Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

29 Kasım 2014 Cumartesi

Farid Farjad/Ashegham Man


Kathy Acker



"Tanımadığım ve tanımayacağım sizler için sözcükler yazıyorum, benim için her zaman başkası ve yabancı olacak sizler için. Bu sözcükler anlamların kıyılarında asılıdır ve gramer açısından düzgün değildirler. Çünkü ülke olmadığı zaman, konuşmacı hangi dili konuşacağından, nasıl konuşacağından emin değildir, eğer konuşmak olanaklıysa. Dil toplumdur. Köpekler, şimdi ben kendim ve sizin için toplum icat ediyorum.

'Deliliğin kıyılarında gezen ben. Deliyim, bütün sahip olduğum imgelem: Sadece ne görüyorsam o.'

Kathy Acker

Çünkü bugün aşk narsizm hâlidir



"Kadınlar ve erkekler arasında işler niçin değişti? Çünkü bugün aşk narsizm hâlidir, çünkü bize sahip çıkmayan sevgi yerine, mülkiyet ve materyalizm öğretildi. Eski zaman insanlarının kendine özgü dilleri yoktu, yani doğru Büyük Kültür budur. Kafaları karışıktı ve karışık olduğu için seviyorlardı. Bugün öğretmenlerimiz bu karışılıklığa "şiir" diyorlar (ve dil belirsiz kalmasın diye, her şiiri tanımlamaya çalışıyorlar) oysa o günlerde "şiir" gerçeklikti.

Bugün, yalnızca kendilerini sevenleri sevecek kadar deli olan şövalyeler, bu şiir düzenini sürdürüyorlar. Ben böyle bir şövalyeyim."

Kathy Acker/Don Quıxote syf. 23

27 Kasım 2014 Perşembe

Mesafe


Sapa iki ada arasında derin bir mesafe var. 
Mesafe...birahane ve buğday tarlası arasında. 
İdam mahkumu her palyaçonun ölmeden son gece 
küçük kızına yazdığı ıslak satırlar arasında da... 

İki kuru gün arasında daha da uzun bir mesafe var. 
Mesafe...iskele ve doğumevi arasında. 
Dün gece uykusunda ölüveren otel katibi Sabri Bey 
ve babasından miras kalan sumeni arasında da... 

Yıprandıktan sonra bir kenara atılan traktör lastikleri mi... 
Yalnız orkestranın çala çala tükettiği naif senfonileri mi... 
Sarımtırak renkli ayrı tokaların hüzünlü hikayesi mi... 
Hangisi anlatılsa ki daha daha başka? 
Çocuğu gibi sevdiği kedisinin kaybolduğu haberini 
aldığı andaki şaşkınlığı mı, Lades Hanım’ın? 
Nasıl anlatılsa ki...? 

İki yakın insan arasında geniş bir mesafe var. 
Var gerçeğin farkında olan pek azı da. 
Mesafe...her sevgilinin bencilce gömdüğü arka bahçesine... 
Sakladığı o her insanın gizli çekmecesinde. 


(19.12.2003 / Mecidiyeköy / İSTANBUL)

 

Ozan Öztepe
Dergâh Dergisi / Sayı:185

"İnsanın evrensel sarhoşluğu"


Bazı kitaplar vardır, geniş bir orman gibidir. Ormandaki ağaçlar birer simgedir ve o simge ormanı içinde kaybolduğunuzu sanırsınız. Yönünüzü bulmak, nerede olduğunuzu keşfetmek için ilerlemek zorundasınızdır.  Malcolm Lowry, "Yanardağın Altında" isimli kitabıyla bunu yapıyor. Okuru bir ormanın içine bırakıyor. Okuma eylemi bittiğindeyse okuru içine bıraktığı simgeler ormanı hakkında uzun uzun düşünmeye sevk ediyor.

Kitap; Meksika'da bulunan Quauhnahhuac kentindeki La Selva Otel'de başlıyor. (Selva'nın kelime anlamının "orman" demek olduğunu yazarın kitabın sonundaki açıklamalarından öğreniyoruz.)

Bay Laruelle, Konsolos Geoffrey Firmin, Konsosolos'un ayrıldığı eşi Yyonne ve Konsolosun küçük üvey kardeşi Hugh karakterleri, kitabın üzerinde inşa edildiği dört ana kolon gibi.

Kitabın okunması en zor bölümü ilk üç bölüm ve bu yüzden ilk üç bölümün sindire sindire ve dikkatli okunması gerekiyor. 

Eşinden ayrılmış, kendini içkiye vermiş, sürekli sarhoş gezen bir İngiliz Konsolos'un on iki bölümde anlatılan yaşam öyküsü var bu kitapta. Yazar, on iki rakamını kabala öğretisindeki insan ruhunun yükselme isteğini temsil etmesi, kitabın on iki saatlik bir zaman dilimini anlatması, on iki rakamını evrensel bir simge olması sebebiyle seçtiğini belirtiyor.

Kitabın sonunda yer alan ve yayımcıya gönderilen uzun mektubunda Konsolos'un sürekli sarhoşluğunun insanın savaş yıllarında ya da savaştan hemen öncesi içinde bulunduğu evrensel sarhoşluğu temsil ettiğini açıklıyor yazar ve şöyle diyor: "Konsolos'un yazgısında derin ve kesin bir anlam varsa, bu insanlığın son yazgısıyla olan evrensel bağlantısına göre yorumlanmalıdır."

Bölgemizde, sınırımızda ve yeryüzündeki çeşitli ülkelerde yıllardır bitmeyen mezhep, ırk, daha çok zengin olma, daha çok toprak edinme, petrol, enerji ve güç savaşlarını düşününce Malcolm Lowry haklı diyorsunuz. İnsanlık II.Dünya savaşı sırasında içine düştüğü sarhoşluk hâlini günümüzde de sürdüyor.

Bu tespit, yaşadığımız coğrafyadaki olayları yazarın şu cümleleri üzerinden kıyaslanarak düşünülürse daha net anlaşılır: "Önce İspanyol yerliyi sömürdü, çocukları olduktan sonra da melezi sömürdü, sonra tam kan Meksikalı İspanyol'u, criollo'yu, sonra mestizo yerli yabancı herkesi sömürdü. Sonra, Almanlarla Amerikalılar onu sömürdüler: şimdi geldik son bölüme: herkes herkesi sömürüyor." (syf.352)

Okuması zor bir kitap değil "Yanardağın Altında." Sadece biraz dikkatli, özenli ve ilgi gösterilerek okunması gerekiyor. Altını çizdiğim bir hayli satır var. Ancak ben buraya en çok etkilendiğim, şiirsel bulduğum cümleleri eklemek istedim.

Son olarak şunu da belirtmek isterim. Tıme Dergisi "Yanardağın Altında" yı 1923'ten beri yazılmış en iyi 100 kitap listesine dahil etmiş. Kitap 1984 yılında John Huston tarafından da sinemaya uyarlanmış. 

"İnsan ruhu fethedilemez. Tanrı bile fethedemez onu." (syf.112)

"Gömülü aşkların yaşadıkları mezarsın sen." (syf.171)

"Atlantis gibi battığımı hissediyorum. Derine, iyice derine, korkunç ahtapotların yanına." (syf.178)

"Yvonne birden acıklı bir tavırla Konsolos'a dönerek, "Bana karşı hiçbir duygu, hiçbir sevgi kalmadı mı içinde" diye sordu ve Konsolos düşündü: "Evet, seni seviyorum, dünyanın sevgisi var içimde senin için, yalnız bu sevgi benden çok uzakta ve çok tuhaf; ve çok uzaktan bir vızıltı ya da ağlama sesi gibi; üzünçlü, yitik bir ses duyabiliyorum onu sanki ancak, ama öyle uzakta ki yaklaşıyor mu uzaklaşıyor mu bilemiyorum." (syf.233-234)

"Güçtü bağışlamak, bağışlamak güçtü, güç güç. daha da güç, en gücü, senden nefret ediyorum dememekti." (syf.235)

"Evim yok, gölgem var yalnızca. Ama ne zaman bir gölge gerekirse sana, gölgem senindir." (syf.272)

"Sessizlik kahkaha kadar bulaşıcı bir şey, diye düşündü Yvonne: bir insan kitlesinin huzursuz sessizliği, bir başkasının asık suratlı sessizliğini doğuruyor, bu da bir üçüncüsünün daha genel, anlamsız sessizliğine neden oluyor, her yere yayılıyor böylece. Dünyada hiçbir şey bu kadar anî, tuhaf sessizlikler kadar güçlü değildir." (syf.318)

"İçinde bir ceset taşıyan küçük bir ruhtan başka nedir ki insan" (syf.338)

"Nerde sevgi? Gerçekten acı çektir bana. İhanet ederek yitirdiğim saflığımı, gizemlerin anlamını geri ver bana. -Gerçekten yalnız kalayım ki namusumla dua edebileyim. Yeniden mutlu olalım bir yerlerde, yeter ki yalnız ikimiz olalım, yeter ki bu korkunç dünyanın dışında olalım. Yok et dünyayı!" (syf.339-340)

"Acılar içindeyim, çünkü dudakların yalnız yalan söylüyor ve öpücüklerinde ölüm var." (syf.359)

"Kendi önemsiz ve küçük özgürlük mücadelemle ilgiliyim ben." (syf.368)

"Ucuz ve kusurlu anlarla dolu günler birbirini izliyor." (syf.405)

"Yaşamının içimi doldurmasını, içimde kımıldamasını istiyorum." (syf.405)

"ah, ne kadar benzer sevişmenin inlemeleri ölümün inlemelerine." (syf.409)

"Mutsuzluğum içimde kilitli." (syf.427)



25 Kasım 2014 Salı

24 Kasım 2014 Pazartesi

Yanardağın Altında


Yeni okumaya başladığım ve  Malcolm Lowry'nin 1936-1944 yılları arasında tam dokuz yılda yazdığı "Yanardağın Altında" The Guardian tarafından okunması en zor on kitap arasında gösterilmiş.

Kitap, Sophocles/Antigone' dan yapılan ve aşağıya eklediğim metinle başlıyor.

"Bir çok kudretli şeyler vardır, fakat hiçbiri insan kadar kudretli değildir. İnsan karanlık denizlerin üzerinde, fırtınalı lodos rüzgârlarıyla kabaran dalgaları aşarak, gürültüler arasında yoluna gider. Toprağı, bu ebedi ve yorgunluk bilmeyen tanrıyı bile yorar, kuvvetli atların çektiği sapanı dolaştırarak her yıl onun bağrını altüst eder.

Şu çok bilmiş insan, gamsız kuş sürülerini, ormandaki yırtıcı hayvanları, denizdeki türlü mahlûkları, ipten örülmüş ağlarla tuzağa düşürür. Dağın yabani hayvanını zekâsıyla yola getirir ve atın yeleli başına koşum, ve kimseye râm olmayan dağ boğasının boynuna boyunduruk geçirir.

Bunlardan başka, konuşmayı, yüksek düşüncelerine kanat vermeği, ülkeler idare etmeği, soğuk gecenin  kırağısından, rüzgârın savurduğu yağmurun oklarından korunmayı öğrenmiştir. Her tedbiri bilir, önüne çıkan hiçbir şeyden şaşırmaz. Yalnız ölümden nereye kaçacağını bilemeyecektir; fakat en devasız dertlerin bile devasını bulmuştur."

Böyle bir alıntıyla başlayan kitap bence su gibidir. Derinliği içine girmeden anlaşılmaz.


Bitirince göreceğiz bakalım, okuması zor mu kolay mı?

Türküler


Edebiyatla ve şiirle ilgilenip de Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun "Ne zaman bir köy türküsü dinlesem şairliğimden utanırım" dizesini bilmeyen yoktur sanırım.

Son dönemde sık sık türkü dinliyorum. İyi yorumlanmış türküleri. Sesi, okuduğu türküyle bütünleşen isimleri dinlemeyi seviyorum. Türküleri, şarkıları "Issız Adam" filminin kahramanı gibi plaklardan dinlerdim eskiden. Fakat şimdi eli yüzü düzgün, sağı solu çizilmemiş plak bulmak güç. Bu yüzden kasetçilik, plakçılık gibi mesleklerin boşluğunu cd satan işyerleri doldurdu. Elimiz mahkûm cd'lere. Youtube faktörü var bir de. Arama motorları vs. İstediğin türküye, şarkıya anında, kolayca erişme fırsatı veriyor bu siteler. Kolaylık demişken; aslına bakarsanız hayat kolaylaştıkça, yaşamın değeri ucuzluyor, sanılanın aksine nefes almak zorlaşıyor, hayat daha da çekilmez hâle geliyor bana göre.

Bir dönem yaşadığım İzmir'de, ev arkadaşımın zengin bir plak koleksiyonu vardı. Dual marka pikapta sırayla dinlerdik koleksiyondaki bütün plakları. Geçen hafta gezdiğim bitpazarında bi tane pikap buldum. Ancak iğnesi kırıktı. Almaktan vazgeçtim. Çünkü parça bulmak gerekiyordu. Uğraşmak istemedim. Belki başka zaman sağlam bi tane bulurum dedim, içimden. Makaralı teybi olan başka bi arkadaşım var. Onunla zaman zaman oturup makaralı teypten dinliyoruz sevdiğimiz, dinlemekten hiç vazgeçmediğimiz türküleri, şarkıları. Şiir okuyoruz tıpkı lisede yaptığımız gibi. Plak yoksa makaralı teyp var. İdare diyoruz şimdilik.

Seçiciyim. Zevkler ve renkler meselesi diyoruz biz buna. Örneğin, Erkan Oğur'u asla dinlemem. Zevk almıyorum onun sesinden de sazından da. Nazan Öncel. Zerre kadar hazzetmiyorum kendi sesiyle yorumladığı şarkılarından. Şiirde Cemal Süreya okumaktan da haz almıyorum. Kendimi belki de en çok Edip Cansever dizelerinde bulduğum için Nâzım değil, Edip Cansever okumayı tercih ediyorum.

Zevkler ve renkler meselesi işte.

Dün akşam face mahallesinden bi arkadaşım Neşet Ertaş'ın Gönül Dağı'nı paylaşmış. Jülide Özçelik'ten. Dinledim. Jülide Özçelik dinledikçe can eksilten o türkünün özünü duyumsatmayı başaramıyor okurken. Beğenmedim türkü yorumunu.

Gönül Dağı'nı hemen şimdi burada Neşet Ertaş'tan paylaşmak isterdim, ancak işyerinde müzik siteleri açılmıyor. Ben de burada cd.den dinlerim artık.

"Kimseler görmeden yar oy/Gel gizli gizli"

Kimlik


Çek yazar Milan Kundera'nın "Kimlik" isimli kitabı, hafta sonu bir solukta okuduğum kitaplardan biri oldu. 167 sayfalık kitabın bu denli hızlı okunmasında kısa kısa bölümler hâlinde kurgulanmasının rolünün büyük olduğunu düşünüyorum. 

Kimlik'te kadın ve erkek ilişkilerini konu ediniyor Milan Kundera. İlişkilerdeki yaş farkını, tutkuların soğumaya yüz tuttuğu, eskiyen, yıpranan bir aşkta birbirini sorgulayan, birbirini gözlemleyen Chantal ve sevgilisi Jean-Marc arasında oluşmaya başlayan mesafeyi, kuşkuyu, yalın bir dille anlatıyor yazar.

Chantal'ın sevgilisinden yaşça büyük olması, yüzünde giderek beliren çizgiler, sevgilisi tarafından beğenilmeme endişeleri, posta kutusunda bulduğu gizemli mektuplar, Jean-Marc ile arasında bir oyun gibi sürdürdükleri ve ilişkilerini yeni bir boyuta taşıyan süreç kitabın başlangıcından bitimine kadar ilmek ilmek işlenmiş.

Bu tür ilişkilerde ya da evliliklerde kadının yaşça büyük olması bizim toplumumuzda çok fazla kabul gören bir olgu değil. İstisnalar kaideyi bozmaz ama toplumsal dinamiklerimiz, asırlardır süregelen aktöreler, aile baskıları, bizim ülkemizde kadının yaşça erkekten daha küçük olmasından yana tavır koyuyor.

Kısaca, bizde istisnalar dışında bu tarz bir ilişkiye rastlamak çok güç...


Kitapta altını çizdiğim satırlar şöyle:

"erkekler artık dönüp bana bakmıyor” cümlesi, bedenin giderek sönmeye başladığını gösteren kırmızı bir işaret lambasıydı. (syf.44)

"aşkın bakışı, yalnızlaştıran bir bakıştır." (syf.44)
  
"Özlem mi? Karşısında oturduğuna göre, ona nasıl özlem duyabilirdi ki? İnsan, var olan birinin yokluğundan nasıl acı duyabilir? (syf.47)

"Erotizm, ticari açıdan karmaşık bir olaydır; çünkü herkes bir yandan erotizmi yaşamaya can atarken, öte yandan, mutsuzluklarının, yoksunluklarının, kıskançlıklarının, komplesklerinin ve acılarının nedeni olarak ondan nefret eder." (syf.57)

"Chantal, ağzını açıp dilini Jean-Marc'ın ağzına kaydırdı, orada bulacağı her şeyi çekip alma arzusu içindeydi. Dillerinin ateşliliği tensel bir gereklilik değil, karşısındakine, tüm varlığıyla, hemen, yabanıl biçimde ve bir an gecikmeden sevişmeye hazır olduğunu anlatmanın bir yoluydu." (syf.58)

"Dostluk, bir insana yalnızca belleğinin doğru çalışması için gerekli. Geçmişini anımsamak, onu hep sırtında taşımak, dedikleri gibi, belki de insanın kendi ben’ini koruyabilmesi için gerekli tek koşul. Ben’in çekip küçülmemesi, oylumunu koruması için, anıları bir saksı çiçeğini sular gibi sulamak gerekiyor; ve bu sulama işi, geçmişin tanıkları ile, yani dostlar ile sürekli temas halinde kalmayı zorunlu kılıyor. Onlar bizim aynamız; belleğimiz; onlardan hiçbir şey beklemiyoruz, yeter ki o aynayı zaman zaman parlatsınlar, parlatsınlar ki, yüzeyinde kendimizi görebilelim. Ne var ki, benim lisedeyken ne yaptığım umurumda bile değil! İlk gençliğimden beri, hatta çocukluğumdan beri, benim istediğim bambaşka bir şeydi: Dostluğun, değer olarak tüm öteki değerlerin üstünde tutulmasını özlüyordum. Şunu söylemekten hoşlanıyordum: Gerçeklik ile dost arasında seçim yapmak gerektiğinde, ben her zaman dostu seçerim. (syf. 52)

"Oh, hayır, hiçbir aşk suskunluğun üstesinden gelemez." (syf.88)

"Giz, en çok paylaşılan, en sıradan olan şeydir; beden ve onun gereksemeleri, hastalıklar, saplantılar, kabızlık örneğin ya da âdet günleri. Özel yaşamımıza özgü bu durumları başkalarından utanarak gizlememizin nedeni, bunların son derece bireysel durumlar olması değil, tam tersine, son derece ortak durumlar olmasıdır." (syf.108)                                                                                      

20 Kasım 2014 Perşembe

Yorumlar, öyküler vs.


Blog sayfasını açtıktan bir süre sonra yorum alanını kapatmış, benimle iletişim kurmak isteyecek okurlar için bloğun sağ tarafında tıklayıp girilecek bir kapı bırakmıştım. O kapıdan bana ulaşanların büyük çoğunluğu kapattığım "yorum" alanını sordular. İyi yazdığımı, etkili yazdığımı söyleyenler oldu. Sayfamdaki paylaşımlardan çok yararlandığını iletenler oldu. Paylaşımlarımı izleyerek, okuyarak, görüş belirterek destekleyen arkadaşlara buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

Bugünden itibaren blog sayfasında yorum bölümünü tekrar açtım. Blogda yazmaya başladıktan sonra listeme eklediğim arkadaşların hepsinin paylaşımlarını düzenli okuduğumu da belirtmek istiyorum.

Geçen hafta dört kitap almıştım. Muzaffer Buyrukçu'dan "bir aşk daha" Naipaul'dan "Yarım Hayat" Ahmet Altan'dan "Kılıç Yarası Gibi" ve Jack Landon'an "Halk Avcısı"

Kitapların üçünü okumayı bitirdim. Jack Landon'u da bu akşam evde bitiririm diye düşünüyorum. Düzenli kitap okumayı rahmetli Metin Abi'den (Metin Güven) öğrendim. İlkokuldan beri kitap okurum ancak düzenli kitap okumak deyince şunu demek istiyorum. Günün belli saatlerinde hergün hiç ara vermeden, ibadet yapar gibi kitap okumak. Belirleyin kendinize bir saat. Ve o saatte kitap okuma eylemi dışında hiçbir şey yapmayın. Ben böyle yapıyorum.

Takip edenler hatırlayacaktır. Öyküler yazıyordum son dönemde. İki yeni öykü yazdım. Birine "Her Günâh Kirlidir" başlığını verdim, diğerine "Poğaçalar." 

Demlenmeye bıraktım bu öyküleri. Biraz beklesinler.

Bu arada, yazdığım öykülerden ikisini paylaştığım ve Türkiye'de öykü denilince en yetkin isimlerden biri olarak kabul gören değerli bir yazarımız öykülerimin iyi olduğunu ve yayımlayacaklarını belirtti. Öyküler yayımlandığında blog sayfamda paylaşacağım elbette. 

İyilikler diliyorum bütün okurlara.

fy

Halk Avcısı


Halk avcıları halktan ne denli uzaksalar o denli yakın ve şirin görünmeye çalışırlar. Sömürü düzenini sürdürmek ve halkın alınterini yağmalamak için tumturaklı laflarla duyguları okşarlar, nabza göre şerbet vererek halkı uyutmaya çalışırlar.

Ama günün birinde tak der halkın canına...

Umutlar çoğalır, öfkeler artar, ele verir tüm ezilenler...

Ve işte o zaman maskeler alaşağı edilir, kuzu postuna bürünmüş halk avcılarının çirkin yüzleri tüm iğrençliğiyle gözler önüne serilir.

Jack Landon/Halk Avcısı, Arka kapak

18 Kasım 2014 Salı

Ahmad Pejman/Bide Majnoun



Yarım Hayat


"Hepimiz her gün geçmişteki günahlarımızın bedelini öderken bir yandan gelecekteki cezalarımızı biriktirmiyor muyuz?" syf.31

"Sessizliğimle özgürüm. Bu mutluluktur." syf.31

"Elime bir silah alıp parmağımı tetiğe koyarak nişangâhtan baktığım anda büyülendim. Bana kalırsa, insanın kendisiyle, tabir caizse konuştuğu en özel, en yoğun anlardan biri, doğru kararın gelip gittiği bu yarım saniyedir, insan bu lahzada neredeyse zihnindeki hareketlere cevap verir. Hiç beklediğim gibi değildi. Karanlık bir odada tek bir mumun alevine bakarak meditasyon  yapan insanların hissettiği söylenen dinî heyecanın, nişan alarak kendi zihnime ve bilincime yaklaştığım anda hissettiğim zevkten daha şiddetli olduğunu sanmıyorum. Bir anda her şeyin gidişatı değişebilirdi ve kendi özel evrenimde kaybolup gidebilirdim. Afrika'da, atış poligonunda olmak ve babanın brahman atalarınıi büyük tapınağın hizmetkârlarını yeni bir bakış açısıyla düşünmek çok tuhaftı. Bir silah satın aldım. Ana'nın büyükbabasının arazisine hedef tahtaları kurdum ve her fırsatta atış talimi yapmaya başladım. Komşularımız bana başka bir gözle bakmaya başlamışlardı." syf.140-141

V.S. Naipaul/Yarım Hayat

Yara ve Kabuk İlişkisi


"Her yara kendine bir deniz kabuğu arar."

fy

15 Kasım 2014 Cumartesi

Ayfer Vardar/Entaresi Aktandır


Tâ Maryland'dan beni izleyen arkadaşım, bu türkü senin için.

Hayır Böyle Tutkuyla Sevdiğim Sen Değilsin


Hayır böyle tutkuyla sevdiğim sen değilsin
Güzelliğinin parıltısı etkilemiyor beni.
Sende, geçmiş yılların acılarını seviyorum
Ve yıkılıp giden gençliğimi.
Sana baktığımda kimi zaman,
Dalıp gittiğimde gözlerine,
Gizemli bir konuşmaya dalmışımdır,
Seninle değil ama, yüreğimle.
Konuştuğum, sevgilisidir genç günlerimin,
Başka çizgileri arıyorum seninkilerde…
Çoktan susmuş dudakları, canlı dudaklarında senin,
Sönmüş gözlerin ateşini, senin gözlerinde…
Mihail Yurgeviç Lermantov
Çeviri: Ataol Behramoğlu

14 Kasım 2014 Cuma

kukla sahnesi


"Bana sorarsan, dünya aşağı yukarı bir kukla sahnesidir bence. Ama insan perdenin arkasına bakıp kuklacının da ellerinden ayaklarından yukarıya doğru yükselen iplerle bağlı olduğunu görünce, kuklacının iplerinin de başka bir kuklacının ellerinde olduğunu, o kuklacının iplerini de daha yukarıda olan başka bir kuklacının çektiğini, her kuklacıdan bir üstteki kuklacıya uzanan sonsuz bir kuklacılar zincirinin varolduğunu anlıyor. Kökenleri sonsuzlukta olan bu iplerin, birçok değerli insanın yaşamına kanla ve cinnetle son veren sahne oyunlarında kullanıldığını çok gördüm ben hayatımda. Ülkelerin kana ve ateşe boğulmasında da."
Cormac McCarty/O Güzel Atlar, syf.245

Yara hikâyesi


"Yara izleri bir tür tarihtir ne de olsa, tartışılamayacak kadar şahsi hikâyeler tarafından yaratılmış olabilirler."

Damon Galgut/Sahtekâr, syf. 96

12 Kasım 2014 Çarşamba

Nişane


Ben, alnında yalnızlık nişânesiyle doğan kullar zümresindenim.
Issızlığa yakışırım.

fy

11 Kasım 2014 Salı

Ayfer Vardar/Yüzünü Sevdiğim


Büyülü Ceket Ya da Büyülü Telefon



Yukarıdaki görüntüyü bu sabah sosyal medyada gördüm. Bu görüntüyü ilk oluşturan kişi her kimse, düşgücü bir hayli kuvvetli olmalı ya da "Dino Buzzati" nin "Büyülü Ceket" isimli öyküsünden ilham almış olabilir diye düşündüm.

Dino Buzzati İtalyan Edebiyatının geç keşfedilen isimlerinden biri. Üslubu Kafka'ya benzetiliyor. Yazdıkları kendi ülkesinden önce Fransa'da kabul görmüş olan Buzzati'nin "Tatar Çölü" isimli romanı için edebiyat çevrelerinde şöyle bir görüş vardır: "Roman okurları ikiye ayrılır. Tatar Çölü'nü okuyanlar ve okumayanlar."

Buzzati'nin Tatar Çölü isimli kitabını irdeleyen Ercan Dansuk'a ait bir yazıyı daha önce bu sayfalarda yayımlamıştım. Okumayanlar için linki buradan tekrar veriyorum. http://mabelard.blogspot.com.tr/2014/03/tatar-colu.html

Tekrar üstteki görüntüye gelirsek... Dino Buzzati "Büyülü Ceket" isimli öyküsünde, tanıştığı gizemli bir terzide kendisine yeni bir takım elbise diktiren öykü kahramanının, giydiği ceketin cebine elini soktuğu her seferinde onbin liretlik kâğıt para bulmasını ve para hırsıyla insanî değerlerden uzaklaşma sürecini, en sonunda da ceketi yakarak yok etme eylemini anlatır.

Telefondan, ya da ceketten. Paraya, üretmeden, çalışmadan kolayca ulaşmak.

Benzerlik şaşırtıcı.

Böyle bir buluşun gerçek olduğunu düşünelim bir anlığına. Ve herkesin böylesi bir telefona sahip olduğunu hayâl edelim.

Bütün üretim çarkları dururdu. Küresel ekonomik kriz kaçınılmaz olurdu. Ve insanoğlu sonunda dayanamayıp tıpkı Dino Buzzati'nin öyküsündeki ceketin imha edilişi gibi bu telefonları imha etme yöntemini seçerdi muhtemelen.

fy


9 Kasım 2014 Pazar

Aşkın Yanlış Odası


Yanlışlıkla hangi aşkın odasına girsem
Ellerin düşlerime süzülür

Seninle savaşım bitmeyecek
Işıklar...sesler
Kadınlarda dolaşır gözü kapalı aşkın ve
Nedense sevgilim olamıyorsun.

Asi aşkın odası hangisiydi
Odada içtiğim şarap
Varoluşunla beyaz yatağa kapanırken
Katmanlar arasında davetkâr ağzın
Ayaklanmış küçük çayırın sofrasında.

Dudakların yarısı ısırılmış kırmızı üzüm
Soğuk ellerinde kahve fincanı
Gözlerin dünyanın sonunu bekleyen 
Beni kuşatan bu özel duvarlar arasında.

Bir şey yok...yanan...duvarı hangisiydi yanlış aşkın
Senden dökülmüş kendini tamamlayan bal
Sahibini sokan arıları olan
Öyle bir bal ki her şeye nüfuz eder...eller okşamaya çekinir.

Onca ilk defa kalbimde okunman ve sen böyle sonsuz yanlış aşkın odasında
Pencereler her şeye açık
Kimsesi olmayan bu zindanda
Kalbimin üstüne kapanan
Kötülük benimle çıkıp gitmeyecek
Hiçbir zaman.

Zabi Hamis, Çağdaş Arap Şiirleri Antolojisi, syf.21,22
Çeviri: Metin Fındıkçı

Tarçın Dükkânları


"Bianka, o büyüleyici Bianka benim için bir sır. İnatla inceliyorum onu, tutkuyla ve de umarsızca, pul albümü de bana yol gösteriyor. Neden yapıyorum bunu? Bir pul albümü psikoloji kitabı gibi temel alınabilir mi? Ne cahilce bir soru! Bir pul albümü evrensel bir kitaptır, insan hakkında bilinebilecek her şeyin bir özetidir. Elbette ki yalnızca imalar, dokundurmalar ve üstü kapalı sözcüklerle. Kitabın sayfaları arasından geçen o kızıl ipi, alev alev yanan izi bulabilmek için belli bir zekâya, yürekliliğe, hayalgücüne ihtiyacınız olacaktır.

Ne olursa olsun bir şeyden kaçınmalısınız: darkafalılıktan, bilgiçlikten, dargörüşlü olmaktan. Birçok şey birbirine bağlıdır, birçok ip aynı makaranın ipidir. Bazı kitapların satırlarının arasından sürüler halinde havalanan kırlangıçları gördünüz mü hiç, mısra mısra uçuşan, titreşen, ince uzun kırlangıçları? Bu kuşların uçuşlarını okumak gerek...

Ama gelin Bianka'ya dönelim. Hareketleri ne kadar içe dokunan bir güzellikte! Hepsini düşünerek yapıyor; yüzlerce yıl düşünülmüş. Tanrıya güvenle başlanmış hareketler, sanki kaderin onu nereye götüreceğini ve kaçınılmaz gelişmesini önceden biliyormuş gibi. Bazen parkta onun karşısında otururken ona gözlerimle bir şey sormak, düşüncelerimde ondan bir şey dilemek istiyorum. Ama daha ben dileğimi dile getirmeden o yanıt vermiş oluyor. Kısa, delici bir bakışla ve hüzünle yanıt vermiş oluyor.

Neden başını öne eğiyor? Böyle dikkatle, düşünceli gözlerini diktiği şey ne? Hayatı bunca umarsızca üzüntülü mü? Her şeye rağmen  o boyun eğişi saygınca ve gururla taşımıyor mu, sanki her şey olduğu gibi kalacakmış gibi; sanki elinden bütün sevinçleri alan o keşif, ona bunun yerine bir dokunulmazlık, yalnızca gönüllü boyun eğişte bulunabilecek daha üstün bir özgürlük sağlamış gibi.

Dadısıyla birlikte karşımdaki bankta oturuyor, her ikisi de  kitap okuyor. Beyaz giysisi -zaten onu başka renk bir giysi içinde görmedim hiç- açılmış bir çiçek gibi oturduğu yere yayılmış. İnce, esmer bacaklarını önde anlatılmaz  bir zarafetle çaprazlamış. Ona dokunmak, salt böyle bir dokunuşun kutsallığı yüzünden acı verici olmalı.

Kitapları kapatıp kalkıyorlar. Bianka bana kısaca bir göz atıp ateşli selamıma karşılık veriyor, dadısının uzun, esnek adımlarının ritmine ayak uydurarak rahat adımlarla uzaklaşıyor.

Bruno Schulz/Tarçın Dükkânları, syf.160,161

Ornella Vanoni/Dettagli


4 Kasım 2014 Salı

Çay



Şairlerin çayı bir başka içtiğini ilk anladığımda onüç yaşımdaydım.

            Öğretmen adeta mısralardaki çayı yudumlar gibi okumuştu şu mısraları;

            Çaycı getir ilaç kokulu çaydan
            Dakika düşelim senelik paydan
            Zindanda dakika farksızdır aydan
            Karıştır çayını zaman erisin
            Köpük köpük duman duman erisin…

O an ezberlemiştim bu mısraları. Sonrasında şiirin tamamını. Öğretmen o gün şiirden sadece bu bölümü okumuştu. Necip Fazıl’ın hapishane de içtiği çaylardan söz ederken…

Bence zamanı en iyi duyumsadığımız yer de çayı yudumladığımız zamanlardır.

            Yani bence…

            Şimdi de iş arası çay molası.

            Yani dışarıdan bakınca öyle.

            Gerçek de zamanın arasında zamana ara vermek gibi bir şey…

            Çay içmek delice bir şey…

Masamda “ay çöreği” de var. Bayılırım ay çöreğine. Sabah yiyecektim ama henüz yiyemedim. Belki az sonra bir başka çaya arkadaşlık edecek. Bakalım…

            Lafı ay çöreğiyle kestim.

            Ne diyordum ben?

            Çay…

            Dedim ya şairler çayı bir başka içiyor.

Tam bu anda  “çayı karşımda bir şairle içmek vardı” diyorum… Fatih Yavuz ile örneğin… 


Ya çok erken bir saatte ya da akşam üzeri. Düşüncem de “akşam kahvaltısı” var. Evde yemeğin olmadığı bir akşam. Bildik bir şair evi işte. Biraz yorgun bir akşam…Hafta sonuna yakın bir gün… Güzel bir film almışım. Üzerinde konuşulacak bir film. Çok önce izlemem gerekirken dün akşam izlediğim bir film örneğin “goya’nın hayaletleri” . Ünlü ressam… Engizisyon… İnsan ruhunun karanlıkları… Deliliğin kıyılarında ve en içinde ki yaşamlar…

            Akşam kahvaltısında tereyağlı yumurta. Gerisi teferruat…

            Nefis bir çay demlemişim…

“Terminal çayı değil şair çayı” diyorum… Çayları doldururken bir iki mısra da okumamak olmaz;

            Bir bardak demli çay
            Burukluğu gibi kalsın
            Gecenin ve sabahın tadı
            Yaşasın anılarımızda

            Konuğum ol, oturup
            Konuşalım bir akşam
            Ve uzatalım geceyi
            Sözün çubuğunu yakarak

            Karşımdaki şair  “kimden?” diyor. Ben “Ahmet Telli”.

            “Uzatalım geceyi” diyen şairi anmamak olmaz tabi.

Çay çok değerlidir şair için… Hani çayın kötüsü bile. Bir söz vardır biz de, örneğin birine bir bardak su verince “geçmişlerinin canına değsin” der. Öyle kıymetli yani…

Ben de demlediğim çay için “Can Yücel’in ruhuna deysin” diyorum. Şair “ne alaka?”

            Patlatıyorum şiiri Can babadan;

            Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçesi
            Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra
            Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik
            Başımızda perensip sahibi bir başçavuş
            Niğde üzerinde Adana Cezaevine gidiyoruz
            Bir sen eksiktin ayışığı
            Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya

Perensip” e gülüyoruz biraz. Adam çay içirmiyor “perensiplerinden” dolayı. Can bana acaba bir şey demiş midir diye bir iki kelam ediyoruz. Ya da o başçavuş şimdi nerededir diye … Bu sözden çok malzeme çıkar … Şiir tahlili de yaparız biraz. Bazı şiir bilmezlerin “perensip” kelimesi “prensip” diye düzeltip yazdıklarından söz ederiz… Karbonatlı çaya dahi razı olan şaire selam göndeririz…

            Yumurtada harika bu arada… Çay kadar olmasa da o da çok güzel…

Sohbeti çok da uzatmadan filme geçmek lazım. Çayı da çok demledim zaten. Akşam kahvaltısı ve film için…

            Masa öylece dursun.

            Filmden sonra toplanır.

            Ne güzel akşam…

            Çay…

            Yumurta…

            Şiir…

            Çay…

            Sohbet…

            Tebessüm…

            Çay…

            Film…

            Goya’nın hayaletleri…

            Çay…

            Film içinde molalar..

            Şairin Goya’ya hayranlık cümleleri…

            Dedim ya… Çay içmek harika bir şey…Çay içmek delice bir şey…

            Çay içmeyi bilmek lazım…

            Çay çay olduğunu ancak bir şair içiyorken hissediyordur…

            Çay içmek… Sahiden de delice bir şey değil mi?

            
Esat Selışık/Ayna İnsan, 2013 Sayı: 10


3 Kasım 2014 Pazartesi

Mina/Compagna di viaggio


Kara Plak


Kara Plak, Hanif Kureishi'nin okuduğum ilk kitabı. Kureishi, İngiltere'de yaşayan göçmenlerin sorunlarına, kültürel ve dini inanç uyuşmazlıklarına, kimlik çatışmalarına ve fundamentalizmin boyutlarına dikkat çekiyor Kara Plak'ta.

Kitabın konusu kısaca şöyle:

Hukuk öğrenimi için Londra'ya gelen Pakistanlı Shahid, okulda Riaz ve arkadaşlarıyla tanışır. Shahid, müzik tutkunudur. Riaz ve arkadaşları ise inançlarına bağlıdırlar ve yaşadıkları ülkede üçüncü sınıf insan muamelesi görmenin isyanı içindedirler.

Shahid, bir yandan Riaz ve arkadaşlarıyla dost olurken, bir yandan da okulda öğretmen olarak görev yapan Deedee ile yakınlaşır. Shahid, Deedee ile birlikteyken uyuşturucu kullanmakta, onunla sınırsız, kuralsız sevişmekten büyük bir haz duymaktadır. Aynı Shahid, Riaz ve arkadaşlarının yanında inançlarını ve geleneklerini yaşamaya çalışmaktadır. 

İçine düştüğü ikilem Shahid için zor bir durumdur. Ve Shahid; uyuşturucu, seks, şiddet, müzik, inançsızlık, tutku ve dini duyguların içiçe geçtiği karmaşanın içinde aşk ve şiddet arasında bir tercih yapmak zorunda kalacaktır.

Kureishi, Kara Plak'ta kısa ve net cümleler kullanıyor. Kitap ilk beş bölümün bitiminden sonra kendini okutmaya başlıyor. Olayları anlatış biçimi oldukça cesur ve gerçekçi. Salman Rüşdi'nin kitabının üniversitede yakılmasının anlatıldığı bölümler okurun hafızasında 1989 yılını yeniden canlandırıyor. 

İngiliz toplumunun yaşamlarını ve Liberal eğilimlerini Deedee karakteri üzerinden, göçmenlerin sorunlarını Shahid ve arkadaşları üzerinden tarafsız kalmaya çalışarak bütün çıplaklığıyla anlatmaya çalışan Kureishi'nin romanı, ülkemizin dört bir yanına dağılmış Afgan, Suriye, Irak kökenli sığınmacıların sorunlarını da düşünerek bir solukta okunacak cinsten.

"Deedee'nin  öğrencilerinin sevdiği müzik, nasıl dans ettikleri, giysileri, dilleri, bu onlara aitti, bir yaşam biçimiydi. Deedee'nin içine girmeye, genişletmeye, üzerinde sorular sormaya çalıştığı işte orasıydı. İnsanlara kültürün onlara ne yarar sağlayacağını anlatmanın  tadı olmuyordu, özellikle de neye yaradığını göremiyorlarsa. Böyle olunca sürekli aşağı konumda olduklarını söylemiş oluyordu onlara. Pek çoğu beyaz, elit kültürün  kendilerini kandırdığını, iki yüzlü olduğunu düşünüyordu. Bazıları için bu, tembelliğe bir mazeretti. Bazılarınınsa içinden gelmiyordu: kendilerini bütünüyle susturan kültürü tanımak istemiyorlardı.

Ama kitaplar söz konusu olduğunda şu an Deedee'nin hoşuna giden bir şey vardı. Deedee gizliden gizliye giysiler, seks, lokantalar ve oteller için "beylik düzüşme" romanları okuduğunu itiraf ediyordu, başkalarının yatakta çikolata yediği gibi. Yine de devirdiği onlarca "kendi kendine yardım kitabı" daha çok utandırıyordu onu. Dediğine göre, pek çok kadın neden daha fazla haz alamadıklarını, beklentilerinin neden gerçekleşmediğini anlamak için okuyordu onları. Bu tür kitapların hangi gereksinimleri karşıladığı ilgilendiriyordu onu daha çok, amacı insanları, bir tek bilim adamlarının her şeyin başı sandıkları, gerçek insanlarınsa yalnız tatillerde okudukları bir yazın türüyle rahatsız etmek değildi." (syf.141-142)

"Görüyorsunuz ki yazın, doğası gereği, bütünüyle bir tür yalandır-hakikatin çarpıtılmasıdır. Çocuklar yalan söylediğinde "hikâye anlatmak" sözünü kullanmaz mıyız? Bunlar zararsız, çarpıtılmış öykülerdir kuşkusuz, bizi güldürürler. Yapacak başka bir şeyimiz yoksa zamanımızı geçirmemizi sağlarlar. Ama yoz bir nitelik taşıyan pek çok yazın yapıtı da vardır. Bunlar "mürekkebine hakim olamayan" türden diyebileceğimiz yazarlar tarafından üretilirler. Bu masal-maval okuyucular "büyük yazar" sayılabilmek için genellikle elit beyazların onayına gereksinim duyarlar. Kitlelere hakikati açıklıyormuş havalarına girmeyi  severler-bu kültürsüz, yarı cahil aptallar. Aslında hiç tanımazlar o kitleleri. Tanıdıkları  tek yoksul insanlar hizmetçileridir. Böylelikle de gerçekte içimizde yatan pisliğe hitap etmiş sayılırlar. Bunu yapmak kolaydır. Pislik çekici gelir bize." (syf.189-190)


1 Kasım 2014 Cumartesi

Yahya Kemal ve Kültürel Bilinç



Şair, şiir icad eyle
Dil mülkünü abad eyle

Gazi Âşık Hasan Dede

Bir milleti millet yapan kültürel değerler, yaşam tarzı, vatan, devlet, dil, inanç gibi unsurlardan ve o toplumu birleştirip bütünleştiren, tarih boyunca sürüp giden ortak paydalardan oluşur.

Bu açıdan Yahya Kemal Beyatlı’nın Türk Edebiyatının geçmişinden, günümüze uzanan engin coğrafyasına bıraktığı izler incelendiğinde, kendi medeniyet köklerinin bilincine varmış bir şair, düşünce adamı ve gelecek kuşaklara miras bıraktığı edebî eserlerin terkibîyle karşılaşırız. Vefatının 50.yılına denk gelen 2008 yılında, onun Türk Edebiyatı ve şiirine kazandırdığı yeni açılımlar hakkında yazılıp konuşulması, kuşkusuz şairin bilinen bilinmeyen birçok özelliğinin yeniden keşfedilmesine, Türk şiiri adına önemli bir kazanım olarak değerlendirilmelidir.

Yahya Kemal, aynı zamanda değişen topluma neyi sürdürmemiz, neyi değiştirmemiz gerektiğini söyleyen bir düşünürdür de. Tarihimiz, musikimiz, mimarimiz, dilimiz, bütün kültür ve medeniyet varlıklarımız onun düşüncesinde ve yorumunda arkeolojik malzeme olmaktan çıkar, yaşayan ve yaşatan değerler olurlar. Bunun için de kültür ve edebiyat hayatımızda, şiirimizde hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereken bir Yahya Kemal vakıası vardır ve var olmaya da devam edecektir. Türk insanının dün ne olduğunu, yarın ne olması gerektiğini söyleyip en sağlıklı yolu gösterenlerin başında Yahya Kemal gelir. (1)

“Bir ulusun kültürü,
o ulusun sanat üslubu ile hayatın bütün alanlarındaki birliğidir”
Nietzsche

Bu noktada kültür kavramı nedir ve Yahya Kemal’in düşünce yapısında nasıl karşılık bulmuştur sorusunu irdelemekte fayda vardır.

Kültür kavramı, Türkçe’de farklı anlamlarda kullanılmaktadır:

1.Milleti millet yapan ve onu başka milletlerden ayıran değer yargılarının bütünü.Bu tanım,kültürü manâ değerlerinin toplamı olarak ele alır. Maddi değerleri ayırarak, onu, “medeniyet” olarak isimlendirir. Türk kültürü, İsveç kültürü, İngiliz kültürü, Alman kültürü gibi.

2.Bir milletin ortaya koyduğu maddi ve manevi değerlerin toplamı.Bu tanımda milletin maddi değerleriyle manâ değerleri birbirinden ayrılmaz; medeniyet, kültürün özel bir hâli olarak kabul edilir. Daha çok antropologlar tarafından temsil edilen bu görüşe göre kültür, maddi ve manevi değerlerin şekil aldığı bir kalıptır. Doğu Kültürü, İslam kültürü gibi.

3.Eğitim yoluyla kazanılan gelişme ve ilerleme. Kültürlü aile, kültürlü öğrenci gibi.

4.Sözlük anlamıyla toprağı sürme, ekip biçme. Boğaz kültürü, kültür mantarı. Bu tanımlamanın dışında kalan kültür, düşünme, hissetme ve davranış tarzıdır. Daha önce yaşanmış şeylerden, yaşanması mümkün olaylara karşı bir tavır almadır. Bu tavırlar belli bir zamanda oluşturulmuş, nesilden nesile aktarılmış birtakım kurallarla da belirlenebilir. Buna göre kültür, doğaya olmayan, ama doğada insan tarafından eklenen her şeydir.(2)

“Bir değişim, bize gelişme fırsatını sağlayacak olan
 bir sonraki değişime yol açar”
Vivien Buchen

Kültürel bilinç ve düşünce değişimi Yahya Kemal’in Fransa da geçirdiği yıllarda şekillenir. Paris’te öğrenim gördüğü Ecole Libre de Science Politique’teki (Siyasal Bilgiler Okulu) tarih profesörü Albert Sorel’den duyduğu “Dünyada daha keşf olunmamış iki bilinmeyen var: bunlardan biri, coğrafyada kutup; öteki de tarih içinde Türklük” sözü, onu derinden sarstı. Bu Yahya Kemal’in kendi kültürel kimliğini bulmasında yakılan ilk kıvılcımdır. Ancak bu söz onun “kafasındaki “biz kimiz” ve dolayısıyla “bizim şiirimiz nasıl olmalıdır” sorusunun yanıtını verecek derinlikte görülmüyordu. Kafasında ikinci ve asıl kıvılcımı yakan söz, Camille Julian’ın “Fransa toprağı, bin yılda Fransız ulusunu yarattı” sözü oldu. Bu sözle o zamana değin öğrendiği, ulus, din, kültür, sanat, şiir, dil gibi kişileri insan yapan kavramları yeniden gözden geçirdi.(…) Osmanlı ve Turan görüşlerinin yalnızca birer düşlem ve yanılsama olduğunu; kültür dünyasını, dini, dili, şiiri, görenekleri eskilerin “iklim” dedikleri “kültür ve toprak” bütününün, uzun bir süreçte yarattığını düşündü ve böylece aradığı ilk kavramı buldu:

Ulusu, ulusal kültürü, dini, dili ve şiiri insan topluluğunda verili olarak bulunduğu varsayılan özellikler değil, uzun bir süreçte, “vatan toprağı” yaratır.

Bu sürecin sonunda vardığı ikinci neticeye göre Türk ulusunun kültür, dil ve şiirinin asıl 1071 Malazgirt savaşından sonra ulusal kimliğini bulduğu, Anadolu rengi ve kokusu taşıyan bu kültüre Balkan topraklarının renginin de katıldığıdır. Türk Ulusunu olduğu gibi, Türk kültür ve şiirini de bin yılda Anadolu toprağı yaratmıştır.(3)

Yahya Kemal şiirinde dönüşüm noktalarından biri de Mallerménin "Fransız gençleri şiir sanatını öğrenmek istiyorlarsa Paul Verlaine'in Fêtes Galantes'ını ezberlesinler" sözüdür. Bu söz üzerine kendi ulusunun şiir köklerini ve kimliğini öğrenmeye başlayan şairin şiirdeki yenilenmeyi anlatırken önemseyip kullandığı iki sözcük “terkîp” (bireşim) ve “imtidât” (süreklilik) tir.(4)

XX.Yüzyıl Türk Edebiyatının en önemli isimlerinden olan Yahya Kemal bu nedenle hem eski şiiri noktalayan Divan biçimi şiirleri,hem de yeni dil ve biçimdeki şiirleri yazmıştır. Bunların arasındaki (aruz ölçüsü bir yana) tek ortak nokta,kendi tarih ve kültürümüzün insanının çerçevesini çizme özlemidir. Her iki tarz şiirlerinde de dilde, ölçüde, uyakta yetkinlikçilik anlayışıyla bir yandan dilin musikisini yakalamaya çalışırken, bir yandan da bu düşünsel çekirdeği yeşertmeye çalışmıştır.(5)

Birinci Dünya Savaşı içinde kazanılan Çanakkale Zaferi için, kimilerine göre Sultan Reşad tarafından, kimilerine göreyse Abdülhak Hamid Tarhan’ın yazdığı söylenen gazelin beytinin üstüne, üçer mısra ekleyerek Divan Edebiyatı’nda bile eşine rastlanılmayacak şekilde yaptığı “tahmis” onun sürekli gelişen ve derinleşip zenginleşen bir şiir anlayışını yakaladığının en güzel örneklerindendir.

Cepheden topları ejder gibi bârû-efken
Arkasında gemiler bir sürü div-i âhen
Gökte tayyârelerden saçarak nâr ü fiten
Savlet etmişti Çanakkaleye bahr ü berden
Ehl-i islâmın iki hasm-ı kavisi birden

Kadın erkek anadan tâ süt emen yavrumuza
Hepimiz canla sarıldık tâ vatan duygumuza
İntizâr eyledi gafletle adû korkumuza
Lâkin imda-i ilahi yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kala-yı pulâd-beden

Şükür Allaha ki gördüm bu mübarek sinde
Kahraman ordumu serhadde muzaffer zinde
Müjde İran ile Turan ve Çin ü Hinde
Asker evlâtlarımın pişgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihayet düşmen

Allah Allah nidasıyla muhacim ahrar
Tepelerden boşalıp saikavâri kahhar
Ettiler düşmeni bir öyle ki iclâ-yi kenar
Kadr ü haysiyeti pâymal olarak etti firar
Kalb-i islâma nüfûz eylemeye gelmişken

Ruh-i Peygamberi tebşire giderken şüheda
Millet arkada bugün vecd ile tekbir-sera
Sende mihrâb-i hilâfette cebin-sâyi sena
Kapanıp secde-i şükrana Reşad eyle dua
Mülkü islâmı Hudâ eyleye dâim me’men (6)

Yahya Kemal’in kendi gök kubbesini bulduktan sonra yazdığı şiirler, Egülgazi Bahadır Han’ın o çok bilinen sözünü doğrular niteliktedir.

“Türke Türkâne söylemek gerek.”

 Fatih Yavuz Çiçek

Kaynaklar:
(1) www.yahyakemalenstitusu.org.tr/2008.asp
(2) Dil Kültür İletişim ve Medya-Doç.Dr.Şerife YILDIZ s.98
(3) Şiirden Eleştiriye-Kemal BEK s.76–77
(4) a.g.s 79
(5) a.g.s 61–62
(6) Edebiyat Bilgileri Batı’da ve Bizde Edebî Akımlar-Kemal GARİBOĞLU s.67–68