Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

31 Mart 2014 Pazartesi

Ömr-i Taun


Adım adım gölge gibi peşimdesin. Dilimde çıngıraklı yılanın çıkrığı gibi sallanıp durmasan diyorum. Ellerimde havaya asılı kalan çiğ tanelerini tutma isteği, ne kadar uzansam da yetişemiyorum. Yaz desem değil, kış desem değil esen rüzgar getire getire sonbahar kokusunu getiriyor ne zamandır. Büyük taun gibi savrulmuş etrafa akideler. Hem şekerli hem zehirli. Arada bir çıtırdıyorlar kulak kesiliyorum belki bir adımın aksidir diye şekerleri ezen. Ben kulak kabartınca susuyor, ben duymazken koşuyor. Ayaklarımı sarkıtıyorum çeşm-i bülbüle. Malum tuzlu su şişkinlikleri alır. Elimde kara toprak karıyorum, balçık oluyor, sarıyorum bedenim tamamlanıyor. Az ötede durup, allı güllü morlu ağaçtaki tek bir çiçeği görmemiş olsam; biliyorsun bir an durmam. Madem biri açtı tüm fırtınalara, poyrazlara, şiddetli asitli yağmurlara rağmen; bari o yaşasın tüm renklerini kaybedinceye kadar. Öyle bir bakıyor ki, havaya zannedersin güneş var. Öyle bir gerinmiş ki, fırtına esen meltem! Uzaktan ona bakmak gülümsetiyor beni. Sahi, gülmek ne garip geliyor şu an. Ağzım çizgi gibi açılıyor iki yana. Ne kadar ince imiş dudaklarım. Ara ara tükürük harcıyorum; yalandan bir ebem kuşağı için. Sahi, tutup çeksem, kaçırır mı kargaları? Yok yok belime sarmalıyım kuşak misali. Hem ne zamandır hemhâl olduğum göbek tümseği de görünmez.

Çiçek! İn artık aşağıya! Bırak alsın rüzgar seni, savursun. Orada durmanın alemi yok. Bakma bana küçümseyici gözlerle. Korkma! Ölene kadar saçlarımda taşıyacağım seni. Çakıl taşlarının arasına gömeceğim sonra. Hatta istersen kule gibi büyük bir taş duvar bile yaparım senin için. Üzerinde de yazar ”Son kalan çiçek, burada gömülü” diye.

Bak yine geldi başıma! Ne var? Küstün mü bana çiçeğe yüz verdim diye? Vallahi amacım öldürmekti. Senin yanında boşa direnmesin zavallıcık. Dur! Estirme deli deli. Dellenme hemen. Gölgem gibi peşimdesin zaten. Çıngıraklı yılanın ucu dilimde… Sus artık sus! Uğuldayıp durma sağır ettiğin kulaklarım çınlıyor. Gönül matemimi hiç tutmadım ki anlı şanlı biçimde. Sen bağırsan ne fayda… Ama anladım ben, amaç çiçeği delirtmekte. Ya ben? Sen de mi görmez oldun beni? Sen bile yani… Geçen yıldı işte; saklanırdım ağaç kovuğuna, hatta onu bir tek şimşekle bölmüştün ikiye; ben, beni merak ettin, kızdın zannettimdi. Halbuki… Bak yine gülümsedim, ağzım çizgi. Karanlık bastırıyor. Nereye gideceğim ben şimdi? Siluetler var etrafımda gezinen. Hepsi bir tek şey yapıyormuş gibi görünen. Zahirin kılavuz istediği yerde, çok ama çok uzaktan bana taşıdığın şey lavanta mı? Barışmak mı istiyorsun yoksa?   Sen de gitme ne olur. Tamam, söz, indireceğim ben o asi, başına buyruk, edepsiz çiçeği. Ellerimle ezip atacağım göle. Olmadı mı? Peki, şelaleden aşağı sallandırsam? Anlaştık  ömr-i taunum; ya sonra? Demek özgür olacağım, sonuncusu da giderse. Özgürlük kıyamet mi?


Pınar Saka
Ayna İnsan Dergisi 2103, Sayı: 6

EL TRAJE DE LA INFELICIDAD


elimde mutsuzluğun mağrur kaftanı
hiç olmadığım bir yerden geliyorum
karşımda öylece duruyorsunuz

ve ölümün o kusursuzluğundan habersiz
saçılıyor eteklerime incileriniz

kimseyle konuşmaya niyetim yok
çünkü ben hep haklıyım
çünkü güneşi perdeleyen ay kadar yakışıklıyım!

yalın kılıç gözlerim kınsız
bir bir tutunuyorsunuz saçlarıma
saçlarım sonsuz

denizkızları oturmuş bir köşede
şarkı söylüyorlar bana

ne olur bir an için bilseydim
bir gecenin yalnızca bir gece olduğunu
bir rüyânın yalnızca bir rüyâ

Ali Çivril

Ağustos 2007, Ada Dergisi Sayı:10



Şair olmak


"Hiçbir şair kendini siyasi gücün ve erk'in yanında konumlandırmaz. Şair; hiçbir koşulda haksızlıktan, zulümden, adam kayırmadan, yanlıştan, sokak kültüründen, eksik demokrasiden yana tavır koyamaz. Şair; iktidardaki siyasi erk benim dünyevî görüşüme yakın diye, kötüye giden olayları görmezden gelme mantığıyla hareket edemez. Ederse o kişiye zaten şair denilemez. Belki konjonktür gereği popüler olabilir, ödüller alabilir, yazdıkları okunabilir, kitapları çok satabilir ama bu veriler gerçek şair olmak, geleceğe kalmak için yeterli ölçüler değildir. Şair olmak bütünüyle güç bir yaşam tarzına hazırlıklı olmayı, çile çekmeyi, sözü eğip bükmeden dosdoğru hakkı söylemeyi gerektirir."

Fatih Yavuz Çiçek

Not. Söyleşinin tamamına şu adresten ulaşabilirsiniz.
http://poetikhaber.net/haber.php?isl=oku&id=232 

30 Mart 2014 Pazar

28 Mart 2014 Cuma

Tatar Çölü


Çağımız, anomik bir çağdır; insanların süreklilik duygusunu kaybettiği, kişisel ve toplumsal yükümlülüklerini ve bağlarını yitirdiği ruhsal çözülme veya bozguna uğradığı bir çağdır. Sanat, tarihsel yıkımların olduğu bu tür dönemlerde daha bir gür çıkar. Sanatçılar bu ruhsal çözülmenin ve bozgunun resmini yaparlar. Tarihte Buzatti gibi sanatçılar bu anomik hayata sanat ile karşı duran ve insanlık için bir soluk olan kişilerdir.

“Tatar Çölü” romanı, insanın kendinden uzaklaşmasının bir öyküsü; doğal ve eşit olmaktan çıkışının bir destanıdır. Gösteriş, kahramanlar ve olağanüstülüklerin olmadığı bu romanda her şey, her modern şeyde olduğu gibi yalındır, her şey sadece “şey” haline dönmüştür. Sessiz bir destandır “Tatar Çölü”. Buzatti bu eserinde genel olarak insanın ve özelde ise modern insanın dramını anlatmaktadır. Tatar Çölü üç katmanlı bir öyküdür; bireyin yaşamı, toplumsal yapı ve insan türünün dertlerinin kesiştiği veya içiçe geçtiği alanların öyküsüdür.

Tatar Çölü baştan sona simgesel anlatımlarla dolu bir romandır. Bu simgeler romanı çok katmanlı bir esere dönüştürür. Onu düz okumak mümkün değildir, arkeolojik bir çaba gerektirir. Düz okuduğunuz zaman sadece toprak üstündeki kırık çömlek parçalarını, arkeolojik okumada ise onun altında bir uygarlık yattığını görürsünüz. Büyük bir öykü oluşur toprağı deştikçe ve karşınıza çıkan öykü “insan’’ın öyküsüdür.

Tatar Çölü’ndeki Temel Mesele ve Simgeler:

Buzatti’nin temel bir sorusu var, acaba çölün (gelişmenin, modernleşmenin) ardında bir şey var mı? Çölü bu çerçevede birkaç anlam birden yükleyerek kullanıyor Buzatti. Çöl, Marx’ın yabancılaşmasıdır romanın birçok yerinde; modernleşme insan için kuraklaşma / çöl ile betimlenmektedir. Giovanni Drogo kendi yaşamından ve yaşam anlayışından (kasabasından) çıkınca “çöl” psikolojik bir anlam kazanır, çöl, insanın kendisi ve “diğeri”/“öteki” arasındaki boşluktur. Bu boşluk, insanın geleneksel değerlerden çıkıp modernliğin katı disiplin kurallarına geçişinde yaşadığı bunalımı temsil eder.

Kale, romanda genelde toplumdur bazen de toplumun kıyısıdır, insan için bedeli her ne olursa olsun kaçınılmaz son sığınaktır. Kale, Giovanni Drogo dört yıl kaldıktan sonra oradan hiç kurtulamayacağını anladığı yerdir. Romanın sonunda artık kurtulma düşüncesinden vazgeçtiği yerdir. Bu noktadan sonra Kale artık “kaderi” temsil eder. Kurtulma düşüncesi ve umut “dürbün” ile temsil edilir. Parola ise iki düzeyde kullanılır, dildir ve ulusal kimliktir. Parola bu anlamda, kendi toplumuna aitliğin bir göstergesidir. Kale (toplum) dışarıdaki herkese kapalıdır. Hatta içeridekilere bile kapalıdır. Nitekim, kale duvarları dışına habersizce çıkan asker öldürülür. Çünkü ölen asker Lazzari parolayı (kuralları) bilmemektedir. Oysa, Kalenin (toplumun) kuralları çok keskindir.

Bazı askerler dışarıda birşey gördüklerini sanırlar ve hatta görmeyi ümit ederler. Dürbün bu ümidin simgesidir. Kale dışındaki atlar ise canlılığın göstergesidir. Canlılığa, kendiliğe kavuşmak insan için bir hayaldir, ama bu hayal yasaktır. Bu atlardan birinin peşinden giden askerin öldürülmesi işte bu canlılığı talep etmesinden kaynaklanmaktadır.

“Kuzeydekiler” “onlar”dır, “ötekiler”dir. Hep gelmeleri beklenen düşmandır onlar, ama bir türlü gelmezler. Gelmezler; çünkü onlar insanın içine attığı ve bir türlü ortaya çıkarmayı cesaret edemediği korkuları ve kaygılarını simgelemektedir. Zaten gelmeleri bu nedenle imkansızdır. Gerçeği ve canlılığı istemekten korkan insanın halidir. “Kuzeydekiler” yani “Tatarlar” dış dünyadır, dış dünyadan gelecek tehlikedir. Hiçbir zaman gelemeyecek olan bu korku (Tatarlar) sonunda ölüm korkusuna dönüşür. Ölüm korkusundan kaçmak (kaleden tayin olmak) isteyenler kasabaya dönmek isterler, çünkü “kasaba” kişinin iç dünyasıdır, en yakınlarından oluşan ve güvenli bir dünyadır, o aslında ana rahmidir.

Tüm bu simgeler öykünün kurgusuna göre ele alınırsa şu tarz bir değerlendirme yapılabilir. Giovanni Drogo isimli bir asker/adam kasabasında (iç dünyasından) ayrılarak yeni görev yerine kaleye (dış dünyaya) tayin olur. Kahraman (kişi) yetişkin olmuştur. Tayin bu geçişi temsil eder. Kale (toplumsal kurallar ve değerler) gündelik hayat içinde insana görünmezler. Çok yakın gibi görünürler, ama, oldukça uzaktırlar. Drogo’nun tayin olduğundaki ilk yolculuğu bunu simgelemektedir. Drogo Kale’ye geldiğinde kendi iç dünyasının sınırına geldiğini anlar. Buradan sonrası tehlikelidir. Çölü (dışarıyı) gözleyebilir. Kendi dünyasındaki herşey ise o çöle yabancıdır. Çöle gitmek (kendi içinde bulunduğu toplumdan çıkmak) ister. Ama Kale’nin (toplumun) katı kuralları vardır. Askeriye bu disiplini temsil eder. Bu yüzden, Drogo’nun çöl merakı bir yerden sonra kişisel olmaktan çıkar, toplumsal olur. Drogo’nun gördüğü ve bildiği hayat ona verilen kadardır. O hayatın sınırları Kale’nin toplumun kuralları kadardır. Drogo kalede ve onun kuralları içinde kaldıkça giderek canlılığını yitirir. Canlılık, hayat doluluk ancak saf insanın işidir. Bu saf, ölen asker Lazzari’dir.

Eserin sonundaki savaş ölümü simgelemektedir. Drogo ölmektedir, ama nasıl ki görevinde (yaşamında) hiçbir insiyatifi kalmamışsa, ölüm karşısında da insiyatifi yoktur. Ölümü bile önemsizdir, aynı yaşamasının önemsizliği gibi.


Roman’daki Üslup, Biçim ve İçerik:

Tatar Çölü kendi içinde bir kaç kez mükemmeldir. Yaşam felsefesi açısından yukarıdaki noktalar bazında mükemmeldir. Estetik açıdan mükemmeldir; kendini süslü olarak gösteren tek bir cümle bulunmamaktadır. Ama bütün cümleler bir fener alayına gider gibi ihtişamlıdır. Okur, ancak roman bittiğinde kendini bir romanda değil, bir fener alayında bulunmuş olduğunu anlar. Buzattinin cümleleri oldukça yalındır, “geldi”, “gitti” gibi. Cümlelerini süsleyen şey herbirine giydirilen yukarıda sözü edilen simgesel değerlerdir. O yüzden, dürbün tüm roman boyunca ve hatta bitmesine yakın bir anda bile hala sadece bir alet gibi dururken roman sonunda umudu temsil eden bir simgeye dönüşür.

Tatar Çölü’nde tema, kurgu, karakterler, mekânsal ve toplumsal boyut, üslup ve artistik özellikler öylesine iç içe geçmiştir ki bunları birbirinden ayırmak imkânsızdır. Bu imkânsızlık ancak ve ancak tek bir yerde görülebilir, yaşamın kendisinde. İşte Buzatti yaşamın kendisinde olanı yazabilmiştir. Yaşam yalındır, Tatar Çölü de yalındır. Yaşam canlıdır Tatar Çölü de canlıdır. Yaşam (gerçeklik) ile insan düşüncesi arasındaki kapatılamaz bir ontolojik boşluk olduğunu öne süren realist felsefe Buzatti’nin cümlelerinde yok olur. Yaşamın kendisinin insan zihninin eseri, sonucu ve belirleyeni olduğunu iddia eden idealist felsefe de yok olur Buzatti’nin Çöl’ünde.

Tatar Çölü’nde, zaman hem geriye hem de ileriye işler; bu anlamda roman hem eşsüremli hem de art süremlidir; Roman, din kitabı olmayı taklit eder gibidir. Fakat emir veren, tavsiyede bulunan bir din kitabı değildir. Sadece betimleyen bir kitaptır. Buzatti, bir anlamda tanrısızlaşan insanın ipuçlarını da verir; modern insanın dinsizliğini, çünkü, eserde (yaşamda) yargılar değil, sadece olaylar ve betimlemeler vardır. Doğru ve yanlışın olmadığı yerde, iyi ve kötü de olmaz. Bunların olmadığı yerde Tanrıya zaten ihtiyaç yoktur. Buna rağmen eser (yaşam) hiçlik iddia eden bir eser değildir; nihilist değildir Buzatti. Tam tersi yaşamdan yanadır.


Sonuç:

Tatar Çölü, kaderi sorgular, varoluşu sorgular. Sadece ve sadece metafizikteki kozmoloji ve ontoloji yazınında görülebilecek bir zaman-dışılık sorgulamasına sahiptir. Önceyi sonraya, sonrayı önceye getirir. Okuyucu (yaşayan insan) olayları kronolojik zamana göre izler (yaşar). Kronolojik zaman öncesizliğin ve sonrasızlığın arasında yalnızca kısa bir duraklama işaretidir. İşte biz insan türü bu duraklamayı hayatın, varlığın, yokluğun ve tüm mekânın kendisi varsayarız.

Tatar Çölü bir anlamda modernliğin dinleri ve inancı bittirdiğini söyler gibidir. Yeni Çağ, eskinin bütün simgeleri ve değerlerini süpürüp çöplüğe atmıştır ve toplumu çölleşmiştir. Buzatti çöl ile modernliğin kuraklaştırıcı etkisini simgelerken, modernliğin daha başlamadan kendini bitiren bir uygarlık olduğunu ima eder.

Ercan Dansuk

Düğüm


bazı yolların gizlenmesi
bazı kapıların kilitli kalması içindir
herkesin dilinde kırık bir mandolin
yarım kalmış güzelleme
ölüm,
leyl’in yüreğinde tanımlarken kış resitalini
ey ağrı pençesi
topyekûn bir iç hesaplaşmada, bu hâl
suyun dördüncü hâliyle karşılaşmak demektir

bazı mesafelerin uzaklığı
bazı ânların kıymetli kalması içindir
avuçlara çizilen isimler
ataklar hâlinde tekrarlayan yalnızlık nöbetleri
yaşam,
kays’ın gözlerinde tazelerken umut fazını
unutmak, unutulanı dağ lalesine çevirme sancısıdır
hatırlamak,
ricatlar sözlüğünde terk edilmiş sokak çocuğu

haberin var mı güldehan
göğsümdeki çıkmaz’dan haberin var mı?

oyup duruyorum
gelirsin
ve belki bir frezya tohumu bırakırsın diye
hüzünlerin içini…

göğsümdeki Sînâ’dan haberin var mı?

Fatih Yavuz Çiçek
Eliz Edebiyat Dergisi, Ekim 2013, Sayı: 58

Kırmızı


"Güzel kırmızı, gençliğin, tutkunun, ateşin rengi. Boğanın kırmızıya tepki verdiğini düşünmenin ardında da bu vardır, aslında boğa kırmızıyı görmez, o koyuluğa, örtünün, capa'nın hareketine odaklanır. Kırmızı ülkelerin bayraklarında en çok görülen renktir, ilavesiz, salt kendi haliyle devrimin bayrağıdır, solcuların, Fransız Komünü'nün bayrağı. Yaşamın, değişimin rengi. Güzel kırmızı, Kara Afrika'da kırmızı boya meyvelerinden çıkartılır, kızlar ilk regl kanamaları geldiğinde, evlilik öncesindeki gece ve ilk çocuklarının doğumunda bununla yüzlerini ve bedenlerini boyarlar. Kiraz kırmızısı, böğürtlen kırmızısı, çilek kırmızısı. Tatlı, sulu şeyler bu renklerle ilişkilenir, deneylerle varılan bir duyum ikiliği. Kiraz kırmızısı tatlılıkla birleşerek ağız sulandırır. Kırmızı sözcüğü Rusça ve Arapça'da güzelle eşanlamlıdır. Mavi, gökyüzünün, uzaklığın rengidir. Kadınsılığın karşıtını düşündürtmesi boşuna değildir. Oysa kırmızı giysiler, başka hiçbir renkte olmadığı kadar dikkat çeker, hele kırmızı giyen kadın sarı veya siyah saçlıysa. İnsan morarabilir, ama güneş yanığı değilse kırmızılaşamaz. Bir kızıl olabilirsiniz, ama bir mavi olamazsınız, ancak birini morartabilirsiniz, fakat siz de mosmor olabilirsiniz. Feelin blue -şenlik bitti, görünürde kırmızı yok. Gözünüzü kan bürüyebilir, ama gözünüzün  önünde mavi gördünüz mü, gördüğünüz sadece renktir, gözü kararanın durumu farklıdır, burada ek bir anlam vardır. Fotokopisi çekilemeyen güzel kırmızı."

Uwe Tımm/Kırmızı syf.69-70

Bahar Mevsimlerin Şahıdır


“dağlarına bahar gelmiş memleketimin” Ahmed Arif

Son yılların en uzun, en yoğun geçen kış günlerinden sonra bir kez daha bahara erişmenin, geride bıraktığımız nevruzla toprağın yeniden canlanışını bayrama çevirmenin sevincini yaşıyoruz ve bu coşkuda hiç kuşku yok ki mevsimlerin insanlar üzerindeki psikolojik etkisinin rolü büyük.

Nevruz demişken kısaca belirtmekte fayda var. Geçmişten günümüze değin Türk toplumunda “ana” olarak bilinen toprağın ısınmasını, tabiatın uyanmasını simgeleyen nevruzun bahar mevsiminin başlangıcı olarak kabul edilmesi, özellikle divan şiirinde dönemin şairlerini de etkilemiş, nevruzun şiirlerde geniş bir biçimde ele alınmasına sebep olmuştur.

Divan şiirinin en önemli isimlerinden Fûzulî güllerin açışını yılda bir gün gelen nevruza, sevgiliye kavuşma zevkini ise gönlünde her gün tazelenmeye benzettiği beyitte şöyle der:

“Her gün açar gönlümü zevk-i visâlin yenleden
Gerçi güller açmağa her yılda bir nev-rûz olur”

Baharla birlikte yeryüzünde başlayan yenilenme sürecinde sadece tabiat değil, insan da değişiyor. Tazelik, canlılık güzellik ve neredeyse cennetin dünyadaki simetrisi gibi algılanan bahar mevsimiyle ısınan hava, efil efil esen sabâ rüzgârları, güneşin kendini göstermesiyle gelen aydınlık zamanlar, birbiri ardına rengârenk açan çiçekler insan ruhunda yaşama sevincini pozitif yönde çoğaltırken yaşanan bu döngüyü, mevsimlerin bu değişken hâllerini  “görmüşüz” redifli gazelinde Nâbî:

 “Bağ-ı dehrin hem hazanın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rüzgârını görmüşüz”
diyerek anlatır.

Yukarda saydığımız bütün olumlu özelliklerine rağmen bahar, kimi zaman da insan ruhunda karamsar ve melânkolik dalgalanmalarla, ya da yorgunluk, halsizlik, uykusuzluk gibi fiziksel dengesizliklerle de kendini gösterebilir ve kimbilir belki de T.S.Eliot’a “Nisan en zalim aydır, gövertir”, Orhan Veli’ye “beni bu havalar mahvetti” dizelerini yazdıran da bu ruh hâlinin yansımasıdır.

Bahar aynı zamanda cemredir, kuşların cilveleştiği, bulutların yağmurla seviştiği, oynaştığı, gökkuşağıyla raks edilen zamandır. İnsan ve tabiat arasında karşılıklı etkileşimin en yoğun hissedildiği bu estetik görüntüyü Ataol Behramoğlu “İlkbahar” isimli şiirinde âdeta bir minyatür tablo gibi resmeder.

Yüzümü bulutlara kaldırıp
Dua eder gibi mırıldanıyorum
Kuşlarla, otlarla yıkanıyorum
Rüzgârla, ilkbaharla

Güneş gözkapaklarımı ısıtıyor
Ah! Güvenilmez ilkbahar güneşi
Rüyada mıyım, gerçek mi bu
Hem var gibiyim, hem yok gibi

Bir güney kentinde, bir kıyı kahvesinde
Başakların sonsuz salınışı
Burada, kendimle başbaşa
Ömrümü böylece tamamlayabilirim

Bir kuşu dilinden hiç öpmedim
Belki bir gün öpebilirim
Belki bir gün rüzgâr olurum ben de
Eserim başakların üzerinden
Kalbim bir yaz gününe karışsın isterim
Bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden

Bolluk, bereket ve yeniden doğuşun simgesi olan bahar, tomurcuklanan kiraz ağaçlarıyla hayatın başlangıcı, kır ve badem çiçeklerinde evreni ısıtan güneşin müjdesidir. Özlem Tezcan Dertsiz’in dizeleriyle ifade edersek “her bahar onsekizimi uyandırıyor” diyebileceğimiz yürekte tükenmek nedir bilmeyen gençliğin, umudun ateşi, kalplerde tutuşan erguvandır, aşktır. Şairin özlediği, vazgeçemediği sevgilidir.

Erguvan ki; âşığın kanlı gözyaşı, kavuşamadığı sevdasıdır. Yahya Kemal’in hüzünlenip “Beklemem fecrini leylâklar açan nîsânın/Özlemem vaktini dağ dağ kızaran erguvanın” dizelerini yazdığı erguvanlar için Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaptığı “kültürümüzde gülden sonra adına bayram yapılacak ikinci çiçek erguvandır” tespiti, belki de erguvanın bizim toplumsal geleneğimizdeki yerini en iyi özetleyen cümlelerden biridir.

Nihayetinde bahar; hayatta beklentinin zirve yaptığı, düş gücünü harekete geçiren çok boyutlu zenginliğiyle bülbülü söyleten, gönüllerden hazanı yok eden mevsimlerin şahıdır.

Sözlerimizi günümüz Türk şiirinin yeni isimlerinden ve şiire “söz hakkı”  isteyen Mustafa Köneçoğlu’nun dizeleriyle bitirelim.

“Geç gelen trenler biliyorum rayların en güzel tesellisi
biliyorum hayat provasız çalışan bir terzidir

her çiçekten bir bahar bekliyorum işte bu yüzden”

İyilikle kalın.

Fatih Yavuz Çiçek

27 Mart 2014 Perşembe

Kardeşlik


“Tek bir birlik daimî ve kalıcıdır. O da insan kardeşliğidir ki ırk, milliyet, renk ve dil farkının üstündedir. Sözde demokrasi, lânetli faşizm ve ahlâksız sömürgecilik paramparça olmadıkça, insanın kendi davranışlarıyla tüm dünyayı Tanrı’nın evi saydığını ispatlamadıkça ve ırk, renk, coğrafi milliyetçilik duygularını ortadan kaldırmadıkça mutluluk ve refah, özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin güzel ülküleri elde edilemez”

Muhammed İkbal

Kırmızı


"Koluna dokundum, hafifçe, böylece onu kırık bir kaldırım taşının kenarından dolaştırdım, bir kol boyu uzaklığımdan. Üç-dört adım sonra tekrar yan yana geldiğimizde, kolunu belime sardı, beni kendine yaklaştırdı, elini kaburgalarımın üzerinde hissettim. Çok doğal, bildik bir temastı. Daha sonra, bunu hiç fark etmeden yaptığını söyledi, bir avanstı demek ki. Böylece yan yana yürüdük, birimiz ya da diğerimiz bir şey söylemeden . Öncesinde bir şey olmuş muydu, dokunuşlar? Hayır. İlgi, sempati belli eden değinmeler olmuş muydu? Hayır. Bedenin temel yakınlık eğilimini belli eden gözler, eller, ses üzerinden verilen sinayaller olmuş muydu? Hayır.Sadece bakışları. O araştıran, açık, kendini açan bakışları . Tozun içine dökülmüşse ölüdür ışık. Ve sonra onaylayış. Birbirimize sadece baktık. Ona arabasına kadar eşilik ettim. Elinin bir hareketiyle beni içeri davet etti. Arabada yan yana oturduk, birbirimize baktık, o sırada bir futbol takımı taraftar grubu yaklaştı, anlaşılmaz bir savaş homurtusu koparttılar ve biri elini bize doğru uzatıp zafer işareti yaptı.

Beni eve götürdü, o dar sokakta evimin önünde durdu, motoru kapattı ve yakında görüşmek üzere dedi. Biraz tutuk, el freninin üzerinden uzanıp vedalaşmak üzere ona sarılmak istediğimde beni dudaklarımdan öptü-arkamızda bir araba korna çalana kadar öpüştük.

Merdivende, basamakları ikişer ikişer, hatta üçer üçer çıktım. Açık pencerenin kenarında oturup sigara içtim ve yüreğimi sakinleştirmeye çalıştım. Değerli matem konukları, şaşırtıcı olan, hiç ama hiç alışılmamış olan şuydu: Kendimi kendi yarattığım ilgisiz bir mesafelilik tutumu içinde emniyete almışken, bir anda, duyarlı gözlere sahip bir kadın sayesinde, kızım olabilecek bir kadın sayesinde, kendimi tekrar bir düşünceler, duygular, özlem, kuşku, yakınlık isteği, hatta bedensel yakınlık isteği karmaşası içinde, bu kadına yakın olmak için nefesimi kesecek denli güçlü bir isteğin başkaldırısı içinde bulmuştum. Kendimi oturmaya, derin derin nefes almaya ve nefesimi uzun uzun bırakmaya zorladım, zorlamam gerekiyordu; serotonin, yani mutluluk habercisinin bedenime akın ettiği, kan dolaşımının canlandığı, yüreğimin daha hızlı çarptığından başka bir anlama gelmeyen o mutluluk duygusu içinde oturdum ve dışarıdaki Berlin gecesini seyrettim, haziranın üçüydü ve ben kendimi, kanımın sesini, kulaklarımdaki uğultuyu dinledim. Değerli matem konukları, size söylemek istediğim şu ki, düşünmeyi de ihmal etmemiştim: Viejo Verde, sonbahar aşkı ve insanın aklından geçen diğer şeyler. İhtiyar keçi. Onurla yaşlanmak. Şu ilke: Soğukkanlılığını koru. Bu sükûneti yitirme. Seni koruyan bu itidal ve fazilet dengesini kaybetme. Hayır. Dürüst olmak gerekirse, yukarı çıkar çıkmaz aynaya koştum ve kendimi inceledim, iyice kırışıklıkları, saçlarımı; parmaklarımı saçlarının arasından geçirdim, şakaklarımda çok beyaz vardı, diğer yerlerde sarılarla karışıktı. Aynalı kafedekinden çok farklı bir izlenim. Ertesi gün kendime bir nemlendirici krem almaya karar verdim. Çocukça, gülünç diye düşündüm. Umurumda değildi. Dengemi ancak ertesi gün, ertesi sabah tekrar kazandım, aynadaki görüntüme şöyle söyledim: Öyle romantik bakmasana. Kendimi karın toprağı örttüğü gibi örtülü tutmanın -bu da sadece koruma dürtüsüyle- dışında hiçbir karar almamaya karar verdim. Aşk asabi bir hal, sigara, alkol, kahkahalar, kıkırdamalar, şapır şupur öpüşmeler, sürtünmeler ve düzüşmek de farklı değil, hepsi bu yüzden. Bu, her şeyi, öncelikle de kendini unutma isteği, tek bir an içinde, bu patlama, bedenden dışarı uğrama, kendinden dışarı çıkma, terden sırılsıklam, soluk soluğa, boğuk sesle, zamanın dışına düşerek ölürmüş gibi.  

Uwe Tımm/Kırmızı syf. 50-51-52

Kuyu


Uzun bir sancının telaşı ellerin
Ebabillerin göçü senin göğsünden
Helâk olan bahar benim

Hangi meleğin intiharı
Yüzünden düşen gök
Kimin

Kalpleri yarıp
İçine yeniden kendini koyan Allah, bilir
Yalnızlık kelimeden de eskidir

Düştün kalbin rahlesinden
Kuyu senindir

Elif Nuray

Çinekoplar


Pirinçleri inceliyordum. Belki on çeşit pilavlık pirinç… Birden solumda bana baktığını fark ettim. Ufak tefek, omuzlarına doğru kıvrılan düz kestane saçlı, alımlı kadın, yakalanmanın acemiliğiyle fasulye raflarına yöneldi. Biraz oyalandım ama yeniden bakmadı. Yanıldığımı düşünüp paketlerden bir tanesini arabanın içine attım ve uzaklaştım.

Peçete de alınca işim bitiyordu. Görüş alanımda olmadığı halde izlendiğimin farkına varıp aniden döndüm. Evet, yine aynı mahcup yakalanmışlık ifadesi… Beyaz balıkçı yaka kazak, koyu renk mini etek, şıklığını tamamlayan çizmeler... Acaba yanına gitsem mi, diye düşündüm ancak cesaret edemedim. Ne diyecektim ki?...

Balık reyonuna doğru yöneldim. Çoğu kere olduğu gibi zamanı unuturcasına uzun uzun seyre daldım balıkları. Alt yarısı satılmış bir kılıç balığı, levrekler, çupralar, hamsiler, istavritler, buz kalıbının üzerinden kollarını sarkıtmış irice bir ahtapot, karidesler…

"Sizce tazeler mi?" diye sorulunca, daha başımı çevirmeden o olduğunu anladım. Döndüm; çekingendi, sesi titriyordu. Böylesi bir yerde gelip kur yapacak bir kadına benzemiyordu, hele benim gibi birine. Bir yandan da hem kaçmak istiyor hem de kendini alamıyor gibiydi.

"Evet bence hepsi taze," dedim ve aynı anda kendime kızdım. İşte konuşma akışını kilitlemiştim yine. Oysa tüm balık çeşitleri, tazelikleri, onlarla neler yapılabileceği üzerine neredeyse konferans verebilirdim. Hep böyle yapardım kadınlara, en söylenmeyecek olanı  ilkten… Sonra da edecek söz biterdi.Anlamış gibi, "Peki sizce hangisini almalıyım?" diye sordu.

Rahatlamıştım. Dünyanın en zor sorusuna biraz sonra cevap verecek olan bir bilgin edasıyla yeniden gözden geçirdim balıkları. Bu kez daha usta davrandım, soruya soruyla karşılık vererek, "Pekala; kızartma, mangal, ızgara, buğulama?... Nasıl bir pişirme yöntemi tercih edersiniz?"

Beklemediği bir soruydu. Yüzü kızardı, "Bilmem?!" dedi, "Siz ne önerirsiniz?" Sanki balığı ben yiyecektim. Sorusunun anlamsızlığını fark etmemişti. Ters bir şaka yapıp kendimden soğuturum diye dilimi tuttum. Anlayışlı bir tavır takınarak, "Izgara sever misiniz?" diye topu yine ona attım.

"Severim," dedi o kadar.
"Büyük balık mı tercih edersiniz küçük mü?"
"Fark etmez."

Yine sıra bana gelmişti. Bir balık önerecektim ve sohbet -tabii eğer buna bir sohbet denirse- bitecek, ben de kasadan geçip kös kös evime gidecektim. "Canlı gibi duruyorlar değil mi?" diye sordu birden. Kirpiklerini eğip çinekop öbeğine baktığını, aslında dalıp gittiğini fark ettim. Cevap verince, ışıkların altında beyaz teni iyice belirginleşen bu kadını daha uzun seyredebilme şansını yitireceğimi biliyordum. Ama beni asıl alıkoyan bakışındaki derinlik ve hüzündü. Neden sonra kendine geldi. Nerede kalmıştık, der gibi bakışlarıyla gözlerimi yakaladı.

"Evet," dedim. "Canlı gibi duruyorlar. Size çinekop öneriyorum, bu mevsimde ızgarası iyi olur. Kaç kişisiniz?"
"Bir kilo yeterli olur sanırım," dedi. Vakit doldu, dedim içimden keyifsizce. İyi akşamlar dileyip ayrılsam mı?
"Adınız nedir?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda.
"Asım," der demez sallandığını hissettim. Düşüyordu, hamle yapıp yakaladım. "İyi misiniz?!" diye endişeyle sordum. Toparlanmaya çalıştı. "Durun görevlileri çağırayım!" diyerek çevreme bakındım.
"Hayır, hayır," dedi. "İyiyim ben."
"Pekala ama gelin şurada oturalım, bir şeyler içseniz iyi olur?!" dedim, pastaneyi kastederek.      Çanta ve mantosunu yerden aldım. Arabaları bırakıp alışveriş kısmından çıktık. Hala düşebilir endişesiyle tekrar koluna girmiştim. Ses etmeden yanım sıra yürüdü. Kokusu ona çok yakışmıştı...

Garson bizi görünce hemen yanımıza geldi, "Hanımefendi iyi mi?"
"Ah evet iyiyim!"
"Ne içersiniz?" diye sordum ancak cevabı beklemeden, "Siz bize su getirin, bir de soğuk olmayan şekerli bir şeyler, meyve suyu var mı?!" diye ekledim. Garson, "Hemen efendim!" deyip hızlıca ayrıldı.

"Alışverişinizi yarım bıraktırdım, haydi lütfen devam edin. Daha arabanızı almamıştır görevliler.’’
"Önemli değil. Sizin için endişeliyim," dedim.

Sıkılgan gözlerle baktı. Garson iki şişe su, bir bardak da meyve suyu getirdi, "Siz başka bir şey arzu eder misiniz beyefendi?" 
"Hayır," dedim. "Su yeterli."

Meyve suyunu yudumluyor, gözleri dalıyor, bazen kaçamak diyebileceğim şekilde bakıyordu. Alyansını fark ettiğimi yakaladı bir ara. Bardağındakini bitirince kalktı. Peşi sıra ben de doğruldum.

"Artık gideyim ben. Çok teşekkür ederim."
"Ama…"
"Rica ederim, gerçekten iyiyim."
"Sizi bırakayım."
"Arabam var."
"Ama bu vaziyette, hem de bu saatte… Yakınlarınızı arasaydık hiç değilse?!"
"Gerek yok. Merak etmeyin."
"Kartımı alın en azından, iyi hissetmezseniz arayın."
Çaresiz bir "Peki," dedi.

Garson hesap için bekliyordu, o ise bir an önce gitmek için sabırsız.... Arabasına kadar refakat etmek istediğimi anlayıp bakışlarıyla vazgeçmemi sağladı. "Pekala siz gidin, dikkat edin kendinize ama, iyi akşamlar," dedim kadına. "Çok teşekkür ederim, iyi akşamlar," deyip döndü, yürümeye başladı. Hesabı ödedim ancak oradan ayrılmak yerine masaya yeniden oturdum.

 Döner kapıdan çıkıp gidecekti az sonra. Birden döndü, doğrudan geliyordu seri adımlarıyla. Ancak sanki bir şeye kızmış ve ödetmek üzere hızla üzerime yürüyordu. Yaklaştığında suçluymuşum gibi hissederek ayağa kalktım. Karşımda durdu. Uzatmadan tek hamlede söyleme kararlılığında ve sertçe, "Ona çok benziyorsunuz!  Üstelik adınız da Asım! İki yıl önce kaza geçirdik kocamla..." durdu,  soluklandı ve ekledi, "Ona çok benziyorsunuz!"

Aniden dönüp yeniden kapıya doğru koşarcasına yöneldi ve çıkıp gitti. 

Cengiz Kara

Renklerin Dilinden Anlamı Görmek


Şiirde anlamın belirginliği ya da kapalılığı üzerine yapılan dilbilim kaynaklı değerlendirmeler, okuru çoğu zaman en başa, yani şiirin tanımlandığı noktaya götürür ve anlama ilişkin söylemlerin zıtlığı, şiirin tanımlanmasında da benzer özellikler gösterir. Örneğin Mallarmé “anlam şiirin dörtte üçünü götürür” derken, Jean Cohen “Anlamı olmayan şiir artık şiir değildir, çünkü artık dil değildir.” savındadır.

Burada çoğumuzun aklına şöyle bir soru gelebilir. Şiirde veya sanatın diğer dallarında ilk bakışta görülmeyen ve geri planda kalan anlamın çözülmesinde etkin unsurlar nelerdir?

Şiirin; içerik, şekil, dil ve üslup ile ahenk’ten oluşan dört unsurla çözümlenip anlaşıldığı genel kabul gören bir yaklaşımdır. Fakat yeri gelmişken anımsatalım. Şiire ilişkin birkaç tanıma da yer vererek şiirde, güzel sanatlarda anlamı, anlamayı etkileyen başka bir dil dünyasına, renklerin diline geçtiğimizde görülecektir ki her dilde renk terimlerinin anlamı çözümlemeye yardımcı, kendine özgü semantik özellikleri vardır.

Bu geçişe Cahit Sıtkı’nın şiir tanımı ve renklerle bağıntı kurmada bir girizgâh olsun diye başlarsak Tarancı’ya göre “Şiir, kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır. Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir; yani mânâsı, tedaisi, bir gölgesi, hattâ bir rengi ve adı olan hayaldir.”

Kelimelerin rengi olduğunu belirten Cahit Sıtkı’nın tanımlamasını Simonides’in o çok bilinen “Resim sessiz bir şiir, şiirse konuşan bir resimdir” sözüyle örtüştürerek devam edelim. Şiir bir söz dizimi ve dil dizgesi olduğuna göre bir şairi öncelikle sözünün içinden anlamaya çalışmak en akılcı yöntemdir. Kuşkusuz her yöntem kendi içinde farklı göstergeler oluştursa da bir şiir metninin yapısal bileşkesini bilmek, o bileşke içinde varsa kullanılan renkleri çözümlemek de okurun okuduğu metni doğru anlamasını sağlayacaktır.

Anlam mı; yoksa okunan metinden duyumsanan güzelduyu mu önemlidir? Kuşkusuz insan sanatın bütün dallarıyla haz almak için ilgilenir. Çünkü anlam gerek şiirde, gerekse diğer sanatlarda haz duygusundan sonra gelir. Genel anlamda sanatsa güzeli yaratma çabasıdır. Söz konusu güzellik olunca iki tür güzellikten, doğal güzellik ve estetik bilimin ilgilendiği sanatsal güzellikten söz edilebilir. Geçmişten günümüze kadar ulaşmış mağara devri resimleri de dâhil, tespit edilen tüm eserler, duvarlara kazınmış yazılar incelendiğinde, her ulusun kendine özgü renkleri bir sembol gibi kullanarak sanatın zengin iletişim dilini yansıttığı, siyah ve beyazın  da temel renkleri oluşturduğu görülür.

Dr. Medine Sivri “Paul Eluard ve Nâzım Hikmet’te Renklerin Dili” isimli kitabında; şiirde kullanılan renkleri karşılaştırmalı bir yaklaşımla ele alırken iki temel renk siyah ve beyazın neyi temsil ettiğini şöyle açıklıyor : “Siyah, zamanı; beyaz, zamana bağlı olmayanı ve zamana eşlik eden her şeyi, karanlık ve aydınlığın, güçlülük ve zayıflığın, uyku ve uyanıklığın peş peşe dönüp gelmesini, nihayet siyah ve beyaz gibi zıt renkler, varlığın temel ikilemini sembolize eder”  

Türkoloji alanında, Uygur metinleri üzerinde çalışmalar yapan Annemarie Von Gabain’de Uygurca’da renk nüanslarını “Doğu=mavi/yeşil ejderha; Batı= ak, pars; güney= kızıl, saksağan; kuzey= kara, yılan.” olarak belirtir ve renklerin sembolik olarak dünyanın dört yönünü adlandırmasını güneşin aydınlatma gücüyle doğru orantılı olduğunu ifade eder.

Renklerin kazandığı sembolik anlamlar yalnızca geçmiş Türk topluluklarında değil, günümüz Anadolu halk el sanatlarında da kendini gösterir. El işi göz nuru nakışlarda soyut gibi görünen figürlerin gerçekte birer mesaj ilettiği, konuştuğu kullanılan renklere bakarak anlaşılır. “Yeşilin çeşitli tonlarıyla işlenen oyalar mutluluk, sarı renkli oyalar mutsuzluk ifadesidir. Yavuklusuna sarı mendil gönderen kızın sevdası derindir. Sararıp, solmadadır. Yeşil murat, mavi umuttur. Beyaz mutluluk, siyah üzüntüyü, pembe bozuntuyu dile getirir.”

Konuya ilişkin farklı örnekler; renklerle yapılan şiir çözümlemeleri derinlemesine irdelenip, çoğaltılabilir. Biz bu kısa yazıyla bir şiirin ya da bir sanat eserinin anlaşılmasında, zaman zaman okurlarca söylenen  “bu neyi anlatıyor” sorusuna karşılık, geri planda ve sisler içindeki anlamın renklerin dilinden de anlaşılıp, görülebileceğini anımsatmak istedik.

Bu anımsatmanın sonunda umalım ki sekizinci renk okurun düş gücüyle boyanmış olsun.

Fatih Yavuz Çiçek

26 Mart 2014 Çarşamba

Estetik Monodram


dirimin inceliğini yazdığım monodram bitti
ve içimdeki deniz çekildi
kurudum

tuzum hasret yığını
sol boşluğum ferfecir
yemen çöllerine s a v r u l d u m

yoluna kurban olduğum
farkında değil miyim sanıyorsun
gönülden ustalıkla çekilmiş zamanın ağında
bilirim, gösteri balıkları yaşamaz artık
çırpınış kuşlar için bayram sofrası
bin kıratlık inciyi kaybederek yaşamak
karada mercan beklemektir, farkındayım

aslında bana sorarsan en zor olan da bu
gazze iklimine benzeyen havayı
böyle durağan; tek başına, direnerek solumak

hayat! durma
bana bi'yağmur bulutu ısmarla n’olur
karla karışık melodram
iyot kokusuyla bezenmiş inziva da olur

kuzeydeyim
içim dışım karagöz perdesi
gör bak telvem kuru, ruhum çorak

beni çöz, beni bu sahneden indir
yüzümü zümrüt taşı gibi ummâna
göğün aynasına
n’olur
aşkolsun de, kıbleye çevir

Fatih Yavuz Çiçek


Çavdar Tarlasında Çocuklar


"Her neyse, diyeceğim, büyük bir çavdar tarlasında oynayan çocuklar geliyor gözümün önüne. Binlerce çocuk, ortada da, onlara göz kulak olacak benden başka tek büyük yok. Bana düşen, oraya buraya koşup önünü göremeyen çocukların, sarp kayalıklardan aşağıya yuvarlanmalarını önlemek, uçurumun kenarında yakalamak onları. Gün boyunca bütün işim gücüm bu, çavdar tarlasında çocukları kollamak. Biliyorum, budalaca bir şey, ama bunun dışında gerçekten yapmak istediğim bir iş yok. Biliyorum, budalalık."

J.D.Salinger/Gönülçelen syf.187

25 Mart 2014 Salı

Usher Evi'nin Çöküşü


"Bu berbat durum beni öldürecek," dedi. "Bu yüzden öleceğim, başka sebepten değil. Olacaklardan korkuyorum; olacak olanlardan değil, sonuçlarından. Ruhuma bu dayanılmaz husursuzluğu verebilecek en küçük olaydan bile korkuyorum. Nefret ettiğim şey tehlike değil, onun mutlak sonucu olan-dehşet. Bu sinir bozukluğuyla-bu acınası halde- o zamansız hayaletle, KORKU'yla boğuşurken er geç hayatımı ya da aklımı kaybedeceğim."

Edgar Allan Poe/Seçme HikâyelerUsher Evi'nin Çöküşü syf.78

Kelebeğin Çekim Kuvveti


"gel ve hüküm sür
beni zamanın suçsuzluğuna
kelebekler gibi sevişerek inandır"

Fatih Yavuz Çiçek

Gönülçelen


"Ödlek olmak hiç de hoş değil. Belki büsbütün ödlek sayılmam. Bilmiyorum. Belki de yarı yarıya ödlek, yarı yarıya da eldivenlerimin çalınmasını umursamayan bir insanım. Kusurlarımdan biri de budur, neyimi kaybedersem edeyim hiç aldırmam. Küçükken bu huyuma çok tutulurdu annem. Kimileri bir şeyi kaybettiler mi, ardına düşer, günlerce ararlar. Kaybolması bana üzüntü verecek bir şeyim yok benim. Belki de ödlekliğim bir bakıma bundan ileri geliyordur. Hoş, bu da bir savunma yolu değil ya. İnsan dediğin ödlek olmayacak. Durum, bir hergelenin suratına bir tane patlatmayı gerektiriyorsa, bu isteği içten de duyuyorsanız, koyuvermelisiniz kendinizi. Ama besbelli, benim yiyebileceğim halt değil bu. Bir insanın suratına yumruğunu indirmektense, onu tutup pencereden savurmak ya da kellesini uçurmak daha kolay gelir bana. Yumruk yumruğa girişmekten hoşlanmam. Can acıtmaktan çekindiğimi sanmayın -hoş can acıtmayı da ayrıca sevmem ya- bu gibi kavgalarda beni en çok ürküten karşımdakinin yüzüdür. Herifin suratını görmeye katlanamam, elim kolum da bu yüzden bağlanır. Hani gözlerimizi karşılıklı bağlasak da öyle saldırsak birbirimize mesele kalmayacak. Böyle düşündünüz mü, bildiğiniz ödlekliğe benzemiyor benim kisi, matrak bir şey oluyor, ama gene de ödleklik işte. Kendi kendini aldatmanın anlamı var mı?"

J.D. Salinger/Gönülçelen syf.101-102

24 Mart 2014 Pazartesi

Nâr-ı Peymâne




-dünya senin gözlerinde dönüyor, gözlerinse 'tecahül-ü arif' sınırlarında-

peteği hicranla dolu bir dildârın yörüngesinde
kalbim nâr-ı peymâne;
dönüyor,
dönüyorum.

içimde ince, ipince bir lâ sesi
âh!
sayenizde hüzünlerin vazgeçilmez şahıyım

Fatih Yavuz Çiçek

Şizofreni Pençesi mi?


Bu sessizlikte duvarlara mı konuşuyorum; yoksa duvarlar mı benimle konuşuyor, artık hiçbir şeyin ayırdına varamıyorum. Duyabilen, tabletleri okuyup çözmeye çalışanlar için minik bir ipucu vermek gerekirse, benim içimdeki göğün dili yitik bir uygarlığın lehçesiyle konuşuyor ve belki de bu yüzden dur durak bilmeden, kelimelerin görüntüsüne sığınma, o görüntülerin çektiği fotoğrafta var olma ihtiyacını hissediyorum.  

O fotoğrafta kendimi görmek, gölgelerle süslü hayatın içinde tab edilmeyi bekleyen ikincil bir gölge gibi yaşamak beni rahatlatıyor. Bu bir kişilik sorunu mudur ve sorunun ne olduğunu anlamak için bir psikoloğa gitmeli miyim, bilmiyorum. Şu an müthiş uykusuzum. Başım çatlayacak gibi, ağrıyor. Yorgun, karaya çekilmiş, jilet fabrikasına gönderilmeyi bekleyen eski bir şilepten hiç farkım yok. 

Aslında Deniz'i özlüyorum. 

Sıcak kumların üzerinde çıplak ayaklarımla yürümeyi, sırtüstü, kelebek, serbest stilde yüzmeyi özlüyorum.

Borsa'da minübüsten inip, Konak Meydanı'na varıncaya kadar ruhumun yelkenlerini imbat rüzgârıyla doldurduğum günleri özlüyorum.

Özlemek insanı yorar mı?
Galiba, evet.

Âh evet, biliyor ve anlıyorum. Önümde zulmün kof tanrısı, bu çöl ikliminde bir dreyfus gibi yaşamak zor. Hatta imkânsız. Fakat, yine de bekle diyor içses: Monodramı bekle!

Mavinin gözaltı kitabına dantelli güneş dikiyor zaman. İdare kandili yay perdesine sabır işlerken, son repliği bekle! Sonra uçur yağmurcunları, uçur dilindeki yitik lehçeden.

Es!  

Gövdem, yaprağım!
De ki işte ben:  Yüz yıllık kilitli sarmâşık!
Tenimle, tin'imle, doğmamış sözcüklerle konuşarak, bir zulmete şimdi nasıl öğretirim o yitik uygarlığın dilini? Kime, nasıl anlatırım ırayıp giden Genesis'in anlamını?  

Iramak'ta tıpkı özlemek gibi. İnsanı yoruyor, insanı zihninden vuruyor.

"Âh! Yeşilini, mavisini sevdiğimin kenti/Toprağında karanfil olaydım" dizelerini yazdığım şehirden, anılardan sisler içinde uzaklaşmak beni yoruyor. Ama sanırım yorucu olan bir yerden uzaklaşmak değil, oradan uzaklaşırken de aynı zamanda koyu bir sessizliğe yakınlaşmak. Yakınlaştığın noktadan itibaren de sessizliğin çekici, yalın duran zehirli örtüsüyle kucaklaşma ihtimali beni ürpertiyor.

Hani, "Yorulur elbet, kırbada su, dalda elma yorulur" diyordu ya, şair.

İnsan sessizlikten de yoruluyor. Ve işte o zaman gün boyu seviştiğiniz kelimelerin size yetmediğini anlıyorsunuz. Seçeneğiniz tek. Biçâresiniz. Ve zamanın iplerini kopartıp, tercihinizi duvarlara konuşmaktan yana kullanmaya başlıyorsunuz.

Biliyorum kalbimin paydası tek. Biliyorum, çünkü ölümün zıt kutbundaki uçsuz bucaksız dirimin utkuyla sırlanmış gizli öznesi, nârkürede kâşifini bekleyen bir kenz-i mahfiyim ben. Bana müsaade. Bilinmeye, yeniden doğuş için aynamdan içeri gitmeliyim diyorsunuz.
  
Sonra karşınızda açılan kapıda beliren gölgeye bakıp, kendi kendinize fısıldayarak soruyorsunuz? Yoksa, şizofreni pençesine mi düşüyorum, karşımda konuşan Olric'in kuzeni Modric mi? Ya da ikizi Behiye mi? Kim? Ne?

-Buyrun efendim diyor, içses. Buyrun, sahne sizin. 

Monodram başlıyor. 

Alkışları duyuyor musunuz?

fy

Unutu


unuttum seni
senden dönen işaretini aşkın
adını duyduğumda seğiren ellerimle kaldım

kaldım ve unuttum
ormanları, çıplak dağlarını, ezilmiş yeşili, kokunu
yamaçlarında hayvanların saklandığı vadini…
bana vaat-edilen yaşamı usul usul unuttum

unut dedin unuttum adımı
yılları saydım unuttum
artık bir ölüm biçimidir adımız…
hiç görüşmemiş olmak nasıldır unuttum

köprülerde
köprülerden akan incelmiş sularda
akşamda yoksul bir telaş
suskun
deniz fenerini, balıkçı kayıklarını
rıhtımlarının usta kedilerini unuttum

hiç öpmemiş gibiyim çürümüş bir bankta dudakları mor bir
kadını
bana uzanan ellerini, yaşama telaşı gibi bitmeyen yollar,
otobüsleri
bir koltukta geçirdiğim uzun geceleri unuttum

unuttum neresiydi gece geçtiğim dünya
eteğini rüzgara dolayan kadınımın yüzünü küçücük ellerini
dünyanın beni unuttuğunu unuttum

yağmurlu bir günde bir patikayı yürüdüğümüzü..
omuzlarında taşıdığın karaları, su yollarını
ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu
oradan baktığım dünyayı unutmadan unuttum..

Doğan Ergül