Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Meryem'in Biricik Hayatı


"Uğultulu bir dünyaya geldiğimin farkındayım. Bu yüzden sessizliği evrensel bir yasa gibi benimsedim. Konuşulmayan yerler ve alanlarda hayatın can çekişerek büyüyen yanları seyredilir bir durum oluşturuyordu ve sözlerin hükmü büyüyle bile ayakta tutamayacağımız kısacık yaşamlar gibiydi."

Sibel K. Türker/ Meryem'in Biricik Hayatı, syf.62,63

17 Mayıs 2015 Pazar

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Hazanya


“Ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz.”

Romain Gary

15 Mayıs 2015 Cuma

Şair Öldü


"Soruyorum kendime: Kimsin?

Yüzüm gözüm yara içinde, kabukları acıyor. Tarihim, durduğum ve gideceğim yer, geleceğim acıyor. Yalnızlık çürük bir dişin oturduğu  et gibi. Şişmiş içim. Kalbimin attığı yer acıyor."

Sibel K. Türker
Şair Öldü/ Syf.45

10 Mayıs 2015 Pazar

Geistofeles 2



ilkin yaralı bir parça bulursun
ardınsıra yürüyen tuhaf bir hâtırat
ufukta süzülen bir kâmdan
sesten, genizden değil
vücudun her hücresinden fışkıran
ırakta tutulmuş bir tören
arva, sem ve ağudan

sen bulduğundan korkarsın
her karşılaşmada bir kere daha
kuşkulu varlığından

yaralı parça bir iz sürümüdür
daralan vakitte; anneden sızan koku
ilk aşktan süregiden rayiha belki
hatırlananlar karşısında yaşamak
çoğu zaman birçok yalandır ama
emdiğin sütün eksikliği kadarsın
-daima! bilmek anlamaktır!

bir hatırlamalar ayinindesin şimdi
korkma. unutmayacaksın
bir ara sen de kavuştuydun. kavuşacaksın

Orhan Alkaya
Yasakmeyve, Mart-Nisan 2014

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Bu Ülke


"Kendini yığın hâline getiren bir millet payidar olamaz. Tek kaygısı para olan bir yığın yaşayamaz. Düşünceyi küçümsüyoruz. Kitaba harcadığımız parayı atlar için harcadığımızla kıyaslarsak, yerin dibine girmemiz gerekmez mi? Kitap sevene kitap delisi diyoruz, kimseye at delisi dediğimiz yok, kitap yüzünden sefalete düşen görülmemiş. At kuyruğunda iflas eden edene. En güzel kitap bir kalkan balığı fiyatına. Alan nerede? Umumi kütüphaneler resmi ziyafetler kadar pahalıya mal olsa idi hükümetimizin daha çok iltifatına mazhar olurdu şüphesiz. Kitaplar bileziklerin onda biri kadar etse, beyefendilerimizle hanımefendilerimiz arada bir okumak hevesine kapılırdı belki. Birçokları kitabı ucuz olduğu için almaz. Düşünmez ki kitabın tek değeri okunmasındadır. Bir değil birkaç defa okunmasında, çizilmesinde, tanınmasında.

Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek. Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin kapılarını açan büyü, kitap."

Cemil Meriç, Bu Ülke, syf. 111-112

Dergâh Dergisi 303.Sayı

"Düğme" isimli öyküm Dergâh Dergisinin Mayıs 303.sayısında.

İyi okumalar...

fy



4 Mayıs 2015 Pazartesi

Cinnet/Öykü


Vedalaşırken: “Denizi unutamazsın.  Denizin kokusu bir mıknatıs gibi seni kendine çeker, ondan kaçamazsın,” demişti ev sahibem Suna Teyze. Haklı çıktı. Unutamadım. Şimdi, direksiyon başında “İzmir’in kavakları/Dökülür yaprakları” diye başlayan zeybek türküsünü dinlerken düşünüyorum da Ege’den, martılardan, imbat rüzgârından kopmakla ne kazandım, ya da ne kaybettim, ayrılığın üzerinden yıllar geçtikten sonra denizden başkasını anımsamak bile istemiyordum galiba. Hafızamı yokladığım zaman, dönüp yerleştiğim bozkırda bir yanımı çölleşmiş, diğer yanımı isimlendiremediğim bir şeylerin özenle koruduğu deniz mavisi hatıralar görüyordum.  Ömrüm mor bir a’rafın ortasına demir atmıştı sanki ve artık ne denizin kokusunu hissetmeden, ne de bozkırın çıplak sûretini görmeden yaşayamıyordum bir türlü. Bu yüzden olsa gerek tenimi dalgalara bırakmadan rahatlatabileceğim başka formül bulamadığım her tatil döneminde bir sevgilinin kollarına atılır gibi denize koşuyor, bozkırdan uzaklaştığım o günlerde ise beni dizginleyen uçsuz bucaksız kızıl toprakların sessizliğini özlüyordum. Tuhaf denilebilecek kadar çelişkilerle dolu, ikiye bölünmüş, sonbaharı her Eylül’de kanayan bir yaşamım vardı benim. Yalnız, tedirgin ve ketum.

Bu tuhaf, bu tedirgin süren yaşamın içinde aynı zamanda okuyor, araştırıyor, yazıyordum fakat ne yaparsam yapayım gövdemin temelinden başlayarak bütün hücrelerime yayılan Eylül travmasının ruhumda açtığı boşluğu doldurmaya hiçbir şeyin gücü yetmiyordu. Reankarnasyona sarıl, sarhoş ol, göğe bak diyenler oluyordu. Hiçbirini dinlemek istemiyordum. Dinlemedim de. Baktım olacak gibi değil, bir gün, siyah ipliğin beyazdan ayrıldığı bir Eylül sabahı kalkıp geçmişi düşlerimin tavanına astım. Boşluk, bir süre sonra dağların suya vuran gölgesi gibi ağır ağır silinip gitti ruhumdan. Sordum, soruşturdum. Düşlerde silinen gölgelerin hüzünlü günlerin habercisi olduğunu söylüyordu rüya tabircileri. Aldırmadım, yeni bir şehre taşındım. Her şeye sıfırdan başlamak için düşleri ürkütmeyecek zayıflıkta resimler yaptım. Denize olan sevdamı tazeledim. İnce belli kadınlarla seviştim. Sevişmek  kırılgan ruhlu insanlar için muadili olmayan tensel bir uyuşturucudur. Verdiği haz insanı yeryüzünden, bütün acılarından kopartır. Ama ne yaptıysam olmadı. Yıllarca peşimi bırakmayan o travma, yırtılan ozon tabakası gibi günün birinde aynı yerinden tekrar yırtıldı. Darbecilerin yargılandığı davaya mağdur olarak müdahil olmamı isteyen hukukçuların gönderdiği mektupla, silindiğini zannettiğim o fildişi boşluk biraz daha genişleyerek ruhumun çeperini tekrar sardı. Beklentim neydi? Geçmişi unutarak iyileşmek mi? Bana bu travmayı yaşatanlarla yüzleşmek, içimdeki öfkeyi onların suratlarına kusmak mı? Yoksa… Yoksa daha fazlası mıydı? Kısasa kısas mı istiyordum mesela?

Kısas mı? Bu kavram şimdi durduk yerde nereden süzülmüş, hınzırca nasıl da çıkıp gelmişti aklıma. Hiçbir fikrim yoktu doğrusu. Zaten tahmin yürütme duygusundan bir hayli uzaktım ve bir ân evvel denize varmak istiyordum. El ve ayaklarımın kullandığım otomobile, zihnimin geçmişten ziyade önümde kıvrılarak uzayan yola odaklanması gerekiyordu çünkü. Ben de öyle yaptım. Bastıran sisin görüş mesafesini düşürdüğünü görünce hızımı azalttım. Sis farlarını yaktım. Tedbirli davranmayı önemserim. En istikrarlı alışkanlığımdır tedbirli davranmak. Sezgilerim beni hiç yanıltmadı bu güne değin. Böyle havalarda neyin, nerede, nasıl karşınıza çıkacağını kestirmek güçtür.

Nitekim karşı yönden şarampolü aşıp uçuruma yuvarlanan aracı görünce frenlere asıldım. Aracımı emniyet şeridine çekip durdum. Gün ışımak üzereydi ve ortalıkta kimse görünmüyordu. İlkyardım çantasını yanıma alıp kaza yapan aracın yanına indim. Ters yatmış aracın ön tarafında altmış bilemedin altmış beş yaşlarında uzun boylu, iyi giyimli, sarışın, mavi gözlü bir adam inliyordu. Sol ön kapıyı açmaya çalıştım önce. “İyi misiniz?” dedim. Yaralıydı fakat bilinci açıktı. Konuşuyordu. “Yardım et” dedi. “N'olur çıkar beni buradan.” 

Kısa bir ân göz göze geldik. Kısa bir ân. Bazen kısa bir ân yaşamınızda küçük bir kıvılcımdan öte anlamlar taşır. Kısa bir ân geçmişe açılan kapıdır örneğin. Ya da içinizde küllenen nefretin aniden körüklenmesiyle birlikte yükselen alevlerin, aklınızı, insanlığınızı unutturacak boyutlarını aşan tehlikeli etkinliği, sizi cinnet geçirme noktasına ve çılgın yangınların ortasına sürükler. Tanımıştım o'nu. Komiser Münir'di bu adam. 12 Eylül'den sonra bizi sudan sebeplerle tutuklayan, karakolda günlerce işkence eden, bir kulağımın işitme duyusunu yitirmesine sebep olan canavardı. 

“Adın Münir mi?” dedim. “Emniyette çalıştın mı?” 

“Evet” dedi inleyerek. “Nereden tanıdın?” “Sen de mi emniyettensin yoksa?” 

“Hayır! Ben… Ben 12 Eylül'de işkence yaptığın, sakat bıraktığın isimsiz yüzlerce gençten biriyim” dedim buz gibi bir sesle. İnlemesi kesilmiyordu. “O günlerin şartları bizi zorladı” dedi, yüzünü acıyla buruşturarak. “Şimdi bunların sırası değil güzel kardeşim. Ölüyorum bak, yardım et! N'olur, çıkar beni buradan. Çıkar da konuşalım. Helâlleşelim.” 

“Güzel kardeşim mi? Helâlleşmek mi? Demek öyle. Ben de inandım. Vah vah! Gözlerim yaşardı geçirdiğin evrimden. Manyetolu telefonla vücuduma elektrik verirken, yakası açılmadık galiz küfürler savururken güzellik ve kardeşlik hiç aklına geldi mi ulan?” diye haykırdım içimden. Tekrar göz göze geldik. Tekrar ve kısa bir ân. Kollarımda can veren Abdullah'ı düşündüm. Bu kadar kolay mıydı, günâhların bedeliyle bir çırpıda helâlleşmek? 

Geçmişte kalan otuz üç yılın hırsıyla Münir'in yüzüne içimdeki yangının alevini ejderha gibi tükürdüm. Bu yangının söneceği de soğuyacağı da yoktu. Tek bir şey yüreğimdeki nefreti soğutabilirdi belki de tek bir şey. Aniden kalkıp benzin deposunun kapağını açtım. Kilitliydi. Durmadım. Yerden aldığım taşla kilidi kırdım. Cebimden çakmağı çıkarıp, tutuşturduğum kuru dal parçasını benzin deposunun içine salladım.

Geri çekildim. Araçtan yükselen alevlere bakarak bir sigara yaktım. Patlayan yakıt deposunun gürültüsünden önce şeytanın kahkaha seslerini duydum. Yol kenarındaki patikadan uçuruma inmeye çalışan insanlar gördüm. Koşturan, çığlık atan, paniklemiş, ne yapacağını bilemeyen insanlar. Oturduğum ağacın altında iki omzumdan tutup beni, sarstı birisi. “Bu adam şok geçiriyor, yardım edin” diye bağırdı yeni gelenlere. Sorulara cevap vermedim. Kulaklarımı, gözlerimi, kalbimi dünyaya kapadım. Ruhumu, içimdeki boşluğun yerini dolduran denizin dalgalarına bıraktım.

Küçük bir balık gibi hissediyordum kendimi. Zokadan kurtulmuş bir çipuradan farkım yoktu. Mesut, çok mesuttum o denizde.

Fatih Yavuz Çiçek

3 Mayıs 2015 Pazar

Senden önce bütün kadınlar varsayımdı


Senden önce
Denizin adı yoktu
Güllerin adı,
Güneşin adı yoktu
Ne otlak vardı, ne ot
Senden önce bütün kadınlar varsayımdı
Bütün şiirler yalandı
Seni sevmiyorsam ben
O zaman neyi seviyorum?

Nizar Kabbani