Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

25 Nisan 2016 Pazartesi

Sadece okumak değil yazmakta bir çılgınlık


Nisan bitmek üzere. Takvimler mi beni kovalıyor, ben mi takvimlerin rüzgârına kapıldım, bilmiyorum. Evde arızalanan çamaşır makinasıyla uğraşmaktan sıkılınca dışarı çıktım. Tamirci arkadaşımdan "yedek parça" almam gerekiyordu. Yirmi dakikalık bir yürüyüşten sonra Hürriyet Caddesine geldim. Yürürken baharın cıvıl cıvıl yüzünü iyiden iyiye gösterdiğini gözlemledim. Kışlıklar çıkarılmış. Bahar giysileri tiril tiril mağaza vitrinlerini süslüyor. Parklarda oturacak yer yok. Caddeler kalabalık. Simitçinin önünden geçerken susamın enfes kokusu beni kendine çekti. Simitler yeni gelmiş belli ki. Buğusu üstünde, sıcak sıcak. Bir tane alıp çayla birlikte yemek istedim. Yanında karper peynir de fena olmaz. 

Çay içmek için her zaman uğradığım bir mekân var ama biraz ilerleyince çay içmekten vazgeçtim. Tamirciye gidecektim. Ondan da vazgeçtim. Yönümü değiştirdim. Adımlarım beni epeydir uğramadığım sahafın önüne getirdi. Sahafın önünde dizilmiş eski kitaplara baktım bir süre. Tanesi beş liradan satılan karışık dizilmiş kitapların içinde "Lâle Çılgınlığı" dikkatimi çekti. Uzanıp aldım. Yazarı Deborah Moggach. Çeviren Mefkure Bayatlı. Kitabın kapağını çevirip iç sayfayı inceledim. Düzgün bir el yazısıyla "Okumakta bir çılgınlıktır. Mefkure" notu düşülmüş. Çevirmenin kendi el yazısının bulunduğu  bu kitabın buraya geliş hikâyesi nasıldır, nasıl bir yolculuktan sonra ikinci el kitap raflarına konulmuştur kim bilir? Evde biriken kitaplardan, kıyıda köşede atılmayı bekleyen eski eşyalardan kurtulmak isteyen bir aile ferdi (muhtemelen evin kitap değeri bilmez mirasçısı, ya da gündelikçi kadın) yoldan geçen eskiciyi çevirip ucuz pahalı demeden eskileri elden çıkarmış olabilir mi? Her şey olabilir. Her neyse işte. "Lâle Çılgınlığı" diyordum. Kitap onyedinci yüzyılda ve o dönemin Amsterdam'ında lâle soğanı ticareti yapan bir aileyi ve bir ressamın etrafında gelişen olayları anlatıyor. Konusu ilgimi çekti. Kitabı almak istedim. 

İkinci bir kitaba yöneldiğim sırada yanımda duran kadının telefonu çaldı. "Abla sen misin? İyi misin? Konuşabiliyor musun?" diye sordu karşı tarafa. Karşı taraf ne diyorsa sesinde birdenbire suçluluk duygusu belirginleşti, önce alttan aldı kibarca. "Ama abla ben seni kaç kez aradım. Senin telefonundan değil Aynur'un telefonundan arayıp son durumunla ilgili gelişmeleri sordum. Sen telefonla konuşamıyorsun diye Aynur'u aradım abla. Aynur sana benim aradığımı söylemedi mi? Feraye seni soruyor demedi mi? Nasıl olur? Niye söylememiş ki?"

Konuşmalardan anladığım kadarıyla adının Feraye olduğunu öğrendiğim kadıncağız başka bir şehirde yaşayan hasta ablasını çok istediği halde onu ziyarete gidememiş. Gidemeyince ne yapsın. En azından telefonla ablasının sağlık durumu hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmış. Ablası telefonla konuşamayacak kadar hasta olduğu için de incelik gösterip hastalığın seyriyle ilgili bilgileri Aynur'dan almış. Kabahat Aynur'da. Feraye Hanım'ın ablasını sık sık aradığını, hâlini hatırını sorduğunu söylememiş. Ama abla hiçbir mazeret dinlemiyordu anlaşılan. Telefonun öbür ucundan ne söylüyorsa artık Feraye Hanım dayanamadı, sabır taşı çatladı en sonunda. Sesinin tonunu biraz sertleştirdi. "Tamam abla tamam, Hata bende. Kapatıyorum. Sonra görüşürüz" dedi ve telefonu kapattı.

Konuşmayı dinlemek istemedim aslında. Vallahi istemeden kulak misafir oldum. Ani gelişen bir şeydi ve üstelik kitaplara konsantrasyonumu da bozmuştu. "Bilirsin, zarifliğin kanunudur sessizlik" demiştim bir şiirde. Sessizce, sahafla hiçbir şey konuşmadan "Lâle Çılgınlığı"nı rafa bırakıp oradan ayrıldım.

Cadde boyunca güneye doğru, "Kara Sevda" dizisinin müziğini ıslıkla çalarak yürüdüm. Biraz ilerde soldaki sahafa girip sıkı bir pazarlıkla iki kitap aldım. Biri Umberto Eco'dan. "Sıfır Sayı." Diğeri Oğuz Atay'ın öyküleri. "Korkuyu Beklerken." Oğuz Atay'ın iki romanını, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ı okumuştum. Öykülerini topluca okuma fırsatım olmamıştı nedense. Sahafa on lira verip yakındaki AVM'ye geldim. Simit soğumuştu ama çıtır çıtır tazeliğini koruyordu. Bir kafeye geçip çay söyledim. Simitle çayın yanında biraz da peynir olsa ortam şahane olacaktı.. Karper peynirlerden varmış. Garson getirdi üç tane. Hepsini afiyetle yedim.

Çayımı yudumlarken "Sıfır Sayı" nın kapağını açtım. "Bu sabah musluktan su akmıyordu" diye başlıyordu. Bu cümle roman için iyi denilebilecek bir giriş cümlesiydi. Hızımı alamadım ve "ölüm korkusu anılara can veriyor" cümlesiyle biten ilk bölümü okumayı oracıkta, hemencecik bitirdim. 

Çayı bitirip dışarı çıktım. AVM'den içeri girerken elinde tek bir gül dalıyla beklediğini gördüğüm delikanlının aynı yerde sabitlenmiş bir çivi gibi hiç kıpırdamadan beklemeye devam ettiğini farkettim. AVM'ye girip çıkan kalabalığın içinde onun yalnızlığı içimi burkmuştu. Sevgilisi sabrını sınamak için bilerek mi gecikmişti acaba? Veyahut buluşmaktan vaz mı geçmişti? Hüküm yürütmek güçtü. Güneş delikanlının yüzüne vuruyor, elindeki gülün gölgesi bana doğru bakıyordu. Orada, işte o anda ilhamın ışığı bir yıldız gibi parladı, şiir belleğime geldi ve yaz beni dedi. Yaz, kaçırma. 

Artık şiir yazmak istemiyordum. Öykü yazmak istemiyordum. Önceden yazdığım ve demlenmeyi bekleyenleri arada bir burada yayımlayıp bitirdikten sonra her şeyden uzaklaşmak istiyordum. 

Valery, "ilk dize tanrıdan gelen bir armağandır" der hani. Sait Faik'i anımsadım sonra. "Haritada Bir Nokta" isimli hikâyesinde şöyle yazar.

"Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım.

Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım." 

Öyle işte.

Yazmasam delirir miyim. Delirmem ama ilk dize tanrıdan bir armağandı. Gelmişti. Evet, "okumak bir çılgınlıktı" belki ama yazmakta öyleydi sanırım. Dayanamadım, yazdım.

"Biz derin bir yalnızlığın pençesinde 
ve güllere umut vadeden ışığın simyasında ağırlanıyoruz." 

Kalemi cebime koyup tamirci arkadaşın atölyesine geldim. Çamaşır makinasının arızalı parçasını verip yenisini aldım. Eve gelip parçayı yerine monte ettim.

Makinayı çalıştırdım. Çalışmadı.

Şaşırmadım.

Artık hiçbir şeye şaşırmıyorum.

fy


Dip Not
Makinanın yeni diye aldığım yedek parçası da arızalı çıktı. Hata bende değil, arızalı parçayı sağlam diye atölyeye gönderenlerde. Arkadaşın atölyesinden ertesi gün yenisini getirttiğim parça sorunsuz çıktı. Makina şimdi tıkır tıkır çalışıyor.

20 Nisan 2016 Çarşamba

'kendi gerçeğine uzak olanlar'


"İnsanların çoğu, kişisel başarısızlıkları, yetersizlikleri konusunda ya da başkasına verdiği zararlar hakkında kendileriyle yüzleşmekten alabildiğine çekinirler. İnsan doğasının hileli yanlarından biri olan bu durum, yalnızca sıradan ve eğitimsiz insanlara özgü bir hamlık değildir. Sorunun kendisiyle yüzleşmediyseniz eğer, yalnızca bahanelerinizi ya da gerekçelerinizi "entelektüalize" etmekte, "akla uydurmakta" ustalaşırsınız; sorunun kor çekirdeği değişmez. Bu durum ne yazık ki, kendi "karat"ını tartmada; yeteneklerinin sınırları, yapıtlarının niteliği, entelektüel kalitesi ve sanatsal düzeyiyle yüzleşmede ağır sorunlar yaşayan insanlarla dolu kültür dünyamızda da pek farklı değildir ve karşılık bulur. Kendi başarısızlıklarının gerçek nedenlerini anlamak, onlarla yüzleşmek yerine, başkalarının başarısının arkasında kirli ve karanlık hikâyeler aramak, bu tutumun en yaygın biçimde rastlanan örneğidir. Onlara göre, kızdıkları kişi, kadınsa, kesin "veriyordur", "Yahudi" ya da "gey"se, arkasında "lobi"si vardır. Bu gibi ucuz gerekçelendirmelerle kendi maceralarında aldıkları güdük "yaralar" sarılmaya bakılır. Bu kişiler için, pahası ne olursa olsun, kendilerini doğrulamak, gerçek nedenlerini kavramaktan çok daha önemlidir. İçlerinin mekanizması böyle işleyen kişilerin, "sosyalist" , "Müslüman" , "sağcı" , "solcu" olmasının hiçbir önemi yoktur. Kendi gerçeğine uzak olanlar, her yere uzaktırlar ve hem ait oldukları, hem karşı oldukları çevrelere aynı oranda zarar verirler."

Murathan Mungan, syf.222-223

19 Nisan 2016 Salı

Mathilda


"-Léon, sanırım sana âşık oluyorum.
Bu başıma ilk defa geliyor, biliyor muydun?"

                                       Natalie Portman

gün gelir;
bilmediğin her şey buzullar gibi hızla çözülür Mathilda
erir avuçlarında biriken kuzey kutbu
başka bir avuç içinde yalnızlığın erir

çünkü her kalbin
tetikte bekleyen bir ısınma zamanı vardır Mathilda
her kalbin
vakti gelince göğe püskürecek sönmüş bir volkanı

işte o ân gelir, hüznü saran çelik zırh
parmak uçlarında bıçak gibi erir

bir bıçak
ateşle sevişmek ister yumuşayan gövdesinde

bir bıçak
yarasını deli gibi özler su verilmiş cevherinde

oysa kimse bilmez

bir bıçak en çok diğer yüzünü düşler 
fakat görmez
körleşir Mathilda,
köleye dönüşür akrebin soğuk gözlerinde 

fy

13 Nisan 2016 Çarşamba

Merlot / Öykü


"Bütün çalar saatlerin
Derin ve güzel bir suyu vurduğu zamanda
Hızla gelişecek kalbimiz."
Turgut Uyar

Gözlerini araladı. Doğrulup sağ yanındaki komodinin üst çekmecesinde duran defteri aldı. Gördüğü karmaşık rüyadan zihnine kazınan cümleyi sıcağı sıcağına günlüğüne yazdı. “Işıkla kapansın yaraların. Derman gizli bir hazineden bağışlanmıştır.”

Yataktan kalkıp saçlarını topladı. Sabahlığını giyinip salona geçti. Oturduğu koltuğa bitişik kanepeye ayaklarını uzatıp rüyasında ellerini tutan adamın gönlünü okşayan sözlerini düşündü. “Nerede olursa olsun, binlerce el arasında sadece senin ellerini tanırım. Merlot! Ellerimi bırakma. Ben tüm varlığımla seninim.”

Gözlerini kapatıp ellerini boşluğa uzattı. Gecenin laciverdi kumaşına dökülen Fransız şarabı gibiydi zaman. Kapağı aralanmış siyah şişesinden önce uykusuna sonra düşlerine sızmış, oradan da ılık ılık gövdesine yayılırken gördüğü rüyanın doyumsuz tadıyla ruhu sırılsıklam sarhoş olmuştu. Mutluydu. Ayılmak istemiyorum, sonsuza kadar uyumak istiyorum diyerek iç çekti. Başını geriye atarak bir kez daha gözlerini kapadı.

Kırkına merdiven dayamıştı. Yalnızdı. Hiç evlenmemişti. İyi bir işi vardı. Mesleğinde kariyer basamaklarını hızla tırmanırken karşılaştığı, tanıştığı erkeklerin onu yalnızca cinsel bir obje gibi kullanma arzularını, direk gole gitmeyi ima eden yaklaşımlarını hissettiği anda duygusal yaşamını tanrı katından aşağıya itmekten çekinmemiş, “kırkından sonra kırk fikirli olur kimseyi beğenmezsin, korkarım sen evde kaldın kızım” diyen annesine inat sevgiyi, aşkı elle tutmasını bilen, gönül tahtını sesiyle, ruhuyla kucaklamayı önemseyen birisiyle kaderinin kesişebileceği umudunu yıllarca korumuştu.

İş toplantıları için gittiği Fransa gezisinde tesadüfen tanışmıştı Cengiz’le. İstanbul’a dönüşünde tekrar görüşmüşler, bir akşamüstü buluştukları Florya sahilinde tabakta pilav, patates kızartması yemişlerdi ayaküstü. Salıncağa binmek istediğini söyleyince ıssız bir çocuk parkına gitmişler, dönüşte horoz şekeri ve rengârenk balonlar almıştı Cengiz. Sonra el ele tutuşarak denizin kıyısında yürümüş, masumane bir selam çakmışlardı adını koyamadıkları birlikteliğin mendireğine.

İlerleyen günlerde Cengiz’i de dâhil etmişti tek başına yürüdüğü yollara. Sinema, sergi, konserler, kitap fuarlarına gitmek, Girit mutfağına has yemekleri keşfetmek, çikolatalı pudingin çilekli versiyonuna da alışmak, Latin müzikleri, çaça, tango dersleri derken hiçbir şeyle kıyaslanmayacak yepyeni bir hayatın eşiğinde olduğunu duyumsamaya başlamıştı. Kalbi Cengiz'den yana hızla geliştikçe gönül nasıl düşer diyordu bir başka gönüle. İçine düşen mini minnacık bir kıvılcımla gönül, sezdirmeden, yıldırım hızıyla nasıl yakardı insanın ten mülkünü. Ve bir buzul, böyle zamanlarda erimeden nasıl dayanırdı güneşin çıplak suretine.

Gözlerini açtı. Sıcacık, hınzır bir gülüşle “Cengiz” dedi. Bütün soruların tek bir yanıtı var, A) Cengiz. B) Cengiz. C) Cengiz. D) Cengiz diye üst üste sevdiği adamın ismini tekrarladı.

Mutfağa geçip Cengiz’in İspanya’dan getirdiği karamelli çikolata kutusundan birkaç tane aldı. Karameli ağzının içinde yavaş yavaş eriterek, çikolataları yedi. Üstüne buzdolabından çıkardığı “Merlot” dan üç dört yudum içti. Sonra alışılmış, şartlanmış bir refleksle masanın üzerinde duran telefona uzandı. Mesajlar bölümünü açınca o ân içinden geçeni yazıp yazmama tercihinde kısa bir tereddüt yaşadı. İlginç olmaya mı çalışıyorsun diye sordu kendi kendine. Yok. İlginç olmaya çalışmıyordu. Tekinsiz bir düşün içindeydi belki. Sadece görmek ve inanmak istiyordu aşkın üç boyutlu gerçekliğine.

Kararsızlığı geçince omzunu silkti. “Say ki ölüdenizde bulduğun eskil bir yazıtım. Yok tefsir edecek. Kimse yok beni senden başka” cümlesini yazıp mesajı gönderdi.

Yatağa geçti. Her gece koynuna alarak uyuduğu bez bebeğini usulca başucundaki konsolun kenarına bıraktı. Cengiz’in armağan ettiği ve komodinin üstünde duran kitabı kollarının arasına alarak göğsüne bastırdı. Limitsiz ve kuralsız bir rüyanın deminde mışıl mışıl uyudu.

fatih yavuz çiçek


10 Nisan 2016 Pazar

La Spettatrice (izleyici)


İnsan doğadaki haliyle özgür değildir; özgür olmak, kendisine yabancılaşmasıyla mümkün olur. Kendisine dışsal bir küre edinmesi, yani semboller dünyasına dâhil olup eyleme, ifade etme imkânına kavuşmasıyla. Ancak bu, burada iki cümlede tarif ettiğimiz kadar kolay değildir; hele bir kadın için güç ilişkileri üzerine kurulmuş, onu kısıtlayıp kontrol eden erkek egemen bir dilin içinde bir yer edinmek iki kat daha zorludur.

La Spettatrice (İzleyici) de tam olarak bu konuyla ilgilenen bir film. Ana karakter Valeria (Barbora Bobulova) için bir role girmek, bir karakter edinmek imkânsız; bu sebepten ötürü izlemeyi ve iki belirlenim arasında aracı olmayı benimseyebiliyor ancak: Mesleği çevirmenlik. Onun için yeni bir cümle kurmak, kendi hislerini açığa vurmak korkulacak şeyler. Sırtındaki ‘Yin’ ile ‘Yang’ dövmesinin çizgileri üzerinde yaşayan bir karakter, yani ne içinde siyahı bulunduran beyaza ne de tersine doğru ilerleyip konutlayacak bir sembole yerleşebiliyor. Ve bu karşıtlarını kapsayan zıtlıkların arasındaki sınırda iki yanını umarsızca seyrediyor.

Ta ki Massimo’yu (Andrea Renzi) izlemeye başlayana dek. Massimo bir farmakolog. Öyle ki ‘pharmakon’ antik Yunancada hem ilaç hem de zehir anlamına geliyor. Valeria’nın oturduğu evin karşı penceresinde yaşayan Massimo’yu takıntılı bir şekilde takip etmeye başlaması, onun bir maskeden bağımsız, kendi olmaktan çıkmadan da var olabilen biri olduğunu ummasından kaynaklanmaktadır. Massimo’nun filmde ilk karşımıza çıkışı, köpeğine yardım etmek için telaşla sokakta taksi aramasıyla olur: ‘Ne kadar da hayvansever bir erkek’ diye düşünür kız; ona âşık olur (?)

Şaka bir yana, film de kendine dışsal olan küreyi ‘aşk’ olarak belirler. Herkesin bir beklentisi olduğunun farkındadır kadın. Bu bir sır değildir onun için; soru hangi beklentilerin ne kadarını karşılayabileceğidir. Aralarına katılmayı, yalancı döngülerinin bir dişlisi olmak diye düşünmektedir. Onların inandıklarına inanıyormuş gibi davranmak, elinden geldiğince susmak ya da duyulması istenenleri dile getirmek, Valeria’yı giderek daha da içine kapanık biri haline getirmektedir ve narsistik kırılmanın gerçekleşmesi her geçen gün daha da zorlaşmaktadır. Asıl etkileşim bir başka tesadüf sayesinde gerçekleşen ikinci karşılaşma ile olur. Simültane çevirmenimiz psiko-farmakologun bir seminerdeki konuşmasını bir başka dile taşımakla yükümlüdür; sanki onun hastalıklarından bahsediyordur, kulaklarındaki tanıdık gelen ama hiç tanımadığına emin olduğu ses. Sanki onu araştırıyor, onu açıklıyor ve bir bakıma onu içeriyormuş gibi gözüken bu adamın karşısında, aynanın karşısına geçtiğinde bile sohbeti başlatmayı yansımasından bekleyen kadın afallayıp kalır, nefesi kesilir ve çeviri, yani aradalığı sekteye uğrar.

Ve artık bu yapayalnızlığını, içinde olanı dışarıda gösterememeyi aşmak için tek çaredir ‘aşk’, yani kendinde bulduğunu bir başkası için de temsil edebilme ve hatta buna tüm kalbiyle güvenebilme imkânı. Peki, nasıl olur da aşk onu bu çıkmazdan kurtaracaktır? İki uçtan birini ev arkadaşının erkek arkadaşından yaptığı ve hepimize çok tanıdık gelen bir alıntıyla yakalarız: “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.” Massimo’nun Torino’dan Roma’ya taşındığını öğrenen Valeria’nın asıl sıkıntısının kendine erişmek, tekrar tam olmak olduğunu ana karakterimizin annesine koşmasıyla anlarız. Anne tabii ki evde yoktur; çünkü tekrar tam olmak demek, ‘ölmek’ ile eşdeğerdedir ve anne himayesine geri dönmek, bu semboller sistemine bir kere dâhil olduktan sonra mümkün değildir. Ev arkadaşının, sevgilisiyle tren garında yeniden buluşmalarına tanık olduktan sonra hiç düşünmeden aşkın peşinden Roma’ya gidecektir.

Roma’da Massimo’nun ‘müsait’(!) olmadığını, evli olduğunu öğrenir. Adamın çalıştığı yerden ayrılmakta olan karısının (Brigitte Catillon) arabasının önüne atar kendini Valeria; burada amacı ölmek mi yoksa bu ikili ilişkiye eklemlenmek mi bilemiyoruz. Ancak rastgele Balthazar ister istemez kendini Flavia ve Massimo’nun arasında bulur ve yazı ile söylevin, kötü bilgelik ile iyi felsefenin arasındaki Platon gibi bu noktadan itibaren içeridedir.

Ceza hukuku profesörü olan Flavia ile Valeria yakınlaşırlar. Massimo’nun karısı izleyicimize yeni bir rol verir. Bir nevi çevirmenlik yapacaktır Valeria; ancak bu kez iki dil arasında taşıyıcılık yapmak yerine sözü yazıya dökecektir. Kitap ise Flavia’nın beş sene önce kaybettiği kocasıyla ilgilidir. Burada da aşkın diğer ucuna işaret eder film: “Gözden uzak olana duyulan aşk ile karşılaştırıldığında, gözünün önünde sürekli değişmekte olanın aşkı hiç kalır.” Artık elimizde erkek egemen dili içselleştirmeyi başarmış, Apollon’un mükemmel düzenine bir ideali kendine referans alarak erişmiş, ifade etmekte başarılı ama duygularını bir kenara bırakmış kadın, ne cevap alacağını iyi hesap edebilen ve duygularını deneyimlerine alet etmekten çekinmeyen, sonuca yönelik yaşayan, hayatını ilaçlar bularak kazanıp ditiramp söyleyen adam ve başından beri olduğu gibi bu iki uç arasında mekik dokuyan izleyici var.

Ardından üçüncü küreye açılıyor ve skalanın iki yanına yerleştirdiğimiz sabitlerin değişkenliklerini gözlemlemeye başlıyoruz ana karakterimizle birlikte. Kendine değişmez bir dil edindiğini düşünerek ‘huzur’ içinde yaşayan Flavia’nın kırılganlığı ile yüzleştiriyor film bizi ve onun kendi önüne koyduğu amaca ulaşmasıyla yavaş yavaş parçalanmaya başlamasına tanık oluyoruz. Karl Marx’ın da doktora tezini onun doğa felsefesi üzerine yazdığı Demokritos’un; mutluluğu, hazzın ölçüsü olarak tasvir etmesine ölmüş kocası seveceğinden ötürü gülümserken orta yaş bunalımında buluveriyor kendini, Massimo’ya veda etmesinin hemen öncesinde. Diğer taraftan Massimo ise karmaşanın içinde kafasındakileri bir düzene oturtmak iddiasından sıyrılıp yerleşik birimlerin olduğu yana doğru eğiliyor. Flavia’nın ikiyüzlülüğündense Valeria’nın suskunluğuna ve kararsızlığına meyledip bir başkasının düzeninde karmaşasını muhafaza etmek yerine, birlikte ortak bir yapı oluşturmaları daha kolay gözüken boş kümeyi tercih ediyor.

Birinin sevgilisi, ötekinin arkadaşı, berikinin evladı olamayan Valeria ise bir başkası üzerinde anlayabiliyor ve onlarda görebiliyor ancak kendini. Yabancılaşmak ve başka birisi olmak arasında kaldığından Massimo’ya karşı hissettikleri de ancak Flavia’ya bir aracı olarak sahip olduğunda anlam buluyor. Tıpkı farmakologun seminerde bahsetmeye başladığı patolojik üzüntü ve depresyon arasındaki fark gibi; tutkularından kaynaklanan duygulanımlar ve kendisine verdiği değerle ilişkili ruhsal durum arasındaki git-gele karşı bir zırh gibi siper ediyor kendine yeni patronunu ve sözde arkadaşını. Massimo’yla arasındaki platonik ilişkiyi korumak için Flavia’yı kullanıyor ve kadının aradan çekilmesiyle büyü bozuluyor. Ve film belirsizliğe olan aşkı galip getiriyor.

Sonuç mu? Sonucun olmadığı tabii ki! Biraz daha yalancı ve açıklamalardan bir adım daha uzakta buluyor ‘izleyici’ kendini, Valeria’nın Flavia’ya bıraktığı veda mektubunda kullandığı kelimelerle su yüzüne çıkmaktan da derinlere dalmaktan da eşit derecede uzakta. Var olabilmek bize antik düşüncenin dayattığı Gaia kuyusu; varoluş, var olmaya yeltendiği her seferde kendini çırılçıplak buluyor. Derridacı deyişle sözün iktidara gelişi, sesle yazının zorunlu tersine çevrilişi, ifadenin ardında bıraktığı izlerinin peşinde her seferinde ‘Logos’a varıp ifadesiz kalmayı emrediyor. İtalyan yönetmen Paolo Franchi de ilk uzun metraj film denemesinde bunu gayet açık betimliyor. Var olamamanın, anlatamamanın sancısı ete kemiğe bürünüyor.

Onur Tüfekci

9 Nisan 2016 Cumartesi

Yansıma


herkes kendi görüntüsünün yansımasını taşır sonsuzlukta
ve herkesin görüntüsü bir yansımadır boşlukta
kimse bilmez ama bu da bir yalnızlıktır

ve yalnızlık iç içe geçmiş halidir suskunluğumuzun

deniz ve toprakla kesişen yüzümün kıvrımlarıdır
beni bir güle meyleden
bazen bir uzaklığın getirdiği ses kadar düşündürücü
bazen de hiç düşünmediğimiz hazlarımız kadar ürkütücü
ses bunlar diyorum kendi kendime ses, yalnızca ses

aslında herkes de gizliden bir süveyda var
kelimeleri nereye koydumsa durmadılar
acı duydum, acı gördüm herkes de

ne çok insan sesidir bu kalabalık
içimizde dolaşan bir furuğ yalnızlığı
yüzümüzde werther çiziği bir eda

ve insan bir kelime oyunudur varla yok arasında
herkes acıları kadar özgürdür
unuttuğu kadar esir.

Meriç Aydın
Emegin Sanatı/Şubat 2015, Sayı: 165

6 Nisan 2016 Çarşamba

Ayna İnsan 18.sayı


“Biz “kolektivist roman” talep ettiğimiz zaman, insan ilişkilerinin, sosyal hayatın, aşkın ve içinde yaşadığımız hayatın tamamının yeni ahlakı ve hayatı çözmenin yeni yolunu oluşturan o yeni görsel açıdan ele alan bir roman talep ederiz.”

Umberto Eco


Ayna İnsan 18. sayısıyla okurla buluşuyor. Derginin 18. sayısında Birtan Yücel, Esat Selışık, Nazmiye Arısoy, Regiman Deniz, Semiha Kavak, Tülay Kale deneme, kitap, film inceleme yazılarıyla, Eyyüp Yıldırmış, Fatih Yavuz Çiçek, Tuba Dere, Vefa Yiğiter öyküleriyle yer aldılar. 18. sayının şairleri Abdullah Eraslan, Altay Taşkın, Ercan Dansuk, Filiz Soydaş, Hasan Ildız, Lacivertiğnedenlik, Mehmet Hemdoğlu, Metin Dikeç, Naime Erlaçin, Nilgün Aras, Nur Ulusoy, Sertaç Gereç, Tolgay Hiçyılmaz, Zeynep Merdan ve Zeynep Sina Ersan.

Ayna İnsan; İz Bırakan Şairler bölümünde Eugéne de Guillevic'i andı.

19. sayıda buluşmak dileğiyle.

İçindekiler

Ayna İnsan/Sunuş: Umberto Eco’yu Sonsuzluğa Uğurlarken                        
Birtan Yücel/1984: İktidar ve Yabancılaşma
Esat Selışık/Tanrı’yı Oynayan Adamlar
Nazmiye Arısoy/Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ünde Göç Ve Göçmen Olgusu
Regiman Deniz/Yalnızlar Rıhtımı
Semiha Kavak/Günümüz Aynasından Gölpınarlı’ya Bakmak-II
Tülay Kale/Deniz Feneri
Eyyüp Yıldırmış/Martılar Nerede
Fatih Yavuz Çiçek/“Gün Ola Umut Yetişe”
Tuba Dere/Adı Konulmamış Kediler
Vefa Yiğiter/Zamanın Suç Ortağı

İz Bırakan Şairler: Eguéne de Guillevic
                                    
Ve şiirleriyle,

Abdullah Eraslan/Gece Gelen Mektuplardan
Altay Taşkın/Şu Gök Ne Çok Yokuş
Ercan Dansuk/Girdap
Filiz Soydaş/Yarım Kalır
Hasan Ildız/Ayın Tutulduğu Akşam
Lacivertiğnedenlik/Hiç yaprak yok
Mehmet Hemdoğlu/Nerede
Metin Dikeç/ırmak dersem çık
Naime Erlaçin/Öptüm Acıyan Yerlerinden / Topal Kuğu
Nilgün Aras/Epherda
Nur Ulusoy/Yağ Yağmur
Sertaç Gereç/İntihal Sevdalar
Tolgay Hiçyılmaz/Kaybolmuş Noktürn
Zeynep Merdan/Hırkası Pembe Pamuk Şekeri Derviş
Zeynep Sina Ersan/Batıyoruz Kaptan


Kabahatler Kitabı


Anayasa'nın 2.Maddesi "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir" der.

Türk Dil Kurumu ise Hukuk kelimesini "toplumu düzenleyen ve devletin yaptırım gücünü belirleyen yasaların bütünüdür" diye tanımlıyor. 

Arapça “hak” kelimesinin çoğulu olarak dilimize geçmiş olan hukuk, insanların doğuştan sahip oldukları hak ve hürriyetlerini tam, eşit, sürekli güvenlik içinde kullanmalarını, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kullanırken de “adalete yönelmiş toplumsal yaşama düzeniyle”(Yasemin Işıktaç, Bir Hukuk Tanımı Vermenin Zorunluluğu) ilgilenir ve konusu gereği “hayatın gerçeklerinin idrakinde” edebiyatla aynı kompozisyonda örtüşür.

Niçin ve nasıl örtüşür?

Çünkü; “hukuk insanı ve ona ait her şeyi tanıma, tanıyabilme sanatıdır. Bize insanı tanıtacak en önemli alanlardan biri de kuşkusuz edebiyatın da dâhil olduğu sanatın tâ kendisidir. Sanat değişik alanları ile bizde sadece estetik bir duygunun gelişimini sağlamaz; insanı tanımamızı ve onu anlamamızı da kolaylaştırır” (Dç.Dr. Sezgin Seymen Çebi, Sanatsız ve Edebiyatsız Hukuk Yumurtasız Omlete Benzer)

Metin Dikeç Kabahatlar Kitabı'ında işte tam da yukarıda açıklamaya çalıştığımız şeyi yapıyor. Mesleğinin konusu gereği "hayatın gerçeklerini" edebiyatla aynı kompozisyonun içinde birleştiriyor.

İvan İlyiç ya da yargıcın Trajedisi, Gogol'ün Palto'suna Sığmayanlar, Mahkeme Kapısı'nın Aralığından, Ali'ler Katledilir, Filiz'ler Hep Örselenirken, Şiiri Ve Düşüncesi İzleğinde Rainer Maria Rilke, Bastiani Kalesi Nerede, Barbarlarımız Kim Bizim?, Dirina'dan Mostari'ye Yapanlar, Yıkanlar, Yazanlar başlıklı yazılarının ardından Edebiyat Hukukun Neyi Olur sorusunun yanıtını aramaya başlayan Metin Dikeç kitabın 139. sayfasında okurun merak ettiği soruyu yönelterek cevabı da yine kendisi veriyor.

"Gelelim bunca söz içre sadede varamamaktan ötürü birçok okuyucunun sabırsızlıktan çatladığı (?) soruya. Edebiyat ve şiir okumak, sanatla ilgilenmek zaten her gün yüzlerce sayfaya varan teknik metinler okumaktan sıdkı sıyrılan hukukçunun ne işine yarayacaktır?"

Sorunun yanıtını 144.sayfada veren Metin Dikeç'in yanıtı bir hayli anlamlı.

"Edebiyatın ve şiirin değeri 'bilincimizi değiştirme gücünden' gelir. Bilincimizin gelişmesi bize yaşamı anlamlandırma ve değiştirme gibi, parayla, statüyle, mevki ile ölçülemeyecek büyük bir kazanımdır. 

Yalnızca bu mu? Edebiyat bize başka dünyaların, yaşamların kapısını aralarken, ömrümüzde belki bireysel deneyimlerle elde edemeyeceğimiz 'varlık/hakikat' bilgisini sunar, yaşayamadıklarımız ve göremediklerimizden örneklerle var oluşumuzu anlamlandırır. Kısaca edebiyat ve şiir bizi daha çok 'insan kılmaya' yarar.

İnsan olmak ve insan kalmak.

İnsanoğlu bunu layıkıyla becerdiğinde yeryüzünde onun "kabahat"lerinin 'k'sından eser bile kalmayacaktır muhtemelen ve suçtan, öfkeden, nefretten arınan insan güzelleşecektir.

Ve Dostoyevski'nin ifadesiyle "dünyayı güzel kurtaracaktır."

Güzel kalın.

fy

1 Nisan 2016 Cuma

Düşman Yaratmak


Toplum olarak gerilimi yüksek ve zor bir dönemden geçiyoruz. Artan terör olayları, canlı bomba eylemleri, artık kanıksanan, sıradan bir habermiş gibi okunup dinlenen şehit haberleri, çocukların cinsel istismarı, sonu gelmeyen kadın cinayetleri, çocuk cinayetleri, adaletsiz dağıtılan milli gelir, iyice dibe vuran yoksulluk ve daha niceleri.

Dün telefonla konuştuğum kadim bir arkadaşım son dönemde duyduğu, okuduğu olumsuz haberler yüzünden neredeyse nefes alamaz hale geldiğinden yakınıyordu. Arkadaşım kendince haklı elbette. Bu toplumda iyi kalmak, erdemli insanların bunca pisliğin ortasında kirlenmeden yaşama arzusularını anlamak için filozof olmaya gerek yok. Fakat ne yaparsak yapalım bu ülkede "kötülük, iyiliğin önünden koşmaya devam ediyor."

Gazete okumuyorum. Okunacak gazete mi kaldı Allahaşkına ki gazete okuyayım. Özellikle izlediğim bir köşe yazarı da yok. Burada biraz megalomanlık yapayım. İç sesim gazetelerde günlük köşe yazısı üretenlerin bir çoğundan daha iyi köşe yazıları oluşturabilecek birikim ve donanıma sahip olduğumu fısıldıyor bana. Onlardan eksik bir yanımın olmadığını, onların güdümlü yazılarına ihtiyacımın kalmadığını üstüne basa basa söylüyor. 

Geçenlerde Ankara'nın göbeği Kızılay'da meydana gelen ve sonuçları içimizi çok fena acıtan canlı bomba eyleminin yapıldığı günlerde Umberto Eco'yu okuyordum. Eco'nun "Düşman Yaratmak" isimli kitabını.

Kitabın içinde Eco'nun çeşitli zamanlarda kaleme aldığı denemeleri var. Kitabın girişinde yer alan "Düşmanı inşa etmek" başlıklı denemesinde müthiş tespitleri var. Ve yine kitabın 193.sayfasında yer alan "Velinalar ve sessizlik" başlıklı denemesi sanki birçoğumuzun zihnini kurcalayan sorular için yazılmış gibi.

Altını çizdiğim satırlarda Umberto Eco şöyle diyordu.

"Ben hep şöyle düşünmüşümdür: eğer ertesi günü gazetelerin benim bir kabahatimden söz edeceğini ve bunun bana ciddi boyutta zarar vereceğini bilsem, yapacağım ilk şey, gidip karakol yakınlarına bomba koymak olur. Ertesi günü gazetelerin baş sayfaları bu olaya ayrılır ve benim küçük kişisel skandalım iç sayfalardaki yerel haberlerin arasında yer alır. Kim bilir kaç bomba, sırf baş sayfalarda başka haberlerin yer alması amacıyla patlatılmıştır. Bomba örneği fonetik açıdan da son derece uygundur, çünkü geri kalan her şeyin sessizliğe gömülmesine neden olan çok büyük bir gürültü çıkarır.

Gündemi gizleme amaçlı gürültü. Gürültü yoluyla sansür ideolojisi bence Wittgenstein'a uygun şekilde ifade edilebilir: susulması gereken konularda çok konuşmak gereklidir. İki başlı buzağılar ve küçük hırsızlıklar, yani eskiden gazetelerin en sonunda yer alan ama günümüzde kırk beş dakikayı çeşitli bilgilerle doldurmaya ve insanların asıl verilmesi gereken bilgilerin verilmediğini fark etmesini engellemeye yarayan küçük haberlerle dolu olan Televizyon Haber Programı, bu tekniğin baş örneğini oluşturur. (...) Gürültünün asıl güzel yönü de, gürültü arttıkça  ne dendiğine daha az dikkat edildiğidir. (...) Gürültü yapmak için haber uydurmaya gerek yoktur, gerçek ama önemsiz bir haberi yaymak yeterlidir, sırf haber olarak sunulmuş olması şüphe uyandırmaya yetecektir. (...) Gürültünün ilginç mesajlar aktarmasına da gerek yoktur, çünkü mesajlar üst üste biner ve gürültü yaratır. Bu gürültü bazen aşırı bir bolluk halini alır.

Tek gerçek enformasyon aracı olan fısıltı ise sadece sessizlikte işe yarar. Bütün halklar, hatta en sansür yanlısı diktatörün baskısı altındaki halklar bile, fısıltı sayesinde dünyanın geri kalanında olanlar hakkında bilgi sahibi olmayı başarmıştır. Editörler kitapların reklam veya eleştiriler sayesinde değil, Fransızcası bouche â oraille, İngilizcesi Word of mouth, İtalyancası passaparolla olan ağızdan ağza yöntemiyle çok sattığını bilir; kitapların başarılı olması, fısıltı sayesinde olur. Sessizlik durumu kaybedildiğinde, tek temel ve güvenilir iletişim aracı olan fısıltıyı duyma imkânı da kaybedilir. (...) Dolayısıyla İtalyan halkını hikâyelere değil, sessizliğe davet ediyorum."

Tespitler ilginç ve bir o kadar da zihin açıcı değil mi?

Kendi adıma konuşarak belirtmek istiyorum ki Eco'yu okumaktan her zaman keyif almışımdır. Eco okumak en sıkıntılı dönemlerimde bana ilaç gibi gelir.

Konuyla direkt bir ilgisi yok belki ama bütün olumsuzluklar içinde elektronik posta kutuma düşen ve beni gülümseten şu iletiyi de sizlerle paylaşmadan geçmek istemiyorum.

"Bir çöp torbası firmasının 1000 kadın üzerinde yaptığı ankette ilginç sonuçlar ortaya çıktı. “Neyi çöpe atmak istiyorsunuz?” sorusuna 230 kadın, “Kocamı” cevabını verdi. 210 kadın ise “Huysuz, kaba ve duygusuz insanları” diye yanıtladı. Üçüncü yanıt ‘işler’ olurken anketteki diğer yanıtlar ise sıkıntılar, eski mobilyalar ve ağrılar oldu."

Kervankıran isimli öykümde şöyle yazmıştım.

“Kanıyorum... Oluk oluk kanıyorum. Zihnimin içinde beni huzursuz, toplumu mutsuz kılan ne varsa hepsini ama hepsini toparlayıp, yeryüzündeki çakma firavunların başından aşağı, hayır, ruhlarının deliğinden içeri bodoslama -evet aynen öyle- bodoslama bir şekilde ve sanki lağım çukuruna bir çöp aracını boşaltırcasına bütün öfkemi döke saça, çığlık çığlığa boşaltarak, rahatlamak istiyorum."

Ya siz sevgili okurlar, evet, siz.

Neyi çöpe atmak istiyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?

fy