım. Annemin vefatından sonra ise kendi sularımın derinliğinde bir istiridye gibi
yaşamaya alıştım” diyerek bitirdi konuşmasını.
Adam: “Sonuç ne olursa olsun, hayatın
kusurları ve acıları üstümüze dökülmüş ekmek kırıntıları gibi kolayca silkelenip atılamıyor. Şairin dediği gibi "hayat bir saat gibi kurulamıyor”
dedi. Saatine baktı. “Geç olmuş. Hadi seni evine kadar bırakayım.”
Hesabı ödeyip kalktılar. Gülden: “Evim
yakın. Gümüşdere’de, annemden kalan dairede oturuyorum.” dedi. Dışarıda ayışığı
çekilmiş, yağmur başlamıştı. İkisinde de şemsiye yoktu. Tekrar pastaneye
döndüler. Adam: “Bu güzleğin ortasında zamandan iyi şemsiye mi bulacağız”
deyince Gülden’le göz göze bakışıp gülüştüler. Yağmur hızlanmıştı. Bir ışık
çakımı, dar sokaklardan, tarihi yapıların arasından sızarak etrafı aydınlattı.
Işık çakımının ardından duyulan şimşek gürültüsünün patlayan sesiyle birlikte
bulundukları yerin elektriği kesildi. İstikbal Caddesi karanlığa gömülmüştü.
Gece ipekli bir harmani gibi şehrin bütün kusurlarını örtüyordu. Adam ve Gülden
üşümüş, karanlıktan korkmuş kediler gibi birbirlerine biraz daha sokuldular.
h@nna m.
1 yorum:
Blogunuz oldukça yararlı bilgiler barındıyor.Zevkle takip ediyorum.Zaman ayırmak
isterseniz yeni açtığım bloguma sizi de davet ediyorum.Takip ederseniz çok memnun olurum.Sağlıcakla Kalın.
https://hepfragmanizle.blogspot.com/
Yorum Gönder