Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

29 Nisan 2015 Çarşamba

Adım Silinecek Yeryüzü Kitabından/Öykü


“Sustum artık, sadece dinliyorum, başkasını canlandırmaktan vazgeçtim, bana önce kendinizi, sonra da beni verin.” 

Ingmar Bergman/Persona

Zihnimdeki laptop’un fişini çekeli epey zaman geçti. Bir ay oldu sanırım. Köyümde, iki odalı kulübede inzivâdayım. Buraya gelmeden önce bunalmıştım. Yapay gülücüklerden, yazın dünyasında hiç bitmeyen maskeli balolardan, yıllardır eş, dost, yandaş üçgeninde ulufe gibi dağıtılmaktan öteye geçmeyen ödülleri konuşmaktan bunalmıştım. Vicdanların dumura uğradığı, narsizmin tavan yaptığı böylesine yapmacık bir dünyada yazarak var olmanın ne anlamı vardı? Bıkmıştım. Kaçmalı, bir an evvel uzaklaşmalıydım bu ortamdan. Ne birbirinin sırtını sıvazlayanların çıkardığı kuru gürültü, ne de kanonların artık iyice kabak tadı veren monoton tartışmaları. Hiçbiri umurumda değildi. Benim acilen nefes alacağım ıssız bir kuvöze ihtiyacım vardı. Sessizlik ve doğallığa. İstediğim yaşam biçimi sadece buydu.

Eskiden yoğun çalışma temposundan bunalınca kaplumbağalara imrendiğim olurdu. Gözlerden ırakta, hız çağına inat dingin bir yaşam ve gerektiğinde başını gövdenden içeri çekip, gizlenebileceğin bir kamuflaj. Körleşen duygulardan, vahşi tutkulardan korunmak için bir tür izolasyon yöntemi. Kimseye görünme. Yat ve örtün. İhtirasa meydan oku. Tekilliğin gizli öznesi ol. Ol ki, bulmak isteyen, kelimelerin a'rafında bulsun seni.

İnsan çoğul yaşamak süsüyle makyajlanmış bir yalnızlık portresidir.  Zihnimdeki laptop’un fişini çektim çekeli rahatım. Günlerdir kendimi yalnızlığın kefesinde tartıyorum. İçim rahat. Çünkü geçtiğim bütün kirli denizlere masumiyetin sabrını bıraktım. İçim rahat. Kalbimde yüzen istavrit şahittir ki böyle mutluyum ben, böyle özgür.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte gözlerimi kapatıp kuşları dinliyorum. Böcek vızıltısına, rüzgârın fısıltısına kulak kabartıyorum. Aklımda ne gam var, ne tasa. Kuşluk vakitleri iğde ağaçlarının gölgesine uzanıp, çiçek tozlarından yayılan o muhteşem ıtırı kokluyorum doyasıya. Kendimi bildim bileli severim iğdeyi. Annemin iğde dalından yontarak ipe dizdiği nazarlığı, kutsal bir emanet gibi üzerimde taşırım hâlâ. Âh, annem! Ruhumu mengene gibi sıkıştıran karamsar duygular gevşeyince annemin sevdiği türküler dilime dolanıyor, aynı türküleri şimdi ben de mırıldanıyorum keyifle. “Evlerinin önü iğde dalları, aman iğde dalları, iğde dalı boynun eğmiş, hakka yalvarı.”

Öğlenleri epeydir unuttuğum şekerleme uykusuna yeniden başlamak da zihnimi dinç tutuyor. Önce kitap okuyorum yanımda getirdiklerimden. Sonra, kerpiç serinliğinde bir saatlik uykuya dalıyorum kesintisiz. Geceleri şiir söylüyorum yıldızlara. Notlar alıyorum yarım bıraktığım öyküler için. Yüreğimin telvesi kabardıkça kısa sürede toparlandığımı, yeniden şiire tutunduğumu hissediyor, üretkenliğime şaşırıyorum. Anladım. Her şeyden kaçılsa da yazmaktan kaçılmıyormuş. Hele ki şiir yazmanın sonu yokmuş.

Şiire tutunmak dedim. Ben, şiire tutunmakla yaşamı ıskalama riskini sıfıra indirgemekten söz ediyorum. Şiirin, insanın beyninde “nzt-48” etkisi yaratan işlevinden. Çünkü okunan her iyi şiir, insanın zihnine uzatılmış mükemmel bir sonsuzluk pasıdır. Bu dünyada şiir okumadan sonuca gitmek, hele ki hayata röveşata ile,  jeneriklere girecek güzellikte gol atmak, omurgası kırılmış bu çağda hiç mümkün değil.

Tregedyalar’dan bir sayfa açıyorum rastgele. Edip Cansever’le karşılamak istiyorum akşamı.

“Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.”

Gümüşdağ’ın kıbleye bakan eteklerinde canım közde pişirilmiş orta şekerli kahve çekiyor birdenbire. İçeri bakıyorum. Mutfaktaki eski tel dolabı, emektâr yüklüğü gözden geçiriyorum. Yok. Bir tutam olsun, bir gram olsun, evde hiç kahve yok. Köyde kalacağım süreyi hesaplamamıştım. Oluruna bırakmıştım zamanı. Bir müddet daha burada kalırsam ihtiyaç duyacağım temel gıdaları takviye etmek lâzım. Aklıma gelenlerin hepsini liste yapıyorum, unutmadan. Kahve haricinde kahvaltılık şeyler, hazır çorbalar, kuru kayısı, badem içi ve inciri de ekliyorum listeye. Gelirken kapattığım cep telefonumu çeşmenin yanında duran aracın torpido gözüne bırakmak için hareketleniyorum. Eksikleri yaylaya on kilometre mesafedeki Güzelce’den temin edeceğim. Cep telefonumu araçla yolda kalırsam yardım isterim düşüncesiyle tedbir amaçlı yanıma almıştım. Şarjı var mı? Yoktur. Bitmiştir elbette. Prize taktığım telefonu açıyorum. Mesajlar, cevapsız çağrılar yağmur gibi ekrana düşmeye başlıyor. Bütün çağrıları siliyorum. Mesajları da.

Onca mesaj arasında Günay’ın bugün çektiği mesaj dikkatimi çekiyor. Günay çocukluk arkadaşım, kan kardeşim. Bayramlar ve cenazeler dışında çok ender görüşüyoruz. Ama yine de birbirimizi unutmuyoruz. Günay vefalı. Kandillerde, bayramlarda, özel günlerde arıyor. Mesaj bırakıyor. Zaten bozulmayan iki geleneğimiz kaldı. Biri bayramlarda komşuları ziyaret, diğeri, düğünlere, cenazelere katılmak. Günay’ın mesajını açınca gözlerim buğulanıyor. “Sevgili annemi kaybettik. Cenazesi yarın öğle namazından sonra Uyguntepe Camiinden kaldırılacaktır” yazıyor. Omuzlarım yana düşüyor. Tahta sedirin kenarında bir süre öylece kalıyor, annem kadar sevdiğim Nermin Teyze’nin vefatına ağlıyorum.

Nermin Teyze; Günay’la birlikte evlerinin arka bahçesine kurduğumuz çocuk krallığımızın koruyucu kalkanıydı. Düşerdik, kucaklar, yaramızı sarardı. Koparmayın diyerek üstüne titrediği şurup güllerini koparırdık, bağışlardı. Yoksulduk. Janjanlı oyuncaklarımız yoktu. Bildiğimiz çocuk oyunları dışında tek zenginliğimiz Nermin Teyze’nin anlattığı masallardı.

Bir masalın bitişi en çok kimi üzer? Masal gibi kadınların çocukların belleğine yaktığı ışığı, ölümün güçlü nefesi karartabilir mi? Karartamaz. Çünkü o çocuksu hatıraların ışığı deniz feneri gibidir; kolay kolay sönmez ancak annesini kaybedenin ruhunda açılan boşluğu kapatmak, denizi taşla, kayalarla doldurarak oraya bir deniz feneri inşa etmeye de benzemez.  Toparlanıp Günay’ı arıyorum hemen. Ertesi gün görüşmek dileğiyle taziyelerimi iletiyorum.

Cenazeyi musalla taşında görünce, insan, o anda neyi düşünür? Kendi ölümünü mü? Yoksa yaşamın süslü güzelliğini mi? Önce hafif bir vertigo belirtisi, kıymık batmış gibi ağrıyan kalp, kısa bir duraksama. Sonra toparlanıp adımlarımı mevtaya doğru hızlandırıyorum. Şiir yazdığımı, şiire soyunduğumu, bunalımın kıyısından döndüğümü ne Günay, ne de yakın çevremdekiler bilmiyor. Boşluğu kaplayan incecik bir buz kütlesinin üzerinde, Mutlak Çiçeği'nden ödünç aldığım nefesle yürüyorum şimdilik. Hırslarım yok, tutkularım var. Gerçekleştirmekten, hesabını vermekten korktuğum tutkularım. Tutku, suya çizilen ebrudur çoğu zaman. Ve iğne deliğinde birleşen yerle gök kadar sancılıdır onun sırrındaki gerçekler. “Söyletmez, susturur.” Beklemeyi öğretir. Beklemekse ölüm denizine daldırılan kızgın bir demir parçasıdır. Acısı ecelin zehrine benzer. Düşündürür.

Cenaze için toplanmış kalabalığı görünce, insan kendini orada, musalla taşında yatarken düşünüyor ister istemez. Gösterişsiz, olması gerektiği gibi birkaç yakın arkadaş, vefalı birkaç akrabanın omuzlarında taşınacaktır tabutum. Cesedim; sloganlar, marşlar söylenerek değil, sessizce, yalnızlığı seven birine yakışır biçimde defnedilecektir muhtemelen. Adım gibi eminim, çiçekti, kalemdi, kurşundu, vs. bunların hiçbirisi bırakılmayacaktır kabrime. “Kendi hâlindeydi. Kimseye değip dokunmadan yaşayıp gidiyordu. Allah rahmet eylesin” diyenler olacak. Edebî kimliğim bilinmeyecek, ürettiğim metinler konuşulmayacak. Ardımdan mersiyeler yakılmasını da beklemiyorum zaten. Toprağımın üzerine su döküldükten sonra herkes usul usul dağılacak. 

Adım silinecek yeryüzü kitabından.

Fatih Yavuz Çiçek

28 Nisan 2015 Salı

introspection


ağzı nisan bahanesi bahar
üstelik hep geçmeye meyyal bir yara
arka bahçemizdir ve deşeriz sürekli
bu çok fena.
ve birdenbire mesafesizlik
içeriyle dışarıyı aynı kılan
ilk yara öpülüşüdür uzatılan her ağız
ve bir ritüel dizkapağına eğilmiş anne.

bütün kapılar açılmak için
bütün odalar dört köşe tavaf.
sen yaramsın da,
peki ben senin neyinim şiir? dedirten
iltihaplı bir sığmazlıktır biraz
ve kusursa leylasızlık.

fenadır eşyaların sessizliği
ve kımıltısızlığı
sor kendine nasıl bozulur ahit
ve nasıl lahitleştirilir
quo vadis?
sırtımda yeryüzü atlarının nefesi
quo vadis?
elini içime daldır
gözünü gözüme
kımıldat kalksın perde.

söyle
kime bakar akşam olunca pencereler
evlerin ışıkları nereye yanar
ya bu basamaklar basamaklar
sessizliğimize inmek için mi var?

Sema Enci

27 Nisan 2015 Pazartesi

Gitme, Gittiğin Yeter/Öykü


Gözlerinin soluk ferinden uyku damlıyordu. Yorgundu. Bitkin ve hâlsiz.  Ağır vasıta şoförüydü on yıldır. Uzun yoldan dönmüştü. Dakikti. Duş alıp hemen yatmak istiyordu. Yıllardır toptancı haline mevsimlik sebze meyve taşıyordu hiç durmaksızın. “Uzun yol şoförlüğü uykusuzluğu kaldırmaz. Tek başına gitme. Yanına muavin al. Dinlenmeden yola çıkma” diyenleri haklı buluyordu. Yorulduğunu hissettikçe yatıp dinlenmek istiyor fakat yeterince uyumaya fırsat bulamıyordu, aralıksız yollara düşmekten. Tarladan kamyona sardığı malı gün doğmadan önce toptancı haline getirmek zorundaydı çünkü. Getiremezse kabzımalın kendisini pirelenmiş bir kedi yavrusu gibi kapının önüne koyacağının farkındaydı. Çok istemesine rağmen patronları ücretini iyileştirmiyor, muavin diye ısrar edince de kapıyı gösteriyorlardı. Yevmiyesini kendi cebinden karşılayıp muavin tutmayı denemişti birkaç kez. Masraflar artınca vazgeçmişti. Alışmıştı idare etmeye. Yüksünmüyordu. Soranlara: “İşsizlik mi? Rabbim düşmanımın başına vermesin?” diyordu, içini çekerek. Esasında, zamanla ölümüne yarışmaktı onun yaptığı iş. Tehlikeli, meşakkatli ve direksiyonda uyuklamayı affetmeyen.

Duştan çıkınca yatağa uzandı. Bir an evvel uyumak istiyordu. Uyumak ve ölümün kardeşi uykunun koynuna çoban yıldızı gibi düşmek. "Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm" dedi, yüzünü ekşiterek. Kendini bildi bileli bunların üçü de peşindeydi. Yıllardır evde yoksulluğu, yollarda ölümü kokluyordu zaten. Öyle ya gidip de dönememek vardı. Dönüp de görememek. Gerçi her seferinde sağ salim geri dönmüştü dönmesine de, gerçek ölümden geri dönüş yoktu ki. Ölüm girişi açık, çıkışı kilitli bir kapıydı. Uykudan sonra açılan bilincini ölümün sırlı kapısından geriye dönüşün tek anahtarı olarak düşünmesi bundandı belki de.

Ayrılıksa yollardan beterdi. İlk eşinden ayrılma sebebiydi uzayan yollar. Kocasının yüzünü doğru düzgün göremeyen, iki çift laf edemeyen kadıncağız çareyi baba evine dönmekte bulmuştu. Tek celsede boşanmıştı ilk eşinden. Tecrübesizdi. Hazır değildi ayrılığa. Kanatları kopmuştu sanki. Üzülmüştü. Ayrılıklar hakkında saymakla tükenmeyecek sözler duymuştu yakın çevresinden. Helâllik diledikten sonra da susmuştu. Çünkü ayrılıklar ruhun kara kutusuydu. Vedalaşma zamanı kanatlarından ayrılan her erkek gibi pahalı bir yalnızlığı satın aldığını düşünmüş, ancak, eşinin içine düştüğü hayâl kırıklığından ibaret kara deliğe, boşanarak son verdikleri duygusuyla rahatlamıştı.

Zihinsel rahatlık her insana geçmişin yaralarına sünger çekmeyi öğretir. Bu süreç kabuk bağlarken acıtır, yıpratır ama eninde sonunda iyileşerek geleceğe umutla bakmayı öğretir. Güneye gidiyordu sık sık. Orada turunç bahçesinde portakal toplayan bir Yörük kızına tutulunca yüzünü geleceğe çevirmişti. Umutluydu. Tutkuları gibi karşılıklıydı sevdaları. Yeniden evlenmişti. Tutkulu kadınları, yalnızca tutkulu erkeklerin gönül bahçesine dikilince çiçeklenen ağaçlara benzetirdi. Evlendikten sonra tutkuları çiçeklenmiş, iki de çocukları olmuştu. Mutluydu. Kaza yapmaktan, çocukları yetim, Güllü kızı dul bırakmaktan ödü kopuyordu artık. Bu yüzden yollarda oyalanmazdı korkusundan. Verilen adrese varınca kamyonu uygun bir yere çeker, işçiler malı sarana kadar şoför mahallinde kestirebildiği kadar kestirirdi çoğu zaman. "Kuzuyu güden kurdu görür" derler hani. Trafik kazası da onun kurduydu ve o karşılaşmaktan hep çekindiği kurtla birkaç kez burun buruna geldiğinde "kader" demişti. Yalnızca kader. Talihliydi. Hepsinde de ucuz kurtulmuştu aslında. Hele bir gün kirpikleri uykunun ağırlığına dayanamayınca Niğde yakınlarında bir tarlada, patates çuvallarının arasında inlerken dünyaya açabilmişti gözlerini.

O gün ne kamyonda ne de kendisinde büyük bir hasar yoktu çok şükür. Ezdiği patates çuvallarının sahibi şikâyetçi olunca tutuklamışlardı. Cezaevinde tam bir hafta dipsiz deliksiz uyumuştu. Koğuşta kendisini uyandırmak isteyenlere yanıtı “dokunmayın” demek olmuştu sadece. “Dokunmayın benim cennetime.”

Öyleydi. Uyku onun cennetiydi, uykusuzluk cehennemi. Ezilen patateslerin ücretini yanında çalıştığı kabzımal ödeyince kurtulmuştu hapisten. Kurtulduğuna sevinememişti. Mesleği boşluk kaldırmadığı için işine son verilmişti çoktan. Bir müddet işsiz kalmayı ilaç niyetine kabullenmişti doğrusu. Dinlenmiş, toparlanmış, arkadaşlarının araya girmesiyle eski işyerine geri dönmüştü rica minnet. Antalya'ya gidip geliyordu her gün. Şeftali taşıyordu tonlarca. İkindi olunca yola koyulacaktı. Bir an evvel uyuması lâzımdı. Gözlerindeki kurşun gibi ağırlıktan kurtulması gerekiyordu daha fazla gecikmeden.

Dışarıda oynayan çocukların, karşı sokakta kurulan davullu zurnalı, sazlı çalgılı düğünün gürültüsüne kulak kabarttı. Sağa sola döndü. Uyuyamadı. Arka taraftaki odaya geçti. Saati kurdu. Kulağına pamuk tıkadı. Uyudu en sonunda esneyerek.

Saatin zili çaldığında kalktı. Ankara havalarının oynak ezgileri duyuluyordu çalgıcının hoparlöründen. Yüzünü yıkadı. Evin içinde dolandı gönülsüz adımlarla. Giyinip hazırlandı. Turunç bahçelerinde amele çavuşluğu yapan kayınbiraderinin sözlerini anımsadı. “Topla gel çoluk çocuğu. Burada da bir düzen kurarsın elbette” demişti. “Böyle köle gibi çalıştıktan sonra sana iş mi yok?”

Balkona çıktı. Avlu kapısından giren Güllü kıza ve çocuklara el salladı. Sigarasını yaktı. İçine çektiği dumanı hırsla üfledi burnundan. Gitmek istemiyordu. Aklına yatmıştı. Kayınbiraderini dinleyecekti. “Dönüşte paramı alıp kamyonun anahtarını teslim ederim. Kralı gelse gayri durmam” dedi içinden. Yanına oturan Güllü kıza baktı şefkatle. Elini tuttu.

“Gidiyorum. Bu son olur inşallah” dedi. Ağabeyinin sözlerini kelimesi kelimesine anlattı Güllü kıza.

“Eneee! Essah mı ülen. Korkma valla! Orda da geçinip durruz. Ben de çalışırım gari. Çalışmak ayıp mı? Eskisi gibin portukal, ilimon toplayıverrim gene. Çapaya da gidiverrim. Üç beş kuruş ne alırsam sırtından dayanıverrim sana.”

“Yiğitsin Güllü gız. Hay çok yaşa e mi? De bakem hazırladın mı yol azığını.”

“Hazırlamaz olmam mı? Kömbe yapıverdim. Kıymalı. Bol biberli. Senin sevdiğinden.”

“Essah mı gız. Hadi ıcık getir de tadına bakem.”

“Böğn zabaalan ekmek sacında, meşe közünde bişiriverdim kömbeyi. Soona düğüne vardıydım. Ordan geliyom şimdi. Okuntuyu verdim. Selâmını deyiverdim Fatiş bacıya. Oğlanlar durmadı. Kaat helva, balun istediler. Alıverdim sevinsinler diye.”

“Eline sağlık. Eyi yapmışsın” dedi. Neşesi yerine gelmişti. Sigaranın dumanını keyifle üfledi. Bir dilim kömbe yedi. Ayran içti koca bir tas. Çocukları sevdi. Güllü kıza sarıldı. “Kalın sağlıcakla” deyip evden çıktı. Güllü kız, ardından su döktü maşrapayla. Diline doladığı türküyü umutla söyleyerek avludan içeri girdi.

“Karşıki yayla ne güzel yayla
Bir dem süremedim kalırım böyle
Ela gözlü pîrim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şah’a giderim.” 

Fatih Yavuz Çiçek

13 Nisan 2015 Pazartesi

Arthur Gordon Pym'in Öyküsü


"Ne kadar çok kitap okursan o kadar iyi sevişirsin" Sigmund Freud

Şiir, öykü, roman okuma tutkunları arasında Edgar Allan Poe ismini, o'nun "Kuzgun", "Annabel Lee" başlıklı şiirlerini, "Morg Sokağı Cinayeti", "Usher Evi Cinayeti" başlıklı öykülerini bilmeyen var mıdır? Sanırım yoktur.

Şiirleriyle, öykülerinin dışında Edgar Allan Poe'nun yazdığı tek roman "Arthur Gordon Pym'in Öyküsü"dür. Gerek şiirlerinde, gerekse öykülerinde sıradışı metinlere imza atan Poe'nun özellikle öykülerinde gotik edebiyatın izleri çok belirgindir. Hatta Poe için "Amerikan Klasik Gotik Edebiyatı"nı yaratan isimdir de denilebilir.

"Gotik, ilk kez yazınsal bir tür olarak İngiltere’de Horace Walpole’un 1764 tarihli romanı "Otranto Kalesi" ile ortaya çıkmıştır.  Aydınlanma döneminin akla duyduğu sonsuz güvenin karşısında duyguların önemini vurgulayan gotik yazın, Avrupa’da 1760'lardan 1840'lara kadar ortaya çıkan Horace Walpole, Ann Radcliffe, Matthew Lewis, Mary Shelley, Charles Maturin gibi yazarların eserleri ile popüler hâle gelmiştir. Aydınlanma ile birlikte dinsel dogmalar, yaratılışla ilgili mitler yerlerini bilimsel, akılcı yöntemlere bıraktılar.  Akıl çağına karşı bir başkaldırı olan görülen gotik türünde yazarlar da, gotiğe özgü mekanları, dekorları, karakterleri kullanarak, akıl ile akıl dışı  arasındaki tekinsiz alanda korku ve dehşet etkisini yaratmışlardır. İngiliz edebiyatında, özellikle 18. yüzyılda önemli yer tutmasına rağmen, gotik, kanon dışında bırakılmış, marjinalliğini korumuştur.  Amerikan yazınına bakıldığında ise marjinal konumundan sıyrılarak ilk Amerikan romanından günümüze uzanan çizgide etkisini sürdürmeye devam ettiği gözlemlenebilir. Gotik yazındaki hayaller ve korkuların doğasına bakıldığında bunların iktidarla, kimlik sorunuyla, toplumsal cinsiyetle yakından ilişkili olduğu görülmektedir.  Gotik romanın kendine konu edindiği, dehşet, aşırılık, kötülük batılı ülkelerinin edebiyatlarında, sanatlarında çok sık görülen konulardır. 

Gotik yazın, tanıdık olanı bize yabancı gelen, tekinsiz mekanlarda sunar. Gotik  yazındaki  merak,  kuşku,  bilinmezlik  öğeleri,  gotik  yazını  oluşturan  temel  özellikler  arasındadır.  Tüm  gerçeklerin  eserin  sonunda  açığa  kavuşturulması  ve  merak  unsurunun  sonuna  kadar  diri  tutulması  okuru  şaşkınlığa  uğratır." (1)  

Arthur Gordon Pym'in Öyküsü"nde Poe, kitaba adını veren Nantucket'li Pym'in arkadaşı Augustus ile birlikte çıktığı maceralarla dolu deniz yolculuğunu anlatıyor.

Kitabın arka kapak tanıtım yazısında şöyle denilmiş:

"Ülkemizde kısa öyküleriyle tanınan, gotik ve fantastik edebiyat geleneğinin önde gelen yazarlarından Edgar Allan Poe'nun tek romanıdır.

Poe bu romanında, Grampus adlı gemiye kaçak olarak binen Nantucketli Pym'in başından geçen şiddet dolu, inanması zor bir deniz serüvenini anlatır. Roman, Pym'in beyaz bir kefene sarılmış, İnsanın kanını donduran dev bir insan figürüyle karşılaşmasıyla şaşırtıcı bir biçimde sona erer. Ama öykünün kabusu andıran yoğunluğu, o zamandan beri pek çok yazarın yakasını bırakmamış, birçok yazar bu bitmemiş romanı tamamlamıştır. Bunlar arasında Jules Verne'nin Buzlar Sfenksi en bildik olanıdır."

176 sayfalık kısa romanda Poe, ele aldığı konuyu gözlem gücü, psikoloji, mitoloji, coğrafya, tarih, din, doğa, haritacılık, arkeoloji, astronomi, denizcilik, zooloji bilgisiyle ve okurun aklına gelebilecek en ince detayları bile atlamadan oya gibi işliyor. 

Kitabı okuyanlar, Poe metinlerinin yayımlanmasının üstünden yıllar geçmesine rağmen bugün bile hâlâ canlılığını koruyor olmasına şaşırmayacaktır.

İyi okumalar...

fy

"Yalnızca lehte veya aleyhte önyargıların işe karışmadığı durumlarda, en küçük verilerden bile, tam bir kesinlikle sonuçlar çıkarırız." Syf.18

"Sahra'nın alev alev yanan engin çölleri arasında çırılçıplak ve bir başımaydım. Ayaklarımın dibinde saldırmaya hazır bir aslan çömelmiş duruyordu. Ansızın gözlerini açıp, bakışlarını üzerime dikti. Bir sıçrayışta ayaklarının üzerine dikildi ve korkunç dişlerini gösterdi. Ardından gök gürültüsü gibi bir sesle kükredi  ve ben olanca hızımla yere yuvarlandım. Duyduğum dehşetin neden olduğu felç beni boğuyordu, sonunda biraz kendime gelir gibi oldum. Artık düşte sayılmazdım. Hiç değilse duyularımı kısmen kazanmıştım. Kocaman ve gerçek canavarın  pençeleri bütün ağırlığıyla göğsüme çöküyordu. -sıcak nefesi kulaklarımdaydı- beyaz ve korkunç dişleri karanlıkta üzerimde parlıyordu.

Binlerce kişi ağzımdan çıkacak tek bir heceye ya da kolumu oynatışıma karşı tetikte bekliyor olsaydı bile, yine ne kıpırdayabilir ne de konuşabilirdim. Ben çaresizce yatarken, canavar ya da her neyse, hiçbir şiddete başvurmaya kalkışmadan öylece duruyordu ve onun altında ölüp gideceğimi düşünüyordum. Bedensel ve zihinsel güçlerimin beni terk etmekte olduğunu hissediyordum -tek kelimeyle ölüyordum; sırf korkudan ölüyordum. Başım dönüyordu -ölüm derecesinde hastaydım- görme yeteneğim zayıflamıştı- üzerimde parıldayan göz küreleri bile donuklaşmıştı. Son bir çabayla, Tanrı'ya fısıldadım ve ölüme razı oldum. Sesim, hayvanın tüm gizli öfkesini uyandırmış gibiydi. Boylu boyunca üzerime çullandı; ama beni şaşırtan şey, uzun bir sızlanma  sesi çıkararak yüzümü ve ellerimi şevkle, aşırı bir sevgi ve neşe gösterisiyle yalamaya başlaması oldu. Aklım karışmıştı, tam bir şaşkınlık içindeydim -ama, Newfoundland köpeğim Kaplan'ın kendine has sızlanma sesini unutamazdım, onun tuhaf yalama tarzını çok iyi biliyordum. Bu, oydu. Birden kanın şakaklarıma hücum ettiğini hissettim -kurtuluşun ve yeniden hayata dönüşün  baş döndürücü ve ezici duygusuydu bu. Üzerinde yatmakta olduğum şilteden hızla fırlayıp sadık takipçim ve dostumun boynuna atılarak, tutkulu bir gözyaşı seli içerisinde, göğsümün üzerindeki baskıdan kurtuldum." Syf.26-27


Kaynaklar:
(1)  Türk Yazınında Gotiğin İzleri/Doç.Dr. Çiğdem Pala Mull, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi                                                                             

12 Nisan 2015 Pazar

Yarım


çemberi tamamlamanın
yuvarlak yolu

oysa beni karelerden bilesin

kiraz dönüşleri
armoni ile sözün birleştiği yerde
köşeleri

otur ve ağla

hain bir kedinin günahında
ayakta kalmasın hüzün

hiç geçirmelerim
salkım salkım kokulu üzüm

keskin bıçakta

Gülgün Çako

Okuyorum yüzümden


sevgilinin nereye bastığını biliyorum yüzümden
kuytu rutubetli soğuk bir topraktan geçiyor
dokunduğu mantarların zehirli olup olmadığını soruyor
parmakları ürpererek içinden

ben de ürperiyorum
o kadar alçaldık ki
sık yapraklara takılıp eğriliyor
güneş yere ulaşamıyor peşimizden

acının büyüğü bana düşüyor
her dönemeçte karşısına çıkardığım hayalete
seni incitmek istemiyorum diyen gülümseyişinden

bir zamanlar deniz olduğunu gösteren
harabeler yükseliyor göğsümden
orada burada birkaç taşbaskı
sevgilinin nereye bastığını okuyorum yüzümden


Nilgün Aras

10 Nisan 2015 Cuma

Aşkefzâ


yaralı yüreğin alev gizleyen serinliğidir
ten şehrine vuran denizde aşkefzâ

ay sinede gömülü ak bâde
gök iki kûh-i gül
belki doyumsuz bir tutkuyla solumaktır güz
dirimin kalbini teğet geçmeden ölmek düş

de ki:
amaç ezginâr bırakmaksa aşkı
içimizdeki ayrıksı gecenin adresi:
sisli güldehan sokağı

sabahlar ölü doğuyor kıblemize
altta yerçekimli keyfiyetin alınyazısı
üstte bir mızrak boyunda canfezâ

hayat, çoğalırken eksilmek… işte hepsi bu

Fatih Yavuz Çiçek

İşgüzar/Öykü


Günlerdir canı sıkılıyor, ağzını bıçak açmıyordu. İş arkadaşlarının çoğu bulundukları birimde üst görevlere atanmışlar, kendisinin istediği “şef” kadrosuna yükselmek o’na bir türlü kısmet olmamıştı. Onca yıl verdiğim hizmetin karşılığında “İş Güvenliği Şefi” kadrosuna ben atanmalıydım, başkası değil diye düşünüyor, ikinci plana düşmeyi bir türlü kabullenemiyordu.

İlkyardım ve yangın sertifikasının bulunmasını şef kadrosuna atanmada öncelikli istemişlerdi. O bu türden hizmet içi eğitim kurslarına yıllarca hiç değer vermemişti. Çevresindekilere: “İş; masada kitaplardan değil, iş başında çalışılarak öğrenilir” diyor, başka bir şey demiyordu. Hem, işyerinde yangın çıkarsa itfaiye ne güne duruyordu canım. İhbar butonuna basınca gelip yangını söndürmek onların göreviydi. İş kazası geçiren olursa da ambulans hazır bekliyordu. Ayrıca hastaneler, doktorlar vardı. Kazazedeyi oraya gönderince gerisi sağlık merkezinin becerisine kalıyordu. Eğitimlerin sonunda verilen sertifikalar personelin dosyasına takılıp, orada tozlanmaktan başka neye yarardı ki?

Otomobil sürücü ehliyeti alırken “ilkyardım” dersi anlatmışlardı da birçoğunu unutup gitmişti. “Peh!" Dedi. "Kanamaymış, kırıkmış, zehirlenme ve yanıklar. Sanki ben doktor muyum? Git Allah’ını seversen yahu, bu yaştan sonra yapacak başka işimiz gücümüz yok mu? Yanık dediğin yazın güneşin altında kalınca yüzün gözün kızarmasıyla oluşur. Üstüne biraz yoğurt sürersin ya da yemek salçası. Acını alır geçer işte. Biz böyle gördük, böyle duyduk. Bunu bilir, bunu söyleriz."

Sonra hem fabrika idaresini; hem de kendisini, üstün körü yapılan iş güvenliği eğitimleri sebebiyle sık sık uyaran işgüzar şefi hatırladı. Özcan; genç, dinamik, pırıl pırıl bir delikanlıydı. İnsan olarak iyi çocuktu ama hiç durmadan işyerinin eksiklerini tespit ediyor, herkes gününü gün etme derdindeyken o nereden bulup çıkarıyorsa kanunun emrettiği, kendilerininse baştan savma yaptığı konuları fabrikada ısrarla gündeme getiriyordu.

Bir keresinde: “Yahu senin hiç işin gücün yok mu kardeşim” diye sitem etmişti. Sitem et ve yıldır. İşyerinde en çok uygulanan taktikti.  Çünkü o’nun gibiler üretim yapılsın da diğer birimler geri planda kalsa da olur, eksikleri kâğıt üstünde tamamlayın anlayışıyla yetişmiş, bu anlayışla çalışmıştı. Oysa bu delikanlı işyerinde yönetişim, sendikal haklar, empati, motivasyon, iş körlüğü, ergonomi, kalite çemberleri gibi kavramları anlatıyor, günün koşullarına, gelişen teknolojiye göre yapılması gereken çalışma planlarından bahsediyordu. O, kulağını tırmalayan yeni kavramlara dudak büküyor, çevresine: “Böylesini çok gördük” diyordu.  Hatta Özcan’ın zaman geçtikçe çalışma temposunu değiştireceğinden o kadar emindi ki: “Koskoca işyeri bir kişiye mi uyacak, üç gün sonra o da bu kara düzene alışır gider” diyerek iddiaya bile girmişti.

Otobüsteydi. Gözünü dalıp gittiği yoldan, yan koltukta oturan Özcan’ın okuduğu gazeteye kaydırdı. “Ne olacak bu milli takımın durumu kardeşim. Yılların tecrübeli oyuncuları varken yenilerle cümle âleme rezil oluruz. Hava toplarında şansımız iyice zayıfladı. Takım deneme tahtasına döndü. Bu hocanın yaptığı tam bir işgüzarlık” dedi.

“Futbolda genç ve çabuk oyunculara fırsat vermeli. Onlara güvenmeli. Hoca geleceğin takımını kurmaktan bahsediyor abi” diye yanıtladı Özcan. Elini sallayıp umursamaz bir şekilde omzunu silkti. Oturduğu koltuğun penceresinden dışarı baktı. İçinde bulundukları servis aracı dağlık ormanlarda kesilen çam kütüklerinin sele kapılarak sürüklenmesi gibi hızla akıp giden trafiğe kapılmış, üç şeritli yolda kıvrıla kıvrıla ilerliyordu.

Havalandırmadan vuran rüzgârla üşüdüğünü hissetti. Sonbahar geliyordu. Ağaçlar yapraklarını döküyor, yaşam güz libasını giyinmeye hazırlanıyordu. Sıcak iklimlere göç hazırlığında olan kuş sürülerinin uçuşlarını gözden kayboluncaya kadar izledi. Her şey yavaş yavaş değişiyordu. Mevsimler gelip geçiyor, her gün gidip geldikleri güzergâh, üç şeritli yolun kenarındaki akasyaların uzayan ince dallarının zaman zaman aracın metal gövdesini yalayan öpüşü bile değişiyordu. Radyo haberleri, şarkılar, dünyayı omuzlayan insanın yaşam koşulları, çevresindeki tanıdık yüzler birer birer eskiyordu.

Yola paralel uzanan üç beş katlı eski ahşap, kâgir binalar hızla yıkılıp yerine büyük, ışıltılı plazalar yapılıyordu. Birkaç ay önce gelinciklerin, mor sümbüllerin, öbek öbek, renk renk açtığı, ne zaman dikildiği bilinmeyen ulu ağaçların dikenlerine örülen kozalardan çıkıp nazlı nazlı uçan kelebeklerin savrulduğu geniş araziden şimdi eser yoktu. İş makinelerinin köstebek gibi delik deşik ettiği arsaya, inşaat malzemeleri yığılmış, temeli atılan yeni iş merkezinin bir üst katının kalıpları çakılıyordu. Kalıpçı ustalarının çıkardığı gürültüye kulak kabarttı. Çivilere vuran keser darbelerinin sesi tıpkı bir orkestra gibiydi. Tak… Tik… Tak… Tik… Taki tiki tak… Taki tiki tak…

“Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı demişler, boşuna değil” diye düşündü. İşe başladığı günleri anımsadı. İlk maaşıyla lacivert bir takım elbise almıştı da onu da tasarruf hesabı açtırmaya gittiği banka da unutmuştu. “İyi ki unutmuşum, yoksa can yoldaşım, kıymetlimle nasıl tanışırdım” dedi. Sonra Pazar günü ikinci el oto pazarına götürüp satamadığı eski model arabası geldi aklına. Çocuklar değiştirelim diyorlardı ama eskinin yüzüne bakan mı vardı? Şimdi son model yeni araçlar gözdeydi. Devir yenilik ve değişimden yanaydı. Sadece tanıdık bir galerici ahbabıyla konuşmuş onun takas önerisine zarar ederiz endişesiyle sıcak bakmamıştı.

Özcan’ın “Abi inmiyor musun? Yine dalmışsın” nidasıyla irkildi. Servisten şakalaşarak inen gençlere doğru bakarak: “Eskiden kıdemliler inmeden, gençler ayaklanmazdı delikanlı!” Dedi.

Yerinde kıpırdamadan bekledi. İyice boşalan araçtan acele etmeden ağır ağır indi. Usul adımlarla yürüyerek odasına geçti. Dün akşamdan masasına bıraktığı “İmha Tutanağı”nı tekrar gözden geçirdi. Telefonla hem garajda bulunan traktör sürücüsünü, hem de “imha ekibini” süprüntü işlerin depolandığı ambara gelmeleri için haberdar etti.

Çalıştığı yer bir boya fabrikasıydı. Üretim esnasında birbirinden farklı kolay yanıp tutuşabilen kimyasallar kullanılıyor, etrafa dökülen ve tekrar kullanılmayacak kimyasal artıklar toplandıktan sonra güvenli bir yerde yakılarak imha ediliyordu. Ancak bu iş sık aralıklarla yapılması gerekirken, o, depoyu iyice doldurduktan sonra boşaltmayı tercih ediyor, tehlikeye rağmen imha işlemini hep böyle gerçekleştirmekten vazgeçmiyordu.

Saatine baktı. Öğlene bırakmadan imha yükünden kurtulmalıydı. Ambara vardığında yanıcı maddelerle dolu plastik küplerin birer ikişer traktörün römorkuna istiflenmeye başladığını gördü. Selam verip yükleme işini yapan işçileri izlemeye koyuldu. Seçimini hep eski, gücü kuvveti yerinde işçilerden yana kullanırdı. Bu yüzden kısa sürede yükleme işi tamamlanmıştı.

Traktörün ön tarafına geçti. İşyerinin çıkış kapısına geldiklerinde Özcan’la karşılaştı. O'nun: “Kolay gelsin abi. Bak, yine traktörün önüne oturmuş üstelik yükü çok fazla doldurmuşsun. İtfaiye timine de haber verseydin” sözünü ciddiye almadı. İçinden: “Bu oğlan amma da işgüzar” derken, “Bir şey olmaz delikanlı, biz bu işleri yeni yapmıyoruz” diye, sertçe çıkıştı.

İmha sahasına geldiklerinde kimyasalların etrafı beton duvarla çevrili özel zemine boşaltılmasına odaklandı. Boşaltma işlemi bitince eline aldığı tırmıkla yanıcı artıkları dağıtmaya başladı. Selülozun ıslak ve nemli olması dikkatini çekmişti. Acaba birkaç gün yerde kuruduktan sonra gelip öyle mi yaksak diye düşünürken döküntüler birdenbire kendiliğinden alev aldı. Elbisesi tutuşmuş yanıyordu. Saçları, ayakları, alevler içindeydi. Gövdesi sanki koca bir ateş topuna dönmüştü. Bir yandan “Yardım edin, yardım edin… Su, su, suuuu, su yok mu” diye bağırıyor diğer yandan bilinçsizce koşuyordu. Ayağının takılıp yere düştüğünü, yuvarlandığını, üzerine su döküldüğünü hissetti.

Nefes nefese gözlerini açtığında “Ne oldu Sadık? Kötü bir rüya mı gördün?” diyen can yoldaşının endişeli bakışlarıyla karşılaştı. Yatağın ucuna oturan eşi: “Bak görüyor musun abajurun kenarındaki sürahiyi de devirmişsin, her tarafın ıslanmış, ter içinde kalmışsın. Kalk, değiştir şu pijamaları” dedi.

“Sorma, karabasan gibi bir rüyaydı” diye söylendi. Kalktı. Önce lavaboda elini yüzünü yıkadı. Sonra üstünü değiştirip balkona oturdu. Gün ağarmak üzereydi. Şehrin sessizliğini bozan kuşların ötüşlerini uzun uzun dinledi. Mutfaktan getirdiği aşurelik buğdayı balkonun en ucuna koydukları tabağa boşalttı. Bir sigara yakmak için ceplerini yokladı. Aradığını bulamayınca demir korkuluklara tüneyen kumrulara baktı. Sabah olmuştu. “Tıraş olmalıyım” dedi. Aynada yüzünü süzerken gördüğü kâbusu düşündü. Fırçaya sürdüğü jeli yılların verdiği alışkanlıkla köpürttü. Yeni çıkardığı jiletle tıraşı tamamlayıp yüzünü yıkadı. Elbise dolabından yeni aldığı gömlek ve spor pantolonu çıkarıp giyindi. Saçlarını delikanlılığında yaptığı gibi geriye doğru taradı. Mutfağa geçti. Can yoldaşı, kıymetlisi kahvaltıyı hazırlamış, çayı demlemişti.

“Ooo! Bu sabah sen de bir değişiklik var. Dur bakayım, gençleşmiş, ihtiyar delikanlı olmuşsun.”

“Yenilenmek gerekiyor hanım. İnsanın kendini, aklını yenilemesi, yaşadığı çağa uyum sağlamasını kolaylaştırır.” 

Çayını yudumlayıp dışarı çıktı. Kumrular etrafı kirletmişlerdi. “Zübeyde yine kızacak” diye düşündü. Eşi: “Geç kalacaksın” diye seslenince: “Bugün servisle değil kendi arabamızla gideceğim. Arabayı galeriye verip onu da yenilemeye karar verdim” dedi. Komodin çekmecesine bıraktığı ruhsatı aldı. Kapıya yöneldi. Her sabah yaptığı gibi can yoldaşını yanaklarından öperek evden ayrıldı.

İşyerine geldiğinde doğruca odasına girdi. Koltuğuna oturmadan masanın üzerinde duran “İmha Tutanağını” bir kez daha gözden geçirdi. Çevirdiği dâhili telefondan Özcan’ı aradı. “Yerinde misin? Vaktin var mı? O hâlde bir çay söyle de geçen gün önerdiğin yeni eğitim programını karşılıklı konuşalım olur mu?”

Odasından çıkınca koridorda bulunan yangın söndürme tüpünün kontrol kartına baktı. "İtfaiye timindeki arkadaşları uyaralım da hepsini gözden geçirsinler” diye söylenerek yürüdü. Özcan’ın yanına varıncaya değin yolda karşılaşıp selamlaştığı tüm arkadaşlarından hep aynı soruyu duydu. “Sadık Abi! Bugün sen de bir değişiklik, bir başkalık mı var?”

Evet vardı. Dün gece rüyasında gördüklerinden sonra artık başka, bambaşka bir Sadık olmaya karar vermişti.

fy

4 Nisan 2015 Cumartesi

Bir Şiirimi Okudum


che guevara



bunları, bunları söylemek zorundaydım
che guevara, mektup yazmak ilk kez kimin
fikriydi, orada kaldım nedensiz, mektup
kimi kime götürür, kimi kimden getirir
bilsem yazar mıydım yanlış yere
gideceğimi, yanlış yerden geleceğimi
kapılar vardı ya, o kapıları kapatıp
sana her şeyi anlatmaya karar verdim
che guevara, adın zikredildikçe inanç
taşıyor çekilen damarlarıma
ama sana mütevazı bir yalnızlıktan söz edeceğim
bunu söyleye söyleye belki yer kalmayacak
yalnızlığa, yüzyılın içinden geçeceğim

alnından öpeceğim yüzyılın, bize
kayıp giden bir yıldıza inanmayı
öğretiyor ne de olsa, che guevara
üzerine alınma dağların şehre indiğini
o çok inandığın dağlar, şehre indi

hâlâ ağrı, bizi sorarsan hâlâ aynı ağrıyla
inliyoruz, gönlümüz buruşuk
aklımız ermiyor dünya işlerine
sokaklar bolivya dağları
kalbimiz küba sanıyoruz kim bizi sevse
yırtılmış bir haritanın içinde geçiyor hayat
filistin, felluce, tikrit, bağdat ya da sivas
adları değil belki ama hepsinden göğe yayılan
ses ne kadar benziyor birbirine

nicedir akşam olsun diye bekliyoruz
akşam olsun, gidelim arınacak yerlerimize
sen varken de yalnızlık var mıydı che guevara
milyon kişinin yapayalnız kalması var mıydı
durmadan unutuyoruz şarkının sözlerini
akşam olursa her şeyi hatırlarız
her şeye bir çare buluruz akşam inince
biz çok iyi değiliz che guevara
ömür dedikleri bir şey geçiyor
ömür geçiyor
ölüme tahammül kalmadı lehçemizde.

Sinan Oruçoğlu

3 Nisan 2015 Cuma

Damga


orak elimde
oturmuşum akşamın eşiğine
ekin zamanı gelmiş geçiyor
başakların sıcaklığını duyumsadım
harmanım yazdan kalma
tınaz tepe

yıldızı parlayan gece
bir biçimlik kumaşın astarı
gün ipeğinden ince
gölgemden geçenlerin izini sürsem
düşleri bölünmüş kadınlar çıkar önüme

taze söğüt yaprağı
yerden atılan oklardan kolla kendini
herkes kendi boşluğundan çıkar gelir
bir mutluluk arar kendine

kutup düğmeleri
hep üstten bakar göklerin derinliğine
dilimin üstüne bastığın buz yeşili
gök yazdan geçen yolları
bağlamış birbirine

Mehmet Rayman
Ayna İnsan, 2015, Sayı:14