Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

31 Temmuz 2016 Pazar

İYİ ŞİİR KOALİSYONU




“Kaldı ki şiirle ilgili kör döğüşlerine hiç gereksinmemiz yok. Var olma savaşı sırasında herkes bir diğerinin üzerine basarsa üste çıkacağını sanır, oysa asıl önemli olanın ortaya konan yapıt olduğu çok sonraları anlaşılır. Hiç kuşkusuz her işte olduğu gibi iyi olanların yanında vasat ve iyi olmayanlar da vardır. Ama hep şunu unutuyormuşuz gibi geliyor bana: iyi ya da kötü, şiirle uğraşan insanlara saygı duymamız gerekiyor. Çünkü bu insan, bu denli az önemsenen bir uğraşa hayatını veriyor. En iyisi olsa ne olacak? Kaç kişi ilgileniyor şiirle? Oysa o yine de şiir yazmak istiyor. Birçokları için ancak akıl rahatsızlığıyla açıklanabilecek böyle bir tutku ancak saygı uyandırabilir insanda. Herkes aslında çok büyük bir yapının, asla tamamlanamayacak bir yapının yükselmesine katkıda bulunuyor. Kimileri Nâzım’ı gibi, Yahya Kemal gibi iri tuğlalar yerleştiriyor bu yapıya, kimileri kum tanecikleri taşıyor, ama taşıyor. Birbirimizin tuğlalarını, taşlarını, kumlarını beğenmeyebiliriz, yaptığımız işi eleştirebiliriz; her şair hiç kuşkusuz kendi tuğlasının en iyi olduğunu sanabilir, herkesin kendisininkine benzer olanları getirmesini isteyebilir; işte benim kafamdaki ideal eleştirmen ve sanat kuramcısı burada devreye giriyor: ideal eleştirmen şairin göremediği bitmiş yapıyı tasavvur edebilen kişidir. Çünkü o yapı tek renk değil rengârenk olmak zorundadır.

Dolayısıyla şiire gönül vermiş herkese saygı ve sevgiden başka bir duygu beslenemez. Çünkü o küçük bir karşılık için harcanan bir hayattır bu."
  
Tuğrul Tanyol, “ İyi Şiir Koalisyonu”, Mühür, Mart 2015, s.40)

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Ephedra



günaydın, selamladığın ağaçların başı çoktan kesik diyorlar
bakışmaları bile yeminli değil çoktan bu yana
çoktan bu yana ben tamamlıyormuşum canlı canlı gülüşlerini
aklımda ve gerçekten de bir tuhaflık varmış
senin beni beslemende Ephedra
ben bir kara hayvanıyım

dirilten bütün ısırmacıkları hatıraların
bütün altın hisselerim güvenli suların altında
yer imbikteki yargıçları da böyle kandırıyorum ve gök imbikte
ölümleri kanıtlanmamıştır bulunmamışsa
cesetleri güllerimizin

günaydın alın teri dökerek ölesiye
ölünceye edindim inançlarımı
ne ödünç alındı ne çalıntı diyorlar, bana yabancı
şu muhalif hatıralar, çoktan bu yana

gülgûn piyale, bakır sini, toprak testi dudaklarımız
kelimeciklerin omuzcuğunda sıra sıra
ben seni hiç öpmemişimdir
kelimelerinin omuzcuğundan öpmüşümdür hırsla

açlıktan düşmek üzereyken aşk beslendiğinde kurtboğan
şifanın cömertliğinde ve öldürüldüğünde büyük iyi niyetle
mizansen canım diyoruz biz dışarıdan bakanlar yine de

dağılmaya devam ediyoruz sinemadan çıkıp
ağlayanlarla birlikte

Nilgün Aras
Ayna İnsan Dergisi 2016, Sayı:18

10 Temmuz 2016 Pazar

Bir futbol diktası daha yıkıldı...


Fransa, Euro 2016 final biletini alırken Almanya'yı İtalyan hakem Rizzoli'nin yanlı kararlarıyla saf dışı bırakmıştı. Doğrusu final oynamayı bile hak etmeyen Fransızlar medyanın gazı, taraftarın coşkusuyla kendilerini dev aynasında görmeye başlamışlardı. Oysa fizik güçleri zayıftı. Kondisyonları yeterli seviyede değildi. Almanya dışında güçlü bir rakiple karşılaşmadan önce gruplardan kolaylıkla sıyrılıp gelmişlerdi. Almanya karşısında oyun olarak ezilmelerine rağmen aldıkları 2-0'lık hakem destekli galibiyet Fransızların başını döndürmüş, ayaklarını yerden kesmişti adeta.

Portekiz mutevazı kadrosu, akıl dolu oyun taktiğiyle bu küstah, kendini beğenmiş ve şımarık Fransız futbolunun sonunu getirdi. Bir futbol diktası daha kendi evinde ve kendi seyircisi önünde yıkıldı gitti.

Fotoğraftaki 7 numaralı Fransız oyuncu Griezmann'ın duruşu aslında Euro 2016'da her şeyin en yalın özeti gibi. Erken öten "horoz"un başını işte böyle keserler.

Tebrikle Portekiz! Tebrikler...

3 Temmuz 2016 Pazar

ARDIÇ AĞACI


Tarçınlı evin bahçesinde bıraktık- yorgun
Dağlara yaslanan, açan nergislerin sevincini
Sabahları rüzgârın dudağıyla öperdin
Denizin titrek, yırtılan sesini

Bozguna uğratırdı gülüşün güneşi
Sardunyanın açan gürültülü renginde
Sarılınca parmakların akardı
Ah! koparmaya kıyamadığım

Zamanı yontar, insanın üşüten yalnızlığı
Şimdi kanatılan coğrafyada
Kutsal kaselerde boğuluyor yaşam
Ansızın boşluk, kuşatan anlamsızlık
Giderken okuduğum masalları taşıdın hayata

Kalbimi yarsalar içinden sen çıkacaksın
Ardıç ağacı, yoruldum akşamı taşımaktan

Dilek Özkan
Bir Uçurum İçe, Mühür Yayınları, syf.13

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Nasıl Methedeyim Sevdiğim Seni


"İstanbul, Bursa'yı değer gözlerin...
İzmir'i, Konya'yı değer gözlerin...
Kars'ı Ardahan'ı, Erzurum, Van'ı, belki Buhara'yı değer gözlerin...
Yüzbin şehir saysam etmez kıymetin
Hasılı cihana değer gözlerin..."

Fısıltı Saati




kim kaldı? kaç kişi? nerede?
gidenleri aradık boş yere
gömüp bıraktıklarımızın sesi
yansımıyor perdeye,

aklım! boşuna arıyorsun
dokunuş gibi geçip gidiyor her şey
bu yakıcı rüzgâr, fısıltı saati,
her yer kış. sen

bana ölüme benzeyen bir sesle seslen
hatırlansın, unutulmasın!
yıkıntıların içindeydik, daha dün
kim gülüyordu ardından ölümün?

fısıltı saati: dudaklarında çocukların
donup kalmış haykırış
uzak evlerden yükselen
oradan!
ağıtların geceye karıştığı yerden

Tuğrul Tanyol, Mühür Dergisi 2016, Sayı: 64

1 Temmuz 2016 Cuma

“Gün ola, umut yetişe”/ Öykü


“Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun”

Ahmed Arif

Sıcak çayını yudumladı. Elindeki zarları avucunda çalkalayıp oyun tahtasının ortasına salladı. Tahtanın köşesine çarpan zarlar güvercin gibi takla atarak pulların üstüne düştüler. Zarların düşeş geldiğini görünce gevrek gevrek güldü. “İki mars bir ters” olur demiştim muhtar, bu köyde beni tavlada yenecek yiğit daha anasından doğmadı” dedi Emin Aga.

“Haklısın” dedi muhtar. “Haklısın, Sezarın hakkı Sezara. Tavlada senden el almak zor amma gün ola, devran döne, gün ola, umut yetişe.”

Karşılıklı gülüştüler. Gözünün önünde uçuşup duran sineği eliyle kovaladıktan sonra: “Var mısın yeni bi’oyun daha oynamaya?” diye sordu Emin Aga.

“Oynarım oynamasına da ziraattan mühendis gelecekmiş. Onu bekliyorum. Eli kulağındadır. Misafiri kahvede karşılamak istemiyorum, muhtarlığa gideceğim.”

“Hayrola! Mühendis ne için geliyormuş?”

“Biliyorsun, iki yıldır bahar girmeden sebze meyveyi soğuklar pek fena vuruyor. Köylü çok zarar etti. Ahali, bıldırki soğuklar bu sene de olursa hâlimiz hepten duman olur diye dertlenip duruyordu. Ben de Kaymakama gidip durumu anlattım. O da Tarım Müdürünü arayıp köye bi’ziraat mühendisi gönderilmesini istedi. Mühendis meyve ağaçlarının ilkbahardan önce bakımı nasıl yapılır onu anlatacakmış. Senin anlayacağın bugün dışarlıklı misafirimiz var.”

Sözünü bitiren muhtar elini dizine vurdu. “Bana müsaade” dedi. Ayağa kalktı. Şapkasını düzeltti. “Kelle başı çayları benim hesaba yaz Nâzım” diye ocakçıya seslendi.

Emin Aga kahvede yalnız kalınca gürüldeyen sobanın kenarındaki sandalyelerden birine ilişti. Soğuğa yiğitlik olmaz sözünü kim bilir kaç kere duymuştu büyüklerinden. Kuru ayaza insan dayanamıyordu ki ağaçlar dayansın. İki yıl önce elma bahçelerini don vurunca kıyıda köşede sakladığı hazırdan yemişti köylünün birçoğu. Köylü için tersine giden zaman acı, yokluk ölüm demekti. Bu yüzden alacak vereceklerini hattâ köyde düğünleri bile ertelemek zorunda kalmışlardı mahsulün düşüklüğünden.

Kendi zararı da büyük olunca eniştesinin anlata anlata bitiremediği Fransa’ya, görmeyi çok arzuladığı Dijon’a gitmişti üç aylığına. Bastırılmış arzular her insanın kalbinde taşıdığı gizli bir kamburdur. Sonunda kararını verip içindeki kamburu söküp atmış, turist vizesiyle girdiği Burgonya Bölgesi’ndeki üzüm bağlarında eniştesinin de yardımıyla kaçak işçi olarak çalışmaya başlamıştı. Niyeti üç beş kuruş para biriktirmekti ama kazandığı para tatlı gelince vizesi dolmasına rağmen köye dönmemiş, risk alarak bu sefer de bir şarap fabrikasında kaçak çalışmaya devam etmişti.

Sonra nasıl olduğunu anlamadan göçmen polisinin karşısında bulmuştu kendisini. Eniştesinin çok önceden verdiği akılla hemen “sığınma hakkı” istemişti Fransa’dan. Başvurusu kabul edilirse çoluk çocuğunu da getirtip yerleşecekti Fransa’ya. Planı buydu. Sorgu odasında vatanı aleyhinde yalan yanlış uydurduğu hikâyeler içine oturmuş, yerleştirildiği mülteci kampında çok acı çekmişti. Dilini bilmediği insanların yurdunda acının girdiği yürekte ne kimlik ne pasaport sormadığını yaşayarak öğrenmişti. Yalnızdı mülteci kampında. Yapayalnız. Günleri iç karartan duvarlar arasında geçiyor, gece olunca karanlığı bir mızrak gibi kalbine saplayarak uyumaya çalışıyordu. Genci, yaşlısı, esmeri, sarışını yüzlerce insan yaşıyordu kampta. En çokta Afrikalılar. Yüzleri, saçları, gözleri, giyim kuşamları birbirine benzeyen, yoksul ama göçmenlik başvurusuna umutla, sıkı sıkıya tutunmuş Afrikalılar sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi nasıl da rahattılar. Şarkı söylüyor, dans ediyor, hep birlikte eğleniyorlardı akşamları. Emin Aga’nınsa her şey üstüne üstüne geliyordu. Yapacak bir iş bulamayınca tavla oynamaya vermişti kendini. Beden dili ve işaret diliyle konuşarak anlaşmaya çalıştığı Asya’lı bir mülteciyle tavla oynuyordu günaşırı.

Mülteci kampında iyice anlamıştı ki insan köksüz bir bitki değildi. Emin Aga’nın kökleri köyündeydi. Sığınma talebinin sonucunu beklerken, köye dönüş isteği de gizliden gizliye kanayan bir yaraya dönüşmüştü. Uçak biletinin eline tutuşturulup sınır dışı kararının bildirilmesini müjdeli haber bekler gibi dört gözle bekliyordu ancak kimsenin onun yarasını tez zamanda müjdelerle sarmak gibi düşüncesi yoktu.

Üç ay geçirmişti mülteci kampında. Birbirinin aynısı günler her sabah dallarına konan ve akşam olunca yakalanmadan uçup giden kuş sürüleri gibi geçip gitmişti. Ara sıra ziyaretine gelen eniştesi de olmasa çıldıracaktı neredeyse. Köyünün kekik kokan, iğde kokan yamaçlarını, geride bıraktığı karısını, çocuklarını özlemiş, Fransa’da yeni bir hayat kuramayacağını geç de olsa anlamıştı.

Umudunu yitirdiği günlerden birinde “talebin reddedildi gidiyorsun” demişlerdi ona. Geri dönüş haberini duyunca sevinçten havalara uçmuştu. İyice içine çöken gözleri ışıldamış, ruhunu ıslak bir keçe gibi ağırlaştıran sıkıntıları akıp gitmişti üzerinden. Sağ salim varırsam toprağını öpeceğim memleketimin diye ahdetmişti. Uçaktan iner inmez yere kapaklanmış beton zemini öpmüştü.

“Hey gidinin Fransa’sı” diye iç geçirdi. Bi’çay daha istedi ocaktan. Mühendisin geleceği haberine sevinmişti. Şarap fabrikasında çalışırken sirke yapımını da öğrenmişti. Elma bahçesinin yarısını üzüm bağına dönüştürmek istiyordu çoktandır. Planı hazırdı. Bir kez daha risk alacaktı. “Mühendisle konuşur bağ için teşvik alırım. Hem üzüm hem de elmadan sirke yapar satarım. Elin Fransız’ı üzümden neler neler yapıyor biz niye yapmayalım” diye düşünüyordu epey zamandır.

Kahveden dışarı baktı. Muhtar yanında yabancı biriyle yaklaşıyordu. Mühendis olmalıydı yanındaki adam. Selam verip oturdular. Hoş beşten sonra yan masada tavla oynayanları gören mühendis: “Arkadaşlar, bu oyun basit gibi görünür ama derin bir strateji ve taktik gerektirir” dedi. “Oooo mühendis bey, burada tavlanın pirî Emin Aga var. Tâ Fransa’da bile tavla oynamışlığı vardır. Köyde onu kimse yenemiyor” dedi muhtar.

“Ya, demek öyle. Ben de tavla oynarım az buçuk. İsterse bi’oyun kurarız Emin Aga’yla.”

“Kelle başı çay ısmarlamayı kabul edersen olur, oynarız, seni kırmayız be mühendis bey.”

Başını olur mânasında salladı mühendis. “Getirin tavlayı” dedi. Emin Aga bir yandan oynuyor bir yandan da: “Bu yörede tavlayı bir ben oynarım bir de Efe Mehmet” diyordu şen şakrak lâtifelerle. Mühendis ise gülümsüyordu anlatılanlara. Oyunu kazanınca: “Hafif geldin mühendis bey” diye takıldı Emin Aga. “Misafirimiz olmasaydın, vallahi billahi tavlayı koltuğunun altına sıkıştırır seni öyle gönderirdik şehre.”

Hep birlikte gülüştüler. Gülüşme sesleri kesilince mühendis: “Tavla oynarken bahsettiğin Efe Mehmet’i tanır mısın? Kimdir? Kimin nesidir? Nerde yaşar? Onunla hiç tavla oynadın mı?” diye sordu. “Yok” dedi Emin Aga. Namını duydum sadece. Şehirde yaşarmış. Tavla oynarken önce pulları oynar sonra zarları atarmış. Tavlada o derece ustaymış senin anlayacağın.”

“Bak sen” dedi mühendis. Eliyle kahvenin kenarındaki cızbız köfteciyi işaret ederek: “Karnımız acıktı Emin Aga. İstersen bi’oyun daha oynayalım. Yenilen kahvedekilere kelle başı köfte ısmarlasın, karnımızı doyursun, olur mu?” diye sordu.

Bir kahkaha attı Emin Aga. “Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler mühendis bey. Peki, oynayalım ama yenilince sözünden caymak yok, tamam mı?”

Pulları dizip yeniden oynamaya başladılar. Oyun başlayınca Emin Aga’nın rengi atıverdi. Çünkü mühendis ilk oyundaki gibi acemice değil tıpkı Efe Mehmet gibi önce pulları oynuyor, ardından zarları atıyordu. “Ne oldu Emin Aga, şaşırdın mı?”

“Bizi oyuna getirdin getirmesine de, meraklanırım, sormadan edemem. Efe Mehmet gibi tavla oynamayı nerde öğrendin mühendis bey?”

“Efe Mehmet benim” dedi mühendis. Tavlada senin bileğinin kolay kolay bükülmediğini yolda gelirken muhtar anlatınca biz de sana küçük bi’oyun oynayalım dedik Emin Aga.”

Gülüştüler karşılıklı. Ekmek arası köfteleri yerken, meyve bahçelerini vuran soğuklardan, Fransa’dan, oradaki üzüm bağlarından ve sirke yapımından konuştular. “Gün ola, devran döne,” dedi muhtar. “Haydin, buradan doğru Emin Aga’nın bahçesine eğitime gidiyoruz arkadaşlar. “Gün ola, umut yetişe.”

Zengin kalkışıyla ayaklandılar.

Fatih Yavuz Çiçek
Ayna İnsan 2016, Sayı:18