Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

31 Ağustos 2015 Pazartesi

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Zaman Yolcusu Kadınlar: Furuğ Ferruhzad



“Bahçeye dikeceğim ellerimi,
Çiçekleneceğim,
biliyorum, biliyorum, biliyorum
Ve bembeyaz yumurtalarını bırakacak
kırlangıçlar
Avuçlarımın mürekkep lekeli
çukurlarına”

FURUĞ FERRUHZAD
(5 Ocak 1935 – 13 Şubat 1967)


Öylesine çiçeklendi ki Furuğ, mürekkep lekeli ve kırlangıçların yumurtalarını bıraktığı elleri ile Fars edebiyatının en güzel şiirlerini yazdı. Şair oldu. Yazar, oyuncu, ödüllü bir yönetmen, ressam, eş, anne, âşık oldu. Furuğ; kısacık bir hayata, her şeyi doldurabilen kadınlardandı. Ve kim olduğunu ve şiir yazmak için doğduğunu biliyordu. Tüm kırılganlığına karşın, kim olduğunu bilemesin diye konulan bütün kuralları alt edecek kadar da güçlüydü.

Otuz iki yaşında öldüğünde; onu hiç önemsememiş ve reddetmiş olan babasından aldığı soyadına bile gerek olmadan, İran şiirinin “Furuğ”u olmuştu. İsmi Farsça “Işık” anlamında ki Furuğ; kalın siyah kaşları, iri gözleri ile, başı hafifçe yana eğik, bazen mağrur, bazen mağdur, bazen deli deli bakıyor o hep çok genç, hep çok güzel fotoğraflarından.

Furuğ, babasına yazdığı bir mektupta “…şiir benim Tanrımdır… siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiç bir yaşadığımdan yakınmayacağım…” demişti. Ve şiirini yazabilmek için hayatındaki birçok şeyi elinin tersi ile itti. Ailesinin istediği gibi bir kız çocuğu, beklendiği gibi bir eş olmadı. Evcilleşmedi. Ataerkin sevgisini kazanamadı ve bundan da hep üzüntü ve öfke duydu. Gene de bildiği gibi, kendine doğru geldiği gibi yaşadı. Kültürel kutuplaşmalar, isyanlar çalkantısındaki İran’a “karanlık bir ayet” gibi inen “varlığıyla”; yazanın da, okuyanın da içini yakan şiirlerini bıraktı.

Kent soylu orta sınıf bir ailenin yedi çocuğundan üçüncüsü olarak doğdu. Şah Rıza’nın ordusunda subay olan babasının, ordu düzeninde yönettiği bir evde büyüdü. Kız sanat okulunda resim, el sanatları ve dikiş – nakış okudu. Ailede, hep erkek kardeşleri öncelikliydi. Furuğ buna dayanamazdı ve bu kavgası, hırçınlığı ömür boyu sürdü. Askeri bir disiplinle yetiştirildikleri, sürekli kaçmak arzusu ve isyan duygusu ile yaşadığı çocukluğunun evinde, kapılar ve pencereler, kadınlara kapalıydı. Bir şiirinde “…bir pencere yeter bana, bir tek pencere…” demişti (Pencere). Kendi penceresini de kendi elleriyle, tırnaklarıyla, acıta acıta açacaktı ve penceresinden güneşe bakacaktı. Çünkü istediği buydu:

“…kıyısındayım pencerenin
ve güneşle bağlantıda…”


1952 yılında on altı yaşındayken, kendinden yaşça büyük, aileden tanıdığı Perviz Şapur’a aşık oldu ve evlendi. Şapur, aydın ve sanat çevrelerinde tanınan bir entelektüeldi. Kocasının yanına taşındı. Küçük bir yer olan Ahvaz’da, aykırı kimliği ile Furuğ’u zor bir hayat bekliyordu. Bir erkek çocuğu oldu. İki yıl süren evliliği, 1954 yılında bitti. Şeriat yasalarına göre, boşanma sonrası, çocuğun velayeti babaya verildi. Daha sonra “çocukça” diye tanımladığı bu aşkta bilemediği, bir entelektüelle de olsa, evliliğin ve ataerkil düzenin ondan beklentileriydi. Bunlara karşılık veremedi ve eril dünya tarafından, bir kadın için en ağır cezalardan biri ile cezalandırıldı. Furuğ çocuğunu hiç göremedi.

Duygusuz, baskıcı ve sevgisiz bir evde geçen çocukluğunun acı ve isyanlarına, bir de daha sonra hiç göremediği ve “sen o aydınlık ve pırıl pırıl gökyüzüsün” dediği oğlu, Kamyar’ın özlemi katıldı. Furuğ kendini şiirlerine verdi, Tahran’a geri döndü. Daha sonraları; kendisini ve şiirini anlamadığı için kocası Perviz’e sitem dolu mektuplar yazacaktı. Bir başka mektubunda da “…yaşamın gülünç alışkanlıklarına bağımlı olmak ve duvarlara boyun eğmek doğaya aykırıdır…” diyecekti. Kadınların görevi sayılan adanmışlıklar, sorumluluklar, evlere kapatan duvarlar, bakamadıkları pencereler hep şiirlerine konu oldu.

“…Su gibi çukurunda kuruyabilir insan…” demiş ve en çok da bundan korkmuştu.
1955 yılında ilk kitabı “Tutsak / Asir” yayımlandı. Şiiri kadın, kadınlığı şiirdi. O bir kadındı ve kadınlığını bunca görünür kılması onaylanabilecek bir şey değildi. Görünür olmak erkeklerin ayrıcalığındaydı. Yazdıkları ile hayatındaki ve çevresindeki erkeklerin öfkesine uğradı. O yıl, bir süre psikiyatri kliniğinde kaldı. Böyle bir kadın, olsa olsa deli olurdu. Delirtilmeye çalışılırdı ve deli değilse de, deli olduğuna inandırılırdı.

Daha on altı yaşında iken eski ustalar geleneğinde “gazal”lar yazan, isyanla, aşkla dolu bir küçük “gelin” kadın, acaba nasıl yaşardı? Toplumun, ailenin, daha sonra şiirlerinde “esaret” diye nitelediği evliliğin, bir kadından beklentilerini nasıl karşılardı? “Düşler ne kadar safsalar o kadar yükseklikten düşer ve ölürler” dizeleri ile içinden kopanları, yere düşen, kırılan, dökülen her şeyi yazdı. Çocukluğundan beri dizginleyemediği kaçmak arzusu, içindeki isyan hiç bitmedi. Çünkü kaçabileceği her yer ondan bir şey istiyordu. Oysa o, sadece kendi olabilmek, kendi olabilirken de şiirlerini yazmak istiyordu.

Dokuz aylığına bir Avrupa seyahatine çıktı. Şiiri hiç bırakmadı. 1956 yılında ikinci şiir kitabı “Duvar” basıldı. Bu kitabını, tüm entelektüel kabiliyetlerine rağmen onu hiç anlamamış olan ilk kocasına adamıştı. 1958 yılında, ünlü yazar ve yönetmen İbrahim Gülistan ile tanışması ve yaşadığı aşk, hayatının önemli bir parçası oldu. Evli ve iki çocuk babası, öykücü, film yapımcısı ve senarist Gülistan’la Furuğ, ölümüne kadar birlikte çalıştılar. İlişkileri hep dedikodu ve eleştirilere maruz kaldı.

Furuğ, arada başka aşklar da yaşadı. Dizelerinde “… büyük bir zevkle günah işledim / ateş gibi sıcak bir kucakta… / büyük bir zevkle günah işledim / titreyen kendinden geçmiş vücudumla…” diyecek kadar cesurdu. Sadece erkeklere ait bir alana destursuz girmiş; cinsel aşkı, sevgilisini, sevişmesini, tutkusunu anlatma cüretini göstermişti. Şiirlerindeki ve doludizgin hayatındaki kadın cinselliği, bu hakkı sadece kendinde gören riyakâr erkek dünyasına bir çeşit isyandı. Boşanmış ve özgürce yaşayan ve aynı özgürlükte yazan bir kadın olarak, dikkatler hep üzerindeydi. Şiddetli tartışma ve eleştirilere konu oldu, bazı şiirleri erotik bulundu, sansüre uğradı. Düşük ahlakla, fahişelikle, yuva yıkıcılıkla suçlandı. Şiiri değersizleştirilmeye çalışıldı.

“…karatahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
uçup gittikleri o an…”


duyarlığında bir kadın; 1950’li yılların dünyasında, bu dünyanın İran’ın da “kadın şair” oluyordu. Eve, kocasına, yemeğe, çocuğa harcaması beklenen enerji ve yaratıcılığını; şiirine, filmine ve aşklarına, aşkla yazıyordu.

Furuğ, yaşamı ve sanatı kadar toplumsal konulara ilgisi ile de cesurdu. Geleneksel ve ataerkil bir toplumda; eş, anne olmak, geleneksel roller, kadının toplumdaki konumu, kadın sorunları, Şah’ın despotluğu, siyasi ve dini baskılar üzerine görüşlerini hep savundu. “Tanrı olsaydım eğer, bir gece haykırırdım tüm meleklere / güneş sikkesini karanlığın körüne atsınlar diye” dizeleri ile isyan işine Tanrıyı da bulaştırdı. Bulaştırabilirdi, çünkü Furuğ “Yeryüzü Ayetleri”nin yazarıydı.

“Babalar, kocalar, mollalar gözünde” değersiz de olsa; artık şiirinin gücünü herkese kabul ettirmişti.

1962 yılında yaptığı belgesel filmiyle İtalya’da, 1963 yılında cüzzamlılar hakkında çektiği “Kara Ev” filmi ile Almanya Oberhausen Film Festivali’nde ödül kazandı. 1963 yılında UNESCO, daha sonra Bernardo Bertolucci, Furuğ hakkında belgesel film yaptı ve yayınladı. Bu arada “Kara Ev” çekimleri sırasında Cüzzamlılar Evi’nde birlikte yaşadığı anne babası cüzzamlı Hüseyin’i evlat edindi. Kamyar’ın özlemi bir yana, Hüseyin’i de çok sevdi.

Furuğ’un ölümü de, arka arkaya sığdırdığı kitaplar, aşklar, travmalar ve filmler gibi seri bir şekilde ve aniden oldu. 1967 yılının Şubat ayında, bir sabah kütüphanede Jean d’Arc çevirisine çalıştı. Sonra annesine uğradı, oradan da stüdyoya gitmek üzere ayrıldı. Kendi kullandığı araç ile giderken, başka bir araçla kaza yapmamak için duvara çarpınca, araçtan dışarı fırladı ve başını kaldırıma vurdu. Henüz otuz iki yaşındaydı. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” yarım kaldı.

Furuğ, kaldırıldığı hastanede müdahale edilemeden ölmüştü. Mollalar cenaze namazını kılmak istemediği için, cenazesi iki gün bekledi. O, eril zihniyeti çıldırtan her şeydi, “nankör”, “ahlaksız” ve “cadı”ydı. “Günah” şiirinden sonra, zaten baba evinden de reddedilmişti. Cenaze namazını bir yazar kıldırdı.

Kardeşine bir mektubunda, ilk ben öleceğim demişti. İlk o öldü. Son kitabına adını veren şiiri, kendi ölümü hakkında bir kehanet gibiydi:

“Ve bu benim
yalnız bir kadın,
soğuk mevsimin eşiğinde
…..
anneme dedim ki: “bitti artık
hep düşündüğünden daha önce olur
gazeteye bir başsağlığı ilanı vermeli.”
….
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor…

belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdıklarında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik el
inanalım, soğuk mevsimin başlangıcına.”
….”
(İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına – Kış 1965)


Toprağa verildiği gün, Tahran’da kar yağıyordu.

Daha otuz iki yaşındaydı ve “saf düşleri …. çok yükseklerden düşmüş kırılmış”, “soğuk mevsim”lerde yaşar olmuştu ama yeni başlangıçlara hep hazırdı, hep çok cesurdu. Son kitabı “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” ölümünden sonra basıldı.

“Kuş ölür sen uçuşu hatırla…” dediği gibi, geriye hatırlanası şiirleri ile Kamyar’la, Hüseyin’i bıraktı.

Furuğ gideli yıllar oldu, yaralarımız hep aynı kaldı. Yaşadığı dünyayı çok iyi tanıyordu:

“….. küçücük bir kıvılcım
bu cansız sessiz topluluğu
ansızın içten parçalıyordu,
ve onlar birbirlerine saldırıyorlardı
adamlar birbirinin gırtlağını
bıçaklarla yarıyorlardı
ve kan yatağı ortasında
ergenleşmemiş kızlarla
yatıyorlardı…”
(Yeryüzü Ayetleri)


Aradan geçen onca yıldan sonra, şiirleri ve kehanetleri ile Furuğ, “… su sesinin doğruluğuna inanmayı…” istediğimiz ve “beşiklerin utançtan mezarlara sığındığı” sanki bu günleri anlatıyordu.

Hepimizin ismi biraz “ışık” olsa, tüm pencereler hep açık kalsa, “esrik tenler” güneşle bağlantıda… Herkes bir Furuğ şiiri okusa. İçimize birer Furuğ kaçsa…
Beşikler, utançtan sığındıkları yerlerden çıksa…

Gülden Treske 
Amargi Feminist Dergi, Ekim 2014

KAYNAKÇA:
Diler, M. Hannah Arendt’ten “Furuğ Ferruhzad’a Bakmak Esaretten Özgürlüğe Açılan Pencere: Furuğ Ferruhzad Şiiri”. Fe Dergi 5, no.2 (2013), 59-74
http://cins.ankara.edu.tr/10_8.html (11.07.2014)

Ferruhzad, F. (2014) “Yaralarım Aşktandır”. İstanbul:Totem
Hüsrevşahi, H. (2012, 10 Ocak). “Furuğ Ferruhzad: Şiirinin Cinsiyeti ve Cinselliği” Sardunyalar-Haşim Hüsrevşahi’nin Yazın Penceresi.
http://sardunyalar.com/2012/01/10/109 (26.05.2014)

“nigah kun ki mum-ı şeb berahı ma…” Jazetta 2.0
http://jazettanka.wordpress.com/2012/01/27/nigah-kun-ki-mum-i-seb-berahi-ma/#comments (26.05.2014)

Persian Language & Literature: “Forough Farrokhzad -The most famous woman in the history of Persian literature”. Iran Chamber Society
http://www.iranchamber.com/literature/ffarrokhzad/forough_farrokhzad.php (17.05.2014)




25 Ağustos 2015 Salı

Yeni Nesil Özlemler



susmanın zırhını kuşandığım atlastan
yedi kat dürülmüş mektuplar yazıyorum

hangi sözün işçiliğine soyunsa, daha çok ona benziyor kalbim
oysa biliyorum, hünerli olmak ustalığın karinesidir
ve elbette biliyorum şu denizlere sığmayan zaman diliminde
benim yaptığım rüzgâra çırak durmaktan ibaret çocukluk
yoksa bilmez miyim
‘ateş olsam cürmüm kadar yer yakarım’
zaten başka türlüsü kontrolsüz yangınlar demektir ki
aldırma
sen mülküme yakın olmaya devam et ey dildâde 
o hâlet-i ruhiyemle
ben de sana ışık hızından bile yakın olurum fakat,
gövdemin taş kesildiği yerde
hiç kimse beni bir yosun gibi sarmadı desem
dakka şaşmaz kusurlu bulunur, 
kalender meşrebindeki ömrüm 

belki acemi
belki de iki yürek arasındaki ritim farkını duymaktan âcizim,
kabul.

lâkin senden şehirler kuruyorum gündüzden geceye
senden dört başı ma’mur kuş evleri
ki
biz buna medeniyet üçgeni diyelim de
hadi formülünü fizikçiler düşünsün
aslında maya başkentini yeniden kuruyorum sevgilim
avuçlarında cömertliğin aşkına

o coşkun mi’marî
o çılgın tarzın içinde ben nerde miyim?
âh!
söylemeyi unuttum
‘taş yerinde ağırdır’
aşk, akıl ve ruhun hüzünle ayrıştığı siyah noktada
bilmem, özlediğim gölleri anlatabiliyor muyum?

Fatih Yavuz Çiçek
Ayna İnsan, 2015 Sayı: 15

21 Ağustos 2015 Cuma

Türk Dili, Dil Ve Edebiyat Dergisi



"Ağrılardan Ağrı Beğen" isimli öyküm Türk Dili Dergisi'nin Ağustos 2015, 764.Sayısında.


İyi okumalar.

fy

Bavul/Öykü



 “Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.(…)
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de."

Konstantinos Kavafis

Yıllık iznim yarın bitiyor. Sıla-i rahim için geldiğim baba ocağından Cumartesi akşam ayrılmış olacağım muhtemelen. Uçakla dönmeyi düşünmüştüm önce. Sonra trende karar kıldım. Severim tren yolculuğunu. Güvenli bulurum. Hattâ birbirine yabancı, ömürlerinde hiç karşılaşmamış yüzlerce insanı pulman biletli koltuklarda, yemekli vagonlarda buluşturmasını önemser, iki çift lafla başladıktan sonra samimiyetle uzayan sohbetlerin yalnızlık mabedine çekilmiş bedenlerin tozunu aldığını düşünürüm. Sabah telefon edip yer ayırtmıştım. İyi ki de ayırtmışım. Biletler tükenmek üzereymiş. Ne olur ne olmaz diye istasyona kadar gidip bileti elden alacaktım fakat teyzemin uyarısıyla annemden miras kalan eve bakmaya gideceğim bugün. Müteahhitler istiyormuş. Çatısı akıyormuş yağmurlar başladığında. Yıpranan kiremitlerin de sonbahara kalmadan değiştirilmesi gerekiyormuş artık. Kiralamak isteyenler tadilat yapılmadan oturmak istemiyormuş. En son çıkan kiracı çatıda eski bir bavul bulmuş. Atacakmış. İçinde bana ait eskileri, oyuncakları görünce kıyamamış. Sonra teyzeme haber vermiş. “Bakın, işinize yararsa alın, bavulu bulduğum yere bırakıyorum” demiş.

Sözüm söz. Üzerime spor kıyafetler giyinip doğup büyüdüğüm eve bakmak için yola koyuluyorum. Geçtiğim caddeleri tanımakta güçlük çektiğimi fark edince, kullandığım aracın hızını düşürüyorum hemen.  Üçüncü vites yeterli. Çevremi gözlemleyerek ilerliyorum ağır ağır. Nüfusun hızla artışından mıdır, yoksa kentsel dönüşüm yanılgısı mı? Büyükşehirlerdeki betonlaşma hastalığı Armutlu’yu da kalbinden vurmuş. Eskiden evlerin boyu minareleri geçmezmiş. Doğrusu ‘ben hâlâ evlerin minarelerin boyunu geçmeyeceği şehirler hayâl ediyorum,’ ısrarla.  Bu hayâldir zaten beni mimarlık eğitimine yönelten. Mesleğime âşık eden.  Bu hayâldir Anadolu mimarisini gönlümde vazgeçilmez kılan. Âh! Geçen hafta Armutlu’nun eski bakırcılar çarşısının bulunduğu semtte dev mızraklar gibi yükselen binaları görünce nasıl da içim burkulmuştu. Başka bir kültürdü bu. Bize ait olmayan, bize yabancı, bizden öncekilerde görmediğimiz bir yaşam tarzını imgeliyordu gökdelenler.

İzmir'de oturduğum evin arsa sahiplerinden Ersel anlatmıştı. Babalarından kalan üç katlı, önü bahçeli, bahçesinde limon ve mandalina ağaçları, ağaçların ortasında kamelyası bulunan evlerini kat karşılığı müteahhide verdiklerine nasıl da pişmandılar. “Eskiden yorgunluk çayımızı kamelyada içerdik. Pazar günleri sabah oldu mu bütün aile kamelyada toplanırdı. Yazın iki ağacın ortasına bağlardık hamağı, gölgede gel keyfim gel. Ne yorgunluk kalırdı. Ne sıkıntı. Evi müteahhide vermeden önce üç dairemiz vardı. Üç kardeş paşa paşa oturuyorduk. Şimdi yine üç dairemiz var. Âh! Ne paşalık kaldı, ne de komşuluk. Biz, evleri müteahhide verirken farkında olmadan anılarımızın üzerine koskoca bir beton yığını inşa ettirmişiz. Çok üzülüyor, kederleniyorum” demişti Ersel.  

“Boş ver be Ersel” dedim kendi kendime. Kederlenme, yaşamana bak. Dünyanın kendisi zevk ve safa meclisinde çalan kederli bir şarkıdır. En azından kardeşlerin yanında. Bir ailen var. Benim yerimde olsan ne yapardın. Hem öksüz, hem yetim. Üstelik tek bir kardeşim bile yok. Teyzem ve çocukları dışında kimsem kalmadı şu koskoca hayatta.”

Geçmiş insanın zihninden silinmeyen esmer bir dut lekesine benzer. Tek çocuk olarak el bebek gül bebek büyümüştüm. Dışarıdan nasıl görünür bilmem. Tek olmanın, insanın ruhunda dolama gibi zonklayan ağrısı nasıl tarif edilebilir? Hicranî'nin “İçimde kar donar buzlar tutuşur/Yağan ateş midir kar mıdır bilmem” deyişi benim durumumu en güzel tercüme eden beyittir belki de.

Çocukluğumda anneme sorar dururdum. 

“Anne benim kardeşim niye yok, hiç olmayacak mı?” 

Annemin yüzü bulutlanır: “Gülsüm Teyze’nin çocukları var ya. Meriç ablan, Beyazıt ve Selçuk ağabeyin. Teyze çocukları kardeş gibidir paşam” der; sarılır, gövdemi bağrına basardı. Bazen vereceği yanıtı geçiştirir, iç çeker, ağlardı gizliden gizliye.

Büyümek sancılıdır. Çocukluk sancıları yıllar geçtikçe yerini başka sancılara bırakır. Büyüdükçe kardeş istemeyi, annemi sorularla bunaltmayı bırakmıştım. Kabullenmiştim mevcut hâlimizi. Liseden sonra İzmir’de mimarlık eğitimine başlamıştım. Ege’ye yerleşmemi seçtiğim mesleğe borçluyum biraz da. Annemle babamı depremde kaybettikten sonra Gülsüm Teyzemin bütün ısrarlarına rağmen yıllık izinler dışında bir daha dönmemiştim Armutlu'ya. 

Annem gibi severdim Gülsüm Teyzemi. Teyzem, Cemil Enişte’yi ben doğduktan bir yıl sonra trafik kazasında kaybetmiş. O hayatını çocuklarına adamış bir direniş abidesiydi âdeta. Kolay kolay yıkılmazdı. Ketumdu. Verdiği sözden asla caymazdı. Acısını dışarı veren zayıf kadınlardan değildi. Annemi de kaybettikten sonra öz evladı gibi sahiplenmişti beni. Zaaf gösterdiği tek konunun benim çocuksu nazlarım olduğunu düşünür,  Armutlu’ya temelli dönüş yapmamı istemesinin dışında onu incitmekten çekinirdim. Teyze demek anne yarısı demektir. Bu öğretiyle büyüdük biz.  Bu öğretiyi benimsedik. Onu kırmayı, sözünü ikiletmeyi aklımın ucundan bile geçirmem. Her zaman yaptığım gibi ona verdiğim sözü yine tuttum.  Baba ocağına, evime geldim.

Avluyu çevreleyen duvarın üstünden başımı uzatıp bir yabancı gibi evimize baktım önce. Çocukluğumun yıkılmayan sarayına. İyice bilinmelidir ki bir insanın yüreğinde sevinci ve acıyı tanımlayan ne varsa çocukluğundan kalmıştır. Çocukluk tarihe gömülü paha biçilmez bir hazinedir aslında. Demir kapının anahtarını çevirip ayrık otlarıyla kaplanmış bahçeden geçerek verandaya yürüdüm. Sırtımı beyaz badanası sararmış kerpiç duvara verip kirpiklerimi kapadım. Orada, verandanın basamaklarına dikilmiş beni izleyen yeşil gözlü çocuğun belleğime yerleşen filigran görüntüsüne baktım sessizce. Ne yaşadıysam burada yaşamıştım. Damayı, dokuztaş oynamayı burada öğrenmiştim. Okul ödevlerimi bu verandada yapmıştım. Sardunyaları bu verandada sevmiştim. Annemin üç öğün kurduğu yer sofrasına dizlerimi bükerek oturmaya, bu verandada alışmıştım. İlkokulu bitirdiğim yıl Leyla’yı bu verandada öpmüştüm. Babamın kalp krizi geçirdiğini, hastaneye götürüldüğünü bu verandada öğrenmiştim. Amcamın vefat haberini elimdeki şeftaliyi ısırırken bu verandada duymuştum. Her şeyin bir ömrü vardı. Evlerin, çiçeklerin, insanın. Ama anılar ölümsüzdü galiba. Anılar geçmişe yabancılaşmanın panzehiriydi. Hem, insanın sıvaları dökülen, kendi ailesine ait bir evde geçmişi anımsarken kendine yabancı kalması mümkün müydü?

Yabancı kalamazdım elbette. Bu ev benim kimliğime açılan yıldız geçidimdi. Vakit kaybetmeden arka bahçeye dolanıp, eskiden kömür koyduğumuz depodan ahşap merdiveni aldım. Bavula bakmak için beşik çatıya tırmandım. Pencereler tozlanmış. Perdeler eprimiş. İçinde çeşitli boylarda vida, pul, cıvata, somun gibi hırdavatların saklandığı malzeme kutuları yerli yerinde duruyor. Bahçe hortumu, el çapası ve tırmığın yeri hiç değişmemiş. Ve işte teyzemin sözünü ettiği bavul, köşedeki açılır kapanır formika masanın üzerine emanet yolcu paketi gibi bırakılmış. Bavuldan kese kese altın çıkmayacağından adım gibi eminim. Kiracı görmüş, bakmış zaten. İçinde eski kıyafetlerden, okul karnelerinden, takdir belgelerinden, sevdiğim oyuncaklardan, kıyıda köşede unutulmuş fotoğraflardan başka ne olabilir ki?

Fermuarını çözüp açtığım bavuldan çıkanlar tahmin ettiğim şeyler. Küçük bir kutuda kırmızı mercedesle, mavi buickle karşılaştığıma seviniyorum. Tekerleklerini çevirip “vınnn, vınnn” diyorum gülümseyerek. Poşetlerden birindeki zarfta okul karnelerim, takdir belgelerim var. Annem saklamış. Diğer poşetten bebeklik patiklerim, el örgüsü çocuk yelekleri, nazar boncukları, Gülsüm Teyzemle annemin bebekle çekilmiş birkaç eski fotoğrafı çıkıyor. Fotoğraftaki bebek benim. Altı, bilemedin yedi aylık olmalıyım o tarihte. Sürpriz yok. Teyzem boşu boşuna meraklanmış. Onunda merakını gidermek için bavulu götürmeye karar veriyorum. Biliyorum, gözüyle görmezse içi rahat etmeyecek.

Bavulu kapatırken alt bölmenin altındaki kabarıklık dikkatimi çekiyor ansızın. Oraya en alt kenardan açılan gizli bir fermuarla ulaşılıyor. Fermuarı açınca iç içe geçmiş, özenle katlanmış kalın bir zarf buluyorum en dipte. Zarfın bağlandığı ipin düğümünü gevşetip içinden çıkanları incelemeye başlıyorum. Doğum sırasında bebeklerin ve annenin koluna aynı anda bağlanan plastik koruma bilekliği var. Bileklikler mavi şeritli. Küçük olanda yalnızca numara yazılı: “7916022879” Büyük bileklikteki numara da aynı fakat üstüne tükenmez kalemle “Gülsüm Gökmeriç” notu düşülmüş. Ne tuhaf. Galiba yanlışlıkla buraya karışmış olmalı. Bileklikleri bırakıp zarfın içindeki kâğıda bakıyorum. Doğum belgesi. 16 Şubat 1979. Devlet Hastanesi Resmi Doğum Raporu. “Gülsüm Gökmeriç, sağlıklı, normal doğumla 3.250 Kg. ağırlığında bir erkek çocuk, Ufuk Murat Gökmeriç” yazıyor. Mühürlü, imzalı belge. Tesadüf mü? Şaka mı? Gülsüm Teyzemin benimle aynı adı taşıyan, aynı yıl, aynı kg.da doğmuş “Ufuk Murat” ismini verdiği bir oğlu yok. 

Doğum belgesinin arka yüzünü çevirince, babamın çok iyi tanıdığım el yazısıyla düştüğü notu görmem gecikmiyor. “Ufuk Murat’ı doğumundan altı ay sonra bugün, “evde doğum” bilgisiyle Nurcan-Fikret Güzeldoğan nüfusuna kaydettirdik. 16 Ağustos 1979.”  Beyninden vurulmak böyle bir şey olmalı. Babamın yazdığı notu tekrar tekrar okuyorum. 16 Ağustos 1979 benim doğum tarihim. Yanlışlık görünmüyor. Nüfus Müdürlüğüne gecikmeli yapılan kayıt formunun bir örneği muhafaza edilmiş çünkü.

Bu belgelerin mutlaka bir açıklaması olmalı. Herkesi tatmin edecek bir hikâyesi. Yoksa... Aman yarabbi! Aklımdan geçenler doğru olabilir mi? Doğruysa gerçek benden niçin gizlendi? Şoktayım. Küçükken annemi bunalttığım soruları anımsıyorum.  Zihnim şifresi çözülen bilgisayar gibi bütün geçmişi hızla yeniliyor. Duraksıyorum. Paniklersem çözüm gecikir. Peki. Şu anda ne yapmalıyım? Seçenek belli. Hareket alanım sınırlı. Kısa bir tereddütten sonra bavulu toplayıp verandaya inmeye karar verdim. İnip yıllara meydan okuyan ahşap sedire oturdum. Bir süre bekledim. Artık çocuk değil olgun bir yetişkinim. Sağlıklı düşünmek gerekli. Kuşku gerçeği zehirler. Gerçeği bilense teyzem. Yaşayan sır küpü o çünkü. Kalkıp cep telefonumdan teyzemi aradım.

Sesinde her zamanki gibi müşfik, beni sahiplenen o edâ. “Ufuk, nerdesin annem?” dedi teyzem. Annemin vefatından sonra benimle konuşurken “annem” takısını eksik etmiyordu artık. “Canın ne çekiyorsa pişireyim annem. Aman, dikkat et cereyanda kalma annem. Üşütme, üstünü sıkı giy annem. Ne zaman geliyorsun, seni özledik annem. Dünya gözüyle mürüvvetini görmeyecek miyiz annem?”

“Teyze, bavulu buldum.”

“Eee, baktın mı annem. Ne varmış içinde?”

“Sır küpü” dedim, titreyen, çatallanan sesimle.  “İnanılması güç bilgiler öğrendim teyzem. Doğum belgelerimi bavulda buldum. Nüfus kayıtlarımı. Gerçek kimliğime dair aklına ne geliyorsa hepsini buldum. Yüz yüze konuşmalıyız teyzem, yüz yüze!”

“Konuşalım annem, konuşalım. Gecikmeden gel. Gel de otuz beş senedir bağrıma bastığım taşı hep beraber kaldıralım annem” dedi. Ağlıyordu.

Telefonu kapattım. Sedire yüzüstü uzanıp hıçkırıklarım kesilene kadar ben de ağladım.

Fatih Yavuz Çiçek
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 2015 Sayı: 9