Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Ekim 2014 Perşembe

Hüzün, Tılsım ve Güzelliğe



I
kalbine giz ağacından bir düşevi kurmalısın Azelya,
kalbine Berlin Duvarı çekilmeden,
             omuzlarına sarmâşıktan kanatlar dikmeyi
berfini,
akrebin girift dansını
öğrenmelisin;
rüzgârla sevişmenin o sımsıcak,
                             o dayanılmaz
                                   hafifliğini

çünkü yaşam;
zamanda parçalanmış en karmâşık puzzle’dır
ve bir yürekten diğerine göçmek,
aşkla
evet, sadece aşkla bütünleşmek içindir Azelya

âh ene’m, âh tılsımlı bel canto!
sen kitabene ateşten ziyade kar
pencerene gökyüzü motifleri çizmek istiyor olsan da
“rüzgârı yüzünde hissetmedikten sonra 
kanatların hiçbir önemi yoktur”*
öğrenmelisin;
hayatın o delifişek elâ bilgisini

II
kalbine giz ağacından bir düşevi kurmalısın diyorum Azelya
bu bir tedbir;
bu dilek denizden sana üflenmiş bir kopya

kim bilir,
günün birinde her şeyi yakmak gerektiğinde
yani kanatlarımız kırılmış, mut ormanları çok geride
payımıza büyük puzzle’dan biraz kuşe kâğıdı,
biraz iplik,  
bize uçmaktan başka hiçbir alternatif kalmamışsa
o zaman gülümse…
kırmızı bir kelebek ağacı gibi
gülümse.

rüzgâra aldırmadan ipini kıralım uçurtmaların
ki elbet bir bulutun bahçesine düşer
Leyl’in tanrısal mühründe bütünleşir ömrümüz

Fatih Yavuz Çiçek


*City Of Angels

Uzak Tepeler


"Çocuklarıyla, sefil kocalarıyla uğraşmaktan başka bir şey yapmayan o kadar çok kadın var ki, hepsi de oldukça mutsuzlar. Ama cesaretlerini toplayıp da bunu değiştirecek bir şey de yapmıyorlar. Yaşamlarının sonuna kadar bu böyle sürüp gidiyor."

Kazuo Ishiguro/Uzak Tepeler, syf.79
Çeviri: Pınar Besen

Acıbesk


"Aynı ipin üstünde yürüyen iki cambaz gibi birbirimizin dengesine tutunarak yürüyorduk. İpin dışında var olacağımız başka bir dünya yoktu. Farkındaydık. Gösteri bittiğinde zamanı soyutlayarak sığınabileceğimiz herhangi bir ada ya da üstünde uçarak mekân ve boyut değiştirebileceğimiz sihirli bir halımız yoktu. Böyle nefes aldığımız sürece imgeler sirkine mahkûmduk. Ne hissediyordun bilmiyorum ama benim için bu gerçeği bütün çıplaklığıyla kabullenmek, bildiğim bütün keskin yanlarımı törpüleyen ve görünmeden çalışan düş öğütücü bir alete dönüşmüştü sanki. Hayat; tıpatıp, gözyaşları içinde izlediğimiz "Acı Hayat" filminin senaryosu gibi yürüyordu. Filmin sonu da bizim sonumuz da belliydi ve mevcut koşullara bakıldığında ikimizi bekleyen "acı son" gayet olağan görünüyordu. Çünkü her şeyin, herkesin bir yerlerden güç aldığı dünyada acı, insanın hayatın içine işleyen imkânsızlığından, imkânsızlığın sönmek nedir bilmeyen nârından alıyordu bütün gücünü. 

Bizse zayıftık. Sürekli aynı ipin üstünde yürümekten yorgun, güçsüz, finale doğru koşar adım sürükleniyorduk. 

Mutsuzduk.

Mutsuz, mutsuz, mutsuz..."

fy

29 Ekim 2014 Çarşamba

Soru ve Yanıt


"İstanbul'u özlüyor musun?" diye sordu telefondaki ses.
"Evet," dedi Gökdeniz. "Elbette özlüyorum. İstanbul bütün özlemlerin atasıdır çünkü." 

Caz


"Caz, dünyanın bin bir parçaya ayrılmasını engelleyen, gökyüzündeki yıldızların hoş şekiller halinde kümelenmesini sağlayan şeydir. Tüm notaları birbirine iliştirir, toplar ve armoniyle çınlamalarını sağlar. Caz olmasa bu farklı sesler ölü kuşlar gibi gökyüzünden dökülür. Bunu inceleyemez insan. Ayrıştırmaya kalkıldığında bunun bir mantığı yoktur, gerçekte bir başlangıcı ya da sonu yoktur; bir kâğıdın üstünde art arda yazılmış bir sürü notadan ibarettir."

Jamal Mahjoub/Kayıp Enlemler, syf. 149

28 Ekim 2014 Salı

Kayıp Enlemler


"Dünyanın değiştiğini düşünmüştük; değiştirebileceğimizi düşünmüştük, bizim gibi yenilikçi insanlara, hiçbir kalıba tamamen sığmayanlara bu dünyada bir yer olabileceğini düşünmüştük.Dünyanın büyüdüğünü bizi içine alacağını düşündük. Ama şimdi bakıyorum da aslında bunun tam tersi oluyormuş." syf. 80

"Gerçek de ışık gibi bükülüyor uzaklaştıkça." syf.110

"İnsanları ilgilendiren hikâyelerdir: İnsanı duygulandıran, kalbini küt küt attıran, gözlerine yaşlar dolmasına neden olan, kızgınlıktan gözünü döndüren hikâyeler." syf.138

Jamal Mahjoub/Kayıp Enlemler
Çeviri: Şirin Okyayuz Yener

27 Ekim 2014 Pazartesi

Dilruba'nın "Göğsündeki Gökyüzü"


Leyla Karaca'nın Ferfir Yayınları tarafından 2013 yılında yayımlanan kitabı "Göğsündeki Gökyüzü," roman kahramanı Dilruba'nın kendi içine doğru çıktığı yolculuğu ve yolculuğu esnasında duymak, görmek, koku âlemlerine varışını, orada yaşadığı fantastik olayları mistik bir izlek üzerinden anlatıyor.

Roman; üniversite öğrencisi Dilruba'nın gördüğü bir rüyayı yorumlatmak amacıyla Safranla tanışması, orada, içine doğru çıktığı yolculukta Keşşafla karşılaşması ve Keşşaf'ın Dilruba'dan göğsündeki gökyüzünün fotoğrafını çekmesini istemesine, kendi göğsündeki gökyüzünü arayan Dilruba'nın hakiki aşkı ararken mecazi aşka tutulmasına, tutulduğu mecazi aşktan, kendisine yol gösteren Keşşaf'ı dinleyerek uzaklaşmasına odaklanıyor. 

Dilruba'nın kendi içine çıktığı yolculuk, tasavvufi bir yolculuk olduğu için, roman kurgusunda ve yazarın biçeminde İslâm mistizmi yoğun bir şekilde hissediliyor.

İslâm mistizmi diyoruz, çünkü Prof.Dr. Kenan Gürsoy, "Bir Felsefe Geleneğimiz Var mı?" isimli kitabında konuyu şöyle açıklıyor: "İslâm mistizmi şeklinde de değerlendirebileceğimiz tasavvuf, kişi temelinde yaşanan dinî tecrübeyi en içsel noktadan yakalayarak bunu, düşünce, estetik zevk ve ahlâkla bütünleştirmeye gayret eden bir tavra işaret eder.

Fakat o, daha önceki bahislerde, felsefe için ifade edildiği şekliyle, "kendisini akılsal nedenlerle meşrulaştırabilme, haklı çıkarma iddiasında olan entelektüel bir faaliyet biçimi" değildir. Hatta felsefede cevaplardan çok sorulara dayalı olarak gelişen mesafeli yaklaşım, tasavvufta yerini, verilmiş olanla daha bir kucaklaşmaya ve onun iç anlamlarında daha bir derinleşmeyi sağlayan bir kabüllenişe bırakmıştır. Sadece, içten kavranabilecek olan özüyle bireysel coşkunun egemen olduğu  bir buluşmayı özlemesi, tasavvuf'un sistematik düzeyde kendini kanıtlama ihtiyacında olmadığını da bize göstermektedir. Bütün mistik tavırlarda olduğu gibi, böyle bir yöneliş, (felsefenin istemiş olabileceği gibi) akıl yürütmelerle sürdürülen ve neden-sonuç ilişkilerinin sağladığı bir açıklama çabası değil, içinde veya karşı karşıya bulunulan Varlık ( ya da Hakikat) alanına bir nüfuz ediş, onda kendini fark ediş ve bu yolla yine kendini bir "sır" halinde öznel olarak yakalamayı arzulayıştır."

"Göğsündeki Gökyüzü" roman boyunca okura bu sırrı, bu arzulayışı duyumsatmaya çalışıyor. Dilruba'nın, romanın yan karakterlerinden Müdrikle yaptığı konuşmalarda zaman zaman öne çıkan felsefi, derinlikli ve altı çizilecek söylemler, yazarın felsefe eğitimi görmesi, şair kimliği ve felsefi konulara hakim olmasından kaynaklanıyor denilebilir. Ki sözünü ettiğimiz derinlikli cümleler sadece Müdrikle yapılan konuşmalarda değil, kitabın diğer bölümlerinde, iç monologlarda da kendini hissettiriyor, okuru meraklandırmayı, kitabın içine, Dilruba'nın iç dünyasına çekmeyi başarıyor. 

Romanda geçen Ankara ve A4 bildirimlerinden ODTÜ öğrencisi olduğunu tahmin ettiğimiz Dilruba'nın ilk defa karşılaştığı ve sonra üç-dört kez buluşup konuştuğu Tuğrul'a mecazi aşkla tutulması, ilk etapta, günümüz şartlarında böylesi bir aşkın olamayacağını düşündürtse de, ilerleyen sayfalarda,  "yıldırım aşk" niçin olmasın dedirtiyor. Çünkü Dilruba'nın Tuğrul'un fiziğinden ziyade onun kokusundan etkilendiği "koku âleminin" anlatıldığı bölümde daha net ifadelerle somutlaştırılmış.

Beşyüz sekiz sayfalık kitabı okumayı bitirdiğimde, romanda anlatılan bazı ayrıntılar daha kısa tutulabilir miydi diye düşünmeden edemedim. Örneğin; yazar, Dilruba'nın dergâha yolculuğu sırasında otobüsün içinde geçirdiği zamana ait detayları fazla uzatmadan geçebilir ve dergâha ikinci sefer gidişi sırasında ilk yolculuktan anımsadıklarını tekrar etmek yerine okurun hafızasına güvenmeyi tercih edebilirdi.

Bütün bu yazılanların okunmasından sonra akla şu soru gelecektir. Dilruba, "Göğsündeki Gökyüzü" nün fotoğrafını çekebiliyor mu?

Merak edenler için yanıt, romanın içinde...

fy

25 Ekim 2014 Cumartesi

Gerçekler ve Yalanlar


"Söylenen yalanlar, gerçeğin delillerini kaygan sözcüklerin içinde saklar."

fy

The Lıfe


Tiril Tiril


Biri "ateşler içinde yan" diye beddua mı etti, yoksa nazar falan mı değdi, bilmiyorum. Bir hafta oluyor, hastayım. Üşütmüşüm sanırım. Burnum akıyor. Ateşim var. Her tarafım ağrılar içinde. Kullandığım ilaçlar, bitkisel çaylar vs. etkili olmadı nedense. Gövdemin kırgınlığını bir türlü atamadım ve giderek dibine doğru çöktüğüm arpalık kuyusunda bir tortu gibi yaşamaya devam ediyorum hâlâ.

Jerzy Kosiński'nin "Boyalı Kuş" isimli kitabını okuyorum bir yandan. Farkındayım. Yaşamımdaki hiçbir şey, hiçbir ayrıntı, mezarlıkta, ölülerin arasında tiril tiril sevişmekten daha güzel, daha çılgınca ve "zamanın dışında" geçmiyor; ben, ateşle arasındaki mesafeleri koruyan bir buz kütlesi gibi soğuk kuzey iklimini sürdürüyorum ömrümde.

fy

Merhamet


"Yaralı bir ceylan gibi bak, merhametimden vur beni."

fy


16 Ekim 2014 Perşembe

Göğsündeki Gökyüzü


"Aşk, saplantı, öfke, kendine acıma gibi öz yıkıcı duygularla birleşmeye başladığında tehlikeli bir hal alır. İnsan,  kendini örseledikçe duygularını fark etme ve onları ifade etme becerisini de yitirmeye başlar. Olumsuz düşüncenin ve benim durumumdaki  bir insanın yalnızlığının belki de en kötü tarafı insanı eylemsiz bırakmasıdır. Bunlar böyledir de,  aşkın en acı etkisi haddizatında insanda öz yıkıcı bir bakış doğurmasıdır. Ama bir farkla! Aşk, siz yok olurken sizden boşalan yere aşkın biricik öznesini itina ile koyar. Bu yüzden aşk, her şeyi feda ederken, bu her şeye kendinizi de katmanızı ister, pürüzsüz bir tenhalık tercih eder gönle teşrif edebilmek için. Yine bu yüzden aşk açıkça bir kendini reddediştir.

Çatallaşan bu yolda güvenli bir vadiye ulaşmanın tek yolu, bir insana duyduğunuz aşkın hiçbir zaman sizi güvenli bir vadiye çıkarmayacağını bilmenizdir. Karşı cinse duyduğunuz aşk, aşk-ı hakikiye bir nevi ihanet olacağından; mecazi aşkın illüzyonları sizi mutlaka bir yerlerde köşeye sıkıştıracaktır.

Tıpkı şimdi bu kokunun beni acımasızca köşeye sıkıştırması gibi. Bundan kurtulmanın en kısa yolu, duyguların dilinden beden diline kadar o geniş yelpazenin söylemek istediği gerçeğin farkına varılması, kısaca farkındalığın artırılmasıdır."

Leyla Karaca, Göğsündeki Gökyüzü, syf.345-346

Lüneburg Varyantı


"İnsanın kendi kişiliğinin tanınmasının onun en haklı talebi olduğu ne denli doğruysa, insanın bu talebi istediği an boğabileceği bir ilim geliştirmeye çalıştığı da aynı derecede doğrudur. Bireyin kişiliğini yıkmak için kullanılan yöntemlerden biri, onu tamamıyla diğerlerinden izole etmek ise, bir o kadar etkili başka bir yöntem de, onu kendi benzerleriyle yetersiz derecede dar bir mekânda yaşamaya zorlamaktır. İlk durumda delilik, merkezkaç prensibine  göre devinir, kesin bir izolasyon içinde kalan bilinç havalanır ve sonsuzluğun başdöndürücülüğünde  genişler; ama yine aynı bilinç, zorunlu olarak, bulunduğu sıkışık ve kargaşa dolu mekânda geleceğe yönelik olmayan, başka bir deyişle, kısa vadeli bir çözülme korkusu taşımayan ama kendi içine, bir sürü ölüm ve katlanılamayacak acıyla, onu ezen ilkel bir geçmişe dönük merkezcil bir deliliğe doğru kayarak yitip gitme eğilimindedir. İşte o zaman kişilik geriler ve içinde yalnızca her yerde sürekli var olan acıdan erir gider. Bundan farklı olarak, her şeye rağmen içine düştüğümüz bu sersemliği üzerimizden atabilecek tepkisel bir devinim varsa, o da, her ne kadar saçma gelse de, belki de aynı insani koşulların gülünçlüğünün yaratacağı bir kahkaha idi, o kahkaha ki, an be an hepimize bulaşıp, bizi, evreni bağırışlarından ve ağlamalardan daha fazla sarsacak olan bir gürültü içine çekecekti.

Fakat zamanla, acı diye bildiğimiz değiştirici güç bile azalır: Gerçekten de yalnızca duygusuzlaşarak hâlâ hayatta kalmayı umut edebiliriz; böylece bir noktadan sonra kabın içindeki su taşma noktasına ulaşınca, suyun kaynağı ne kadar güçlü olursa olsun, nasıl ki su hep aynı düzeyde kalır, işte acının artışı da bir noktadan sonra durur."

Paolo Maurensıg, Lüneburg Varyantı, syf.121

15 Ekim 2014 Çarşamba

Bir Şiir Dizesi Gibi Yaşamak

Gece parlar da dağ başları
Işır yüzüm
Ayrı ülkelerin kocaman kuşları konar
Soframa resimlerime çiçeklerime yazılarıma
Bir yeni anlamda aydınlık
Gece su.

Almanya’nın Frankfurt kentinde düzenlenen 60.kitap fuarına ilişkin haber ve yorumları izlerken aklıma Herbert Spencer’in “Modern edebiyat, genel olarak endişelerle dolu bir çağı, erdemi, büyük toplumsal değişimleri dile getirmektedir. Modern edebiyattan beklenilen, ustalıklı biçimler içerisinde çağın sözcülüğünü etmektir.” tanımlaması geldi.

Kuşkusuz fuarın Almanya’da yapılıyor olması, bu etkinliği düzenleyen ülkenin bulunduğu coğrafyanın da tıpkı bizim ülkemiz gibi büyük bir medeniyete, kültür birikimine sahip olduğu gerçeği bana orada yaşadıkları döneme damgasını vuran, günümüze değin okunarak Alman ve Dünya edebiyatında iz bırakan Goethe, Schiller, Holderlin, Heine, Brecht gibi şair ve yazarları anımsattı.

Sonra bu yıl kitap fuarında onur konuğu olarak Türkiye’nin seçilmesi sebebiyle fuara katılıp, izleyenlere bizim ülkemizin edebiyatında geçmişten günümüze iz bırakan şair ve yazarlar sorulsaydı ilk önce hangi isimler sayılırdı diye düşünürken haber ajanslarınca düşen bir vefat haberi günümüz Türk şiirine öncülük etmiş bir nefesin daha eksildiğini duyuruyordu. 

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz; Erdem BAYAZIT ve  İlhan BERK’den sonra zaman bir kez daha ölümle kırılmış, fazl’ın şiirdağı asırlık şairimiz Fazıl Hüsnü Dağlarca'da insanoğlunun âlemdeki gerçek yurdu sonsuzluğa yürürken ardında yüzlerce kitap ve kendisini seven binlerce okur bırakıp aramızdan ayrılarak bu dünyadan göçmüştü.

Yaşamı boyunca içindekileri arı bir dille şiire döken, şiirden başka bir şey yazmayan ve Türk diline yeni kelimeler kazandırmasıyla da bilinen şairin vefat haberinden sonra geçen yıl Hayâl Kültür Sanat Edebiyat Dergisinin 22.sayısında yayınlanan söyleşisini açıp tekrar okudum.

Söyleşiyi gerçekleştiren Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği bölümünden üç öğrencinin kendisine yönelttiği "138.Kitabınızı çıkarmanızı 74 yıllık sanat yaşamınıza mı yoksa verimliğinize mi bağlıyorsunuz?" sorusuna: 

"Onlar birbirini bütünleyen alanlardır. Kişi yaşamında bir şiir dizesi gibidir. Yaşamının her parçası o şiirin bir bölümüdür. Kitapların çoğalması önemli değildir. İster yüz otuz sekiz isterse iki yüz otuz sekiz olsun. Ne kadar çoğalırsa çoğalsın hepsi bir dizedir. 

İnsan için üç dönem vardır. Doğumu, yaşamı ve ölümü. Yaşamınız boyunca bu üç kavramda kımıldarsınız. Ben ölüme inanmıyorum. Kişi ölmez. Neden? Çünkü yaşamak ölmez. 

Ben bütün kitaplarımda yeni soluklar içindeyim. Bütün kitaplarım benim atalarımdan kalma yaşama belgelerimdir. Benim yapıtlarımda Türk Coğrafyası nasıl yaşıyorsa ben de evren coğrafyasında öyle yaşıyorum. Bu yaşama da, ilk sözlerimde belirttiğim gibi bitmez tükenmezdir." (1)  yanıtını vermiş.

“Kızılırmak Kıyıları” başlıklı şiirinde Anadolu’yu yazan ve:

”Çamı bitmiş, kavağı azalmış,
Gamla örtülü bayırlar, çıplak değil.
Yedi ay kıştan sonra,
Yeşeren senin yaşamındır,
Yaprak değil” diyen  şairin bu dizeleri için Cemal Süreya:

“Folklardan kaçınmaya önemli bir sebep daha var. Kişilik… Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir. "Kızılırmak Kıyıları" nı kendi havasından, kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır. O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı.”Kızılırmak Kıyıları” nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik” (2)  görüşündedir.

Dağlarca, cumhuriyetle birlikte geleneksel şiir yerine özellikle 1950 ‘li yıllarda Alman ve Fransız edebiyatının etkisiyle yeni bir döneme giren Türk şiirinde gerçeküstücülüğün çağrışımlarla dolu şiir dilini herkesten önce kendiliğinden keşfetmiştir. Yine günümüz şiirinde hiçbir akıma bağlı olmadan yazılan ve bugün bireysellik olarak değerlendirilen şiir sürecini  Garip ve II. Yeni etkisine girmeden yıllar öncesinden görebilen bir şairdir.

Onun üretkenliğinde genç bir ordu mensubu olarak görev yaptığı bölgelerde yaşayan insanımızı, çevresini ve yaşadığı olayları birebir gözlemleyen şiir sezgisinin etkisi büyüktür. Görmeden, yaşayıp duymadan hissedilip şiir yazılamayacağını düşünür. Bu görüşünü yaptığı söyleşide “şair dizelerini yazarken bin bir gözlü, bin bir kulaklıdır. Otun dediğini de işitmek, binlerce yıl önceki yarım kalmış bir dizeyi de görmek zorundadır. Bir şair istese de istemese de kendi dilinin eskilerinden yararlanmak zorundadır. Bunu taklit ederek değil yaşayarak yapmalıdır.

Kızılırmak Kıyıları şiirinde Anadolu’ya gitmeyip “orda bir köy var uzakta” gibi ifade kullananlara tepki gösterdim. Anadolu’ya gitmeden o evlerde kalmadan Anadolu şiiri yazılabilir mi? Ben şanslıydım. Askerliğim dolayısıyla dört yüz, beş yüz köy gördüm. Öyle köyler gördüm -ki hâlâ içimde ukdedir- yazmadım. Kısacası bir şairin hayatında okumaktan çok, görmesi lâzımdır” diyerek açıklar.

Okurlarına ve sevenlerine şiirlerde sürecek bir yaşam bırakan, modern edebiyattan beklenilen ustalıklı biçimler içerisinde üretkenliğiyle günümüz şiirinin öncülerinden olan Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı saygıyla anıyorum.

Türk şiirinin başı sağ olsun. Allah rahmet eylesin.

Fatih Yavuz Çiçek
Hece Edebiyat Dergisi Kasım 2008 143.Sayısı

(1) Hayâl Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Yıl: 2007 Sayı: 22
(2) Şiir Sanatı –(Folklor Şiire Düşman-Cemal Süreya)

14 Ekim 2014 Salı

O Güzel Atlar


Arkasında başıboş  iki atla birlikte yoluna devam etti John Grady. Onlar yaklaştıkça yolların üstündeki su birikintilerinden kuşlar havalanıyor, güneş batı göklerini saran katran rengi kalın bulut katmanlarının arasında alçaldıkça havayı saran kızıllık artıyor, bu kızıllık dağlarla bulutlar arasında görünen gökyüzü şeridinde  suya karışan kan gibi yayılıyor, yağmurla yıkanmış çöl altın  rengini alırken  bayırların ve Meksika'nın güneyine doğru uzanan sıradağların sarp kayalıklardan oluşan doğu yamaçları siyah çini mürekkebiyle boyanmış gibi kararıyordu. Gün batımıyla birlikte küçük çöl tilkileri ortaya çıkmaya başlamışlardı. Sellerin sürükleyip  dağlardan bu taşkın ovasına indirdiği taş yığıntılarının önünde sessizce oturmuşlar, imparatorluklarını seyreden krallar gibi gecenin gelişini izliyorlardı. Akasyalardan guguk kuşlarının sesleri geliyor, her şeyin üstüne gece iniyordu. Bu durgunluğun  ve dinginliğin içinde yalnızca atların soluk alışları  ve toynaklarının taşlar üstünde çıakrdıkları sesler duyuluyordu. Redbo'nun başını kutup yıldızına çevirip yoluna devam etti John Grady. Gece oldu, ay doğdu, onlar hâlâ yol alıyorlardı ıssız ovada. Çevrelerinde çakallar uluyor, geride bıraktıkları güney bozkırlarındaki arkadaşlarının çağrılarına yanıt veriyorlardı."

Cormac McCarty/ O Güzel Atlar, Syf.307

13 Ekim 2014 Pazartesi

Ayna ve Deniz


cömert bir aynadan bakıyorsun dünyaya
gök denizden
sertlik; belki de bu yüzden hiç uğramıyor kin,
kuşların sığındığı kalbine, gazap ikliminden

hep dingin kıyılardasın, yetkin bir kubbede
varlığın yeryüzü hâllerine tanıdık,
yitik bir lehçeden mesnevîce konuşuyorsun benimle
durduğumuz bir yer var; antik bir şehir, mavi bir çizgi
oradayız ve yağmurun tevhîde özgü şivesiyle
bilgece yıkanıyor ruhumuz

sonrasında hiçbir kuşkuya kapılmadan
el oyması kapılardan geçiyoruz
göz kararı fantastik güncelerden

bi’ ara durup soruyorsun
ayna ve deniz
sahi neydi onları böyle ısıl işlemsiz,
camdan bir elmaya dönüştüren güzellik
ve neydi kumun bileşimindeki gizli efsun

—ayna, ayna!
bulutlar dillenip konuşur mu?
ezelden ses verir mi nûn?

belki hazanya düşleri, belki ateşe özlem
“vakitler ve incelikler”dir sevgilim  
iki simgeyi birleştiren o gümüş sır

Fatih Yavuz Çiçek

Gece Sürüyor


" -Kadın yaşama daha açık, dedi, ya da daha doğrusu kestirip attı, çünkü yaşama daha yakın. Erkeğin yaşamın kaynaklarıyla pek ilgisi yok ve bir bakıma bunun ayrımında, bu yüzden korkuyor. En başta, aykırı bir görüşle en az tehlikeli olanı yapıyor, kadının hizmetine giriyor. Gerisi egemenlik kurma  ya da egemenlik kurmaya kalkışma. Boyun eğme, savaş, yıkım -gözleri parlıyordu-. Ama her şey erkeğin temelde uyuşukluğunun, ölümden ve reddedilmekten korkusunun ürünü. Bundan yola çıkarak erkek kendisini iş güç denen, önemsiz şeylere veriyor. Bunlar bir kaçış, olayların derinliğine inmeyi istememe biçimleri. Yararlanmasını bilmiyor olsanız da aslında siz kadınlar her türlü avantaja sahipsiniz. Sizde güven eksikliği var, tek sorun bu. Ama erkeğin tasladığı güven sahte ve belli bir noktaya dek kadın bunu seziyor. Kadın yaşamını erkeğe hayır demeye, onu yatağından atmaya temellendirmiştir."

Soledad Puértolas, Gece Sürüyor, syf. 79-80

10 Ekim 2014 Cuma

Çöl Kitabı


"Benim felaketim şu çok seven kalbim oldu. Şimdi bile, her an geberecek kadar yaşlanmış olsa da kendimi odama kapatmasam o hâlâ sevecek gücü bulur kendinde. Evet, kalbim, kendini hiç tutamadan, çok sevdi; fazla sevdi. Ve bundan büyük acı ve üzüntüler doğdu. Nasıl mümkündür, bayım? Güzel ve hoş bir meziyetin acıya ve felakete yol açması nasıl mümkündür? Bizim rahiplere sordum, günahtan söz etmekten başka bir şey yapmadılar. Ama her zaman içten olan bir kalpte -yemin ederim öyle- günah nereye saklanabilir.

En aklı başında olan insanlara fikir danıştım, bir gün Yol'dan geçecek olursa bir doktora sormamı tavsiye ettiler. Öğrenemeden öleceğimi düşünüyorum; her şeye rağmen kalbim kötü değil, hata yapsa da bunu biliyorum. Şu ellerimi görüyor musunuz? Bakın: iki kütük, solda iki parmağım kaldı. Bu çolak kollarla ancak biraz ekmek koparıp ceketimin düğmelerini ilikleyebiliyorum. Kalbim yüzünden ödemem gereken bedel bu diye düşündüm; size adil bir bedel gibi gelmiyor mu? Sizce borcumu yeterince ödedim mi, yoksa sonsuza dek sürecek bir utançtan başka bir şey değil mi bu? On sekiz yaşında ilk kez bir kadın sevdim. ne nefis bir şaşkınlık yaşadım bilseniz, efendim!

Birlikte çeşitli serüvenlere atıldığın bir arkadaşına duyduğu aşk gibi değildi, en çok sevdiğin dişi atının sana göz kırptığında duyduğun aşk gibi değildi; bir delikanlının en cesur hayallerini kurduğu, güzel kokulu otlarla kaplı, gizli, küçük bir vadiye duyduğun aşk gibi değildi.

Kalbim ansızın infilak etti, havalanır gibi oldum ve tüm dağlardan daha büyük oldum, yeni bir dirayet kapladı içimi; böylece ansızın ruhların bütün sırlarını bildiğimi sandım.

Ve bana gerçeği gösteren ve adı Cerina olan genç kızın arkasından gittim, yeni cazibemle sardım onu, kulağına o güne kadar duymadığı tatlı dilde fısıldadım, o da hayretler içinde aşkıma karşılık verdi. Genç ve deneyimsizdik, hayvan yavruları gibi şakalaşıyorduk. Gözle görülen tüm vadilerin yonca tarlalarını ve katırtırnağı kaplı bayırlarını altüst ettik, efendim. Samanlıkların gölgesinde, boğazların baş döndürcü sularının yankılarında, sonbahar mahzenlerinin dibinde güldük durduk. Gülüşmelerimiz guguk kuşlarına ve tilkiye, yaşlıların hafif uykularına, aylak aylak dolaşan şakınlara eşlik etti. Cerina güzeldi, yumuşak tenliydi, tüyleri dağsıçanı gibi ince, bakışı ballı süt gibi talıydı. Tertemiz kalplerimiz ömür boyu birlikte olmaya yemin etti; hayatta bundan bir şey arzulamadığımı sanıyordum.

Ama kalbim Cerina'dan ve bu yeminden daha büyüktü, çünkü başka bir kadın tanıdım ve aşktan öleceğimi hissettim. Gerçekten de acıdan ve utançtan neredeyse ölüyordum, çünkü güzel Costanza'yı tutkuyla seviyordum; ama kalbim Cerina'yı ve çektiği büyük acıyı da görüyordu, bu da beni perişan ediyordu. Aşk bir gübrelik efendim, içinden temiz çıkmak mümkün değil: gerçek şu ki, aşk değdiği yere zarar veriyor.

Ve Costanza'yla sınırsız bir mutluluk yaşamaya başladım, ama, bu arada, Cerina'yı terk ettiğim vicdan azabından kahroluyordum; sonunda benim yeminime inanmaktan başka bir suçu olmayan, aşk çeken tatlı bir yaratığa yaptığım haksızlığın cezasını ödemeye karar verdim. Sağ elimin işaret parmağından yoksun kalarak ödeyecektim bu cezayı, Cerina'nın ruhu sakatlanmıştı, benim de elimin sakat kalması gerekirdi.

Costanza bu hareketime saygı duyarak, beni sevmeye devam etti ve aşkımız onun sayesinde sevgiyle beslendi, artık küçük hayvan yavruları gibi oynaşmasak da, hayat her şeyiyle bize gülüyordu. Sonra Enna girdi hayatıma, sonra Giovanna, sonra Coletta ve Bernardina ve Raimonda ve Veronica ve şimdi gördüğünüz gibi, efendim, geriye kala kala iki parmağım kaldı. Ama ben her zaman dürüstçe ve çılgınca sevdim ve kadınlarımın hepsi bana inandı, çünkü yüzümde neysem o yazılı. Hiçbiri sakat ellerimi görüp gelecekte acı çekeceğini düşünmedi, bunu açık yürekliliğimin  ve dürüstlüğümün  bir işareti olarak gördüler. Dürüstlüğümün, efendim.

Büyük bir bağlılıkla, tatlı bir kendini beğenmişlikle ve kadınlara özgü bir cesaretle, hepsi beni bu şansızlıktan kurtarmaya çalıştı, bunu başarıp  Peynirci Furna'yla ömür boyu birlikte mutlu yaşamayı hayal etti. Ben ise aşkıma her ihanet edişimde ölmeyi arzuluyordum, ama her seferinde kendimi toparlıyordum, böylece tatlı bir kadın gözyaşı döküyor, sonra da elimden kanlar akıyordu."

Maurizio Maggiani/Çöl Kitabı, syf. 167-168-169



8 Ekim 2014 Çarşamba

Beni Asla Bırakma


Kazuo Ishiguro'nun romanlarını duymuştum fakat bu güne değin okuma fırsatım olmamıştı. Benim gibi taşrada yaşayanların en önemli sorunlarından biridir; okumak istediği, yeni yayımlanmış bir kitabı raflarda bulamamak. (İnternet üzerinden alımlar yapılıyor elbette. Ancak sürekli kitap okuyanlar için internet üzerinden kitap edinmenin maliyeti bir noktadan sonra yükseliyor. Yüksek maliyetlerle internetten kitap almak yerine sahaflardan bulduğum kitaplarla yetiniyorum ben de.)

Kazuo Ishiguro kitapları demiştim. Ishiguro'nun 2005 yılında yayımladığı "Beni Asla Bırakma" isimli kitabını sürekli uğradığım sahafta buldum geçen hafta. Ve hiç düşünmeden aldım. İlk satırdan itibaren de elimden bırakamadım. Bölümler hâlinde ilerleyen kitap, bitirilen her bölümün ardından gelen diğer bölümleri merak ettiren bir üslupla yazılmış. Ki yazmanın, iyi yazmanın, başarılı yazarların özelliğidir bu. Yazdıklarınızı sonuna kadar okutturabilmenin yolu okurun merak duygusunu diri tutmaktan geçiyor çünkü.

İshiguro; romana, kitabın kahramanlarından Kathy'nin ağzından anlatılmaya başlanan ve ancak gelecekte görülebilecek bir yaşamın aktarılmasıyla başlıyor. Gelecek diyorum ama kitap bildiğimiz o klasik bilim kurgu tarzında değil. İç monologlar duygu yüklü. Anlatım dili sayfalar ilerledikçe okuru bir girdap gibi kendine çekiyor.

Beni Asla Bırakma; Kathy, Ruth ve Tommy isimli üç arkadaşın küçük yaşlarından itibaren yaşadıkları, eğitildikleri yatılı okul Hailsham günlerine götürüyor okurları. Kendilerini bekleyen acı sondan habersiz çocukların zaman geçip yaşları ilerledikçe, yeryüzünde niçin bulunduklarını anlamaları ve kendilerini bekleyen kaçınılmaz kötü sonu kabüllenişlerine odaklanıyor kitap. Ve yakın tarihte klonlama yöntemiyle koyun kopyalayan insanın; kendi soyunu, kendi yaşamını daha sağlıklı devam ettirebilmesi için gelecekte neler neler yapabileceğine de.

Kitap bittiğinde ister istemez sormak gereğini hissediyorsunuz.

İnsanı bu kadar acımasız yapan nedir? Ölüm korkusu mu? Yoksa yaşamın doğal ritmine meydan okuma isteği midir? 

Nedir?

fy


7 Ekim 2014 Salı

Şiirin Hikâyesi


"Şiirin hikâyesi" dediğimiz şey bir bakıma şiirin tarihidir. Yani etkilenmelerdir, insanlığın  ve şiirin gelişimi içerisinde ortaya çıkan geçişlerdir.

Başka nedir?
-Ülkeler arasındaki kültür farkıdır
-Şiiri yaratan insanların yani şairlerin hayatı yaşarken ve yorumlarken kullana geldikleri “yorum farkıdır”
-Şairin öznel yaşamıdır
-Şairin genetik özellikleridir. Vb.şeylerdir.

Bizde daha tanzimat şiiri bile oluşmadan Fransa’da modern şiir, yolu yarılamıştı bile. Belki bu nedenle olacak bizim şair insanlarımız ortaya çıkışından neredeyse yüzyıl sonra kapitalizmin doğal bir tezahürü olan modern şiirin farkına varmışlardır ve “etkilenmeler”, “geçişler” ancak 1950’li yıllarda başlamıştır.

Bu eylemin bir başka komik yanı vardır: Bizim adı “büyük şaire” çıkan insanlarımızın çoğu Alaysois Bertrand’ı bilmedikleri, tanımadıkları için; başkalarına örneğin Rimbaud’a, Mallerme’ye ve  daha çok da Baudelaira’a sarılmışlardır, oralardan şiir çıkarmaya çalışmışlardır.

Oysa sanatın her alanında özellikle de şiirde “eş zamanlılık” kuralı işlemiyorsa; orada gerçek anlamda yaratıcılıktan  da söz edilemez. Bu dediğimi sadece sanatla, sanatsal üretimle sınırlamak doğru değildir. Aynı “eş zamanlılık” felsefede, ekonomide de olmalı. Olmalı ki; “edebi” üretimin bütün düşünsel ve maddi koşulları yerine gelmiş olsun. Aksi durumlarda “altı kaval, üstü şişhane” bile denilebilecek aykırılıklar ortaya çıkar. Çünkü yazan, yazmak isteyen insanı “yazar” yapan, ”şair” yapan toplumsal tutarlılıktır. Böyle bir durum yoksa, sağlanmamışsa; çevremizde bir yığın kendini şair sanan insanlar olacaktır ama; gerçek anlamda yazar ve şairler belki hiç olmayacaktır.

Her çeşit sanatın ve edebiyatın “tetikçisi” sonuçta hayattır çünkü. Ve hayata yön veren, onu biçimlendiren insani ilişkileridir. Ve elbette tarihtir.

“Tarih” derken elbette savaşları falan kast etmiyorum. Çok açık ve net bir biçimde edebiyat tarihini kast ediyorum. Hem ülkemiz için geçerli olanı hem de başka ülkelerde gelişen sanatsal eylemleri ve o hayata yön veren yaşama biçimlerini…

Örneğin A.Hamdi Tanpınar’ın “19.Asır Türk edebiyatı Tarihi” bu anlamda söylenebilir. Bu kitapta A.Hamdi Tanpınar benim yukardan beri söylediklerimi kendi dünya görüşünden yola çıkarak elbette etraflıca anlatır.

Fakat A.Hamdi’nin de içinde bulunduğu birçok edebiyatçı, şair, edebiyat tarihçisi bana göre temel bir yanlıştan kendilerini kurtaramamışlardır.

O da şudur:

Ülkeler arasında hemen her zaman görülen  ekonomik, sosyal ve kültürel alandaki eşitsizlik anlaşılmadan bir ülkenin başka bir ülkenin düzeyine ulaşma çabaları da anlaşılamaz. Ve o zaman da “batılılaşma” ve “modernleşme” derken gelinen yerin tek bir karşılığı vardır: Taklitçilik. Bizde de hem kültürel anlamda hem de ekonomik anlamda “batı’ya açılma” girişimleri aynı çıkmaz sokağa gelip dayanmıştır.

“Kapitalizmin eşit olmayan yasası”nın doğal bir sonucudur bu.

O zaman ne yapmak gerekir?

Kendi ulusal kimliğimizi yitirmeden başka ülkelerde olanları büyük bir ciddiyetle izlemek ve oralarda meydana gelen olumlu şeyleri kendimize, kendi yaşamımıza dahil etmektir. Bu duruş sabır ve tahammül gerektirir  belki ama, başka yapacak bir şey yoktur.

İngiltere’ye 19.yüzyılın başlarında kapitalizm adım atmışsa, Fransa’da Baudelaira “Kötülük Çiçekleri” ni 1857 yılında yayımlamışsa; ve bizler henüz kapitalizmin ülke bütününde gerekliliğini, ne de “Kötülük Çiçekleri” nin önemini kavrayamamışsak ve dürüstsek, namusluysak; tek çıkar yolumuz budur.

Yazının başında dedim ki:
“Şiirin hikâyesi” biraz da “şiirin tarihidir”
“Şiirin tarihi” ise doğrudan doğruya insanlığın ve insan olmanın tarihidir.
Bu “tarih” içinde insanın sevgileri de vardır, öfkeleri ve hatta nefreti de.
İyi şair mi olmak istiyoruz?
O zaman lütfen nefretimize sahip çıkalım!

Metin Güven
Onaltıkırkbeş/Temmuz 2009  

2 Ekim 2014 Perşembe

Taçkapı


derûnumda  hiçbir iz bırakmayan gölgeler
gözümün ferinden ne çok feyz alıp gittiler

fy

Berna Olgaç’tan Dumanı Üstünde Şiirler



Duman; Berna Olgaç’ın son yayımlanan şiir kitabının adı ve kuşkusuz her şair kitabına isim seçerken kendisine ilham veren bir zaman diliminden, unutamadığı bir olaydan, herhangi bir nesne, ya da ruhuyla özdeşleştirdiği başka bir argümandan yararlanır.

Şair her ne kadar “duman” başlıklı şiirin girişine “bu şiire ve kitabın adına vesile olduğu için Halil Sezai’ye” notunu düşmüş olsa da Olgaç’ın, Mühür Dergisinin 2007 yılı 12.sayısında şiire bakışını açıklarken söylediklerini hatırlayıp “duman” ın ipuçlarını sanki tâ o günlerde vermiş diye düşünmeden edemiyorsunuz.

“Günün saatlerinde doğan her şey, gerçekliğe varan her yol dikkatlice incelenen nesneler, eskimiş yüzeylere dokunan eller, ayak izleri, insanın teriyle, dumanıyla, dokusuyla yaşattığı varlığını ispata koyulduğu tüm saflığı ile düşleriyle, vuruşuyla, uyanışıyla yaşattığı aşkla, nefretle bağlandığı hayatın kesitlerinde saklı olan şiiri; hiçbir zaman ölçülememiş derinliklere dalış ve özgün bütünlük içinde bir görkemlilik olarak algılıyorum.”

Duman’ı okumaya başladığımızda şiirlerin bir ithaflar zinciri kurduğunu görüyoruz. Her şiirin başında yer alan ithaf, o şiirin bileşkesini aydınlatacak bir tür şifre çözücü gibi kullanılmış. Şairlerin genellikle iç dünyasında yalnız olduğu yaygın bir görüş olsa da gerçekte şair hayata herkesten daha fazla dahil olan, yaşamı herkesten farklı görendir. Nitekim “kendime” ithafıyla başlayan ve “pes etmeyenlere” ithafıyla biten ilk bölümdeki dizelerde nesnel gerçekliğin yani dış dünyanın insan bilincine yansıyan bireysel ve toplumsal yaşam pratikleri dokunaklı, lirik bir kadın sesiyle birlikte harmanlanarak şiire dönüşmüş.

“Şimdi tüm pencerelerim açık/zamanın kapalı beklentilerine”

“Ölüm canlanırsa insanın içinde/yaşamaya kurşunlanır”

“yenilgiler bitebilir dedi kadın/ömrünü dul bırakan yağmurlar dinebilir”

“esaslı sevmelerin vaktidir/uzun soluklu adamlar bu bir seçim değil!/kadınlara incelebilmenin mânâsı/birini düşünebilmenin rengidir”

“evet ben de o karanfile eğimliyim/senden alıp bir başkasına…/içimdeki ağırlığı yalnızca sen bil diye/yepyeni alanlara kapadım gözlerine” diyerek bir ustayı Edip Canseveri de hatırlatır okura.

Şair; duman’da ithaflar zinciri kuruyor demiştik. Kitabın tamamı ‘Masal’a ve ‘Baba’ ya ithaf edilmiş ki baba kült bir imge olarak kimi zaman yüce bir dağdır, kimi zamanda gölgesinden güç alınan ulu bir çınar. Kitabın ikinci bölümünü “Babam İçin Notlar” başlığında topladığı şiirlere ayıran Berna Olgaç, dizelerinde ölüm ve yitişin geri döndürülemezliğini kabullenirken, babanın yeri doldurulamayacak boşluğunu, eksik kalan yanlarımızın dayanılmaz sancılarını, matemi duyumsatarak hatırlatmış. 

“âh! Görünmeyenim/ses vermeyenim/kurduğum dünyanın eksik mimarı…”

“belleğimiz hiç uyumadı/sonsuz yolculuğunda/kardeşim yazgısını/annem ruhundaki çatlağı onaramadı daha/bense rotasını maziye gömmüş/ağır bir yük gemisiyim olsa olsa…”

“inandıklarımı geri getir/bir giz gibi duran ürkekliğimle/daha çok yaklaşalım tanrıya”

Ragıp Paşa: “Eğer maksut eserse mısra-i berceste kâfidir” der. Bu cümleden hareketle; “duman” okunduğunda altı çizilecek dizeleriyle bu sözü doğrular nitelikte bir şiir kitabıdır dersek, yanılmayız.

Sözümüzü şairin “gecenin şerbetini içenlere” diyerek ithaf ettiği “hesap” başlıklı şiirinden kısa bir alıntıyla bitirelim.

“dünyanın mürekkebiyle yaz sendeki beni
tüm açıklığını dilenerek
yüzümü avuçlarına alarak yaz
gizli soruları unutup
yanıtlarını mızrak gibi saplarken yüreğine
takvimleri zorlayan sabrına yaz”

fy