Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

4 Şubat 2016 Perşembe

sana dair


sesine kiracı olmak var şimdi senin
metresini karesini düşünmeden
sesine gelip yerleşmek var
bir bilsen
ne güzel çay demlenir orada
begonyalar ne tatlı tatlı yetişir
ve çocukça şenlenir bu yürek
bir bilsen
ben kalıcıyım gidici değil
peşinat bile yatırırım istersen
şu iki kulağımı seve seve eline sayarım
orada ne güzel okunur kitaplar
ne aylak şiirler yazılır
düşsel bir mehtap eşliğinde
biteviye gülünür
sevilir sevişilir
bir bilsen

sesine lâl olmak var bu diyarda
ilerisini gerisini düşünmeden
susup kalmak
dünya âleme kafa tutarım istersen
yeter ki bana oradan bir oda ver
orayı dünyalara değişmem.

Şeyma Tekintaş
Kıyı Dergisi, Eylül-Ekim 2015

3 Şubat 2016 Çarşamba

Niçin Yazıyorsunuz?


Sık sık duyduğumuz ve yazınsal türlerin çeşitli biçimlerinde ürün oluşturan her yazarın, şairin karşılaştığı bir soru vardır: Niçin yazıyorsunuz?

Steinbeck: “Yazın sanatı konuşma denli eskidir. İnsan ona gereksinim duyduğu için doğdu ve insanın ona daha da çok gereksinim duyması dışında bir daha da değişmedi” der. İnsani bir eylem olan yazın sanatının oluşum koşullarını “Coğrafya Kavramı Odağında Felsefe ve Edebiyat” başlıklı yazısında uzun uzun değerlendiren Ahmet İnam: “Kültürün zaman içinde, dönem dönem durağan, yavaş ya da hızlı oluşumlarla ürünler, anlamlar, değerler ortaya koyan dallarına, kültürün coğrafyaları diyorum. Bilim, teknoloji, sanat, felsefe ile toplumun yönetimi, ekonomisi, inanç ve gelenekleri üzerine düşünce alanları bu coğrafyaları oluşturur” görüşündedir.

Hilmi Yavuz ise “Felsefe ve Ulusal Kültür” başlıklı kitabında: “Ulusal kültürü temellendirmek için tutulacak yol, dün’den bugün’e gelmek değil, tam tersine bugün’den dün’e gitmektir”  der.

Kültürel değerler her ulusun geçmişine ışık tutan aynadır ve hiç kuşkusuz bir ulusu oluşturan fertler kendi geçmişlerini geleceğe en doğru biçimde ancak kültür yoluyla aktarabilirler. Bu bağlamda gerek Ahmet İnam’ın, gerekse Hilmi Yavuz’un vurguladığı “kültürel coğrafi alanlar” ve “ulusal kültür” gibi kavramlar da elbette kendiliğinden bir oldubittiyle değil, uzun ve kökleri derinlere inen tarihsel süreçten geçerek oluşurlar.

Tarihsel süreç demişken, “Tarihsel süreçte köklerimiz nerede duruyor?” Sorusuyla devam edelim. Bu soru önemlidir, hattâ aynı zamanda ülkemizde yıllardır tartışılan kimlik sorunlarının çözümlenmesine de önemli bir kapı aralayacak niteliktedir ve sorunun yanıtı kültür, sanat ve medeniyet kaynaklarında aranmalıdır.

Kültürel kaynaklara baktığımızda en önde edebiyatı görürüz. Çünkü edebiyatın insan fıtratını, toplumsal dinamikleri geçmişten günümüze her yönüyle aksettiren bir işlevi vardır. Dolayısıyla bulunduğumuz coğrafyada birikmiş edebî zenginliğimiz aynı zamanda kültürel kimliğimizin ayrılmaz parçasıdır.

Genel anlamda sanatsa güzeli yaratma çabasıdır. Sanatın konusu güzeldir ve tıpkı şiir gibi tanımı yapılamayan güzellik kavramında da iki tür güzellikten, doğal ve estetik güzellikten sözetmek mümkündür.

Doğal güzellik, adından da anlaşılacağı üzere kendiliğinden olandır. Yaratılmıştır. Estetik Güzellik, aynı zamanda bir bilim dalı olarak görülür ve estetik bilimi sanattaki güzellikle ilgilenir. “Estetik” sözcüğünü 1735 yılında ortaya atan Alexander Baumgarten’den beri eski Mısır, Yunan Medeniyeti eserlerinde estetik güzelliğin tartışmaları yapılmış, nihayetinde tarihsel süreçte her ulusal kültürün ortaya koyduğu eserler o ulusun güzellik anlayışı olarak benimsenmiştir.

İnsanla çevresi arasında denge sağlayan, bireysellikten toplumsallığa geçişte en önemli iletişim, dün ve bugünün algılanmasında en önemli araçtır sanat. Çeşitli kültürlere ait arkeolojik kazılarda bulunan tabletlerde, mağaralara işlenmiş resim ve işaretlerde, kullanılan en ilkel kesici, delici aletlerde, süs ve takı malzemelerinde sanatın iletişim dilini görmek mümkündür. Dolayısıyla bir coğrafyanın kültürel coğrafya haline dönüşmesini sanatın etkileşim boyutundan da görmek gerekir. Çünkü sanatçılar yaşadığı toplumdan etkilenerek bir sanat eseri meydana getirirken, toplum da ortaya çıkan sanat eserinden etkilenir. Böylelikle sanatçılar ortaya koydukları eserleriyle toplumu etkilemeye, o’na yön vermeye, sanat eseri de çağın ötesine geçerek, gelecek çağları etkilemeye başlar.

Sosyal, ekonomik, teknolojik gelişim ne kadar hızlı, güçlü ve etkileyici olursa olsun sanat eseri kalıcı olma özelliğini korur. Sanatın kalıcı özelliğinin kaybolması insanın estetik yanının yok olması demektir ki maazallah o zaman ortada ne “kültürel coğrafya alanları” ne de “bugünden düne gidilecek yol” kalır.

Sanıyorum “Niçin yazıyorsunuz” sorusunun yanıtı da sanat eserinin kalıcılığını koruyor oluşunda gizli. Yazarlar, şiir sanatıyla meşgul olan şairler günlük konuşma dilinde herkesin kullandığı kelimeleri düş gücüyle, kurmacayla yeni bir şekle sokar, yazdıklarını estetize ederek topluma yansıtır ve yüreğine konan imgelem kuşunu geleceğe savurur.

Bu savuruşta kural var mıdır? Ya da kuralı kim koyacaktır?


Sözü Giordano Bruno’ya verelim: “Şiir kurallardan doğmaz, velev ki kaza eseri olsun; ama kurallar şiirden doğar ve çoğu gerçek şairlerin türü ve yeteneği kadar, gerçek kuralların türü ve kapsamı da.”