Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

29 Aralık 2015 Salı

Kurabiye

Ne yeni yıldan ne de gelecek yıllardan umudum yok.
Umut bir ihtimal Kaf Dağı'nın ardında olabilir.
Ve yazık... Bu yüzden, hiç bilmeyeceksin havuçlu kurabiyemin tadını...

Ayna




beni yanlış evlerde aradılar, süt dökmüş kedilerin,
kapısı kilitli dağların yamacında. gereğinden fazla
süren suskunluğun eşiğindeydim oysa.

 
kadınları, kuşları, kendimi. pamuk tarlalarını hiç
terketmedim ama. beni yanlış evlerde aradılar, ku-
rumuş bir bahçenin duvarında.

 
yüzüne yaz değmiş çocukluğun saflığındaydım,
kıskacında. orada.


çay içiyordu. sıkılıyordu. hamamda şarkılar söylü-
yordu görüntüm. işbaşı yapıyordu çalıntı zamanlarda.


oysa geri dönecek gücü kalmayana dek yüzüyordu su-
larda. ölümsüzlüğü düşlüyordu; paylaşılan bir ölümün
sınırını. iki yüzü keskin bir bıçağın kınını, onu.


ayna.

beni yanlış öptüler aslında.

Altay Öktem

22 Aralık 2015 Salı

kervankıran/öykü


her yara ince bir kabukla iyileşmeyi denemelidir elbette
denemelidir, 
hançerin ağusunu rüyasında bile hiç aklından çıkarmadan...

“Dün gece seni rüyamda gördüm, nasılsın? İyi misin?” Dedim telefonda. Şaşırıp, meraklandın. Hâl hatır sorma faslını geçtikten sonra rüyamı anlatmaya başladım. “Kış seminerine katılmışız birlikte. Bildiğin, her zamanki rutin eğitim seminerlerinden biri işte. Günlerden “Şeb-i Yelda.” Gecenin yarısı. Rüya bu ya, kapının vurulduğunu duyunca kalktım. Uyumuyorum. Dışarıda lapa lapa yağan karı izlemekten uyuyamamışım doğrusu. Sen pürtelâş, bodoslama bir hâlde içeri girdin. “Bilet” dedin. “Hemen uçak bileti almak istiyorum. Bana yardımcı olur musun?”

“Olurum, elbette olurum ama gecenin bir yarısı bu kadar acele etmenin sebebi nedir? Neler oluyor kuzum? Bu endişe, bu panikatak niçin?”

“Yağan karı görmüyor musun? Eve dönüş hazırlığı için bavulları hazırlıyordum. Yollar kapanmış dedi bizimkiler. Ben de uçakla dönerim dedim. Aklıma sen geldin. Oteldeki arkadaşların büyük çoğunluğu kar yağışını bahane ederek dönüş yolculuğunda uçağı tercih edebilir. Biletler tükenebilir, çığ düşebilir, elektrikler kesilebilir, ne bileyim ya hû, bu yağışın ardından her şey olabilir. Burada tek başıma mahsur kalmaktan korkuyorum. N’olur bana yardım et!”

“Anımsadıklarım hayal meyal bu kadarcık” dedim. Zoraki gülüştük. Gördüğümüz başka başka rüyaları, rüyaların yorumlarını anlattık karşılıklı. Sonra geçmişe gittik. Geçmiş belleğimizde terk edilmiş bir deniz feneri gibiydi. Yaklaşmaya/yakınlaşmaya çekinmemize rağmen pusulamızı kısa süreliğine de olsa oraya sabitledik. Benim bir dağ evi inşa ettirip, kışı orada, çıtır çıtır yanan şöminenin karşısında, sadece kitaplarla haşır neşir olarak geçirme düşümün gerçekleşme yüzdesi üzerine fikir yürüttük. Katıldığımız çevreci eylemleri yücelttik. Küresel ısınma tehlikesine dikkat çekmek amacıyla basılmış afişleri zabıtalarla köşe kapmaca oynayarak, Karlıbahçe'deki elektrik direklerine gizli gizli yapıştırdığımız günlerden konuştuk uzun uzun. Belki aramızda buz tutmuş zamanı ve mesafeleri erittik böylelikle fakat geçmişten fırsat bulup günümüze bir türlü gelemedik. Biliyorum, gelecek zamanla pazarlık etsek, şimdiki zamanın bize kazandırdığı azıcık kârı bile oracıkta kaybedecektik.

Bi’ara çalışma ortamını sordum. Keyifsiz, bıkkındın. Yorulduğunu söylerken, ayaklarının her geçen gün geri geri gittiğinden bahsettin. “Kanıyorum... Oluk oluk kanıyorum. Zihnimin içinde beni huzursuz, toplumu mutsuz kılan ne varsa hepsini ama hepsini toparlayıp, yeryüzündeki çakma firavunların başından aşağı, hayır, ruhlarının deliğinden içeri bodoslama -evet aynen öyle- bodoslama bir şekilde ve sanki lağım çukuruna bir çöp aracını boşaltırcasına bütün öfkemi döke saça, çığlık çığlığa boşaltarak, rahatlamak istiyorum,” dedin.

Öfke kanatır, çığlık ağlatırmış.' En iyisi güne şiir okuyarak başlamak” deyince şaşırdın. “Şiir mi?” dedin. “Ne şiiri okuyacakmışım?” 

“Oku da ne şiiri okursan oku" dedim. “Gör bak ufkun nasıl genişleyecek. Ruhun nasıl güzelleşecek. Ve bir zaman gelecek, öpüşmek isteyeceksin içinde genişleyen denizle.”

Sustuk. 

Gördüğüm rüyadan kendime saklayarak anlatmadığım eksik bir şeyler kalmıştı. Son puzzle parçasını da yerine koyarak rüyamdaki tabloyu tamamlamak istiyordum aslında. Güçsüzdüm. Yatağı kurumuş, uzak bir Denizdim. Zayıftım. En önemlisi senin gözünde hâbeyaz değil gri bölgedeydim. Harekete geçmek için bana birazcık cesaret, sana bir tutam neş’e gerekliydi galiba. Öyle bir cesaret ki biraz çakırkeyf, belki deli dolu, ya da tek yudumda içilecek su gibi berrak olmalıydı. Hatta cesaretin gönül tarihime çentik atılacak izi, daha büyük olmalıydı, düşlerin hakikatle yüzleşme korkusundan.

“İstanbul’u özlüyor musun?”

“İstanbul bütün özlemlerin atasıdır.”

Sessizlik… 
.
.
.

Bulunduğun odada sanırım radyo vardı. Arka planda, gerilerden  bir yerden radyoda çalan türkünün nağmeleri duyuluyordu. Kulak verip dinledim. “Âh gine bugün yaralandım/İndim etrafı dolandım/Dertli canımdan usandım/Yıldız yıldız yıldız...”

Tuhaf bir çelişkiye mi yakalanmıştık bilmiyorum ama radyodaki inleyen nağmeler gibi hep aynı nağmelere takılmak bazen insana hiçbir şey katmıyor, aksine, gezindiği haz bahçesinin efkârı silip süpürüyordu insanın yüreğinde biriktirdiği sevinçlerini. İnsanoğlu acılara bir kere alışmaya görsündü. Yaraları kabuk bağladıkça acılara şerbetleniyor, duygusuzlaşıyor, dünyayı umursamıyordu.

“Benim dışarı çıkmam gerekiyor” diyerek sessizliği bozdun. Evet, daha fazla uzatmanın anlamı yoktu. Gündelik hayatın ağır ve sıkıcı havasını solumaya dönme zamanıydı. Konuşacak bir şey kalmamıştı. “İyilikle…” dedim. Telefonları aynı ânda “çaatttt” diye kapattık.

Rüyamda: “Bana yardım et” derken boynuma sarıldığını söylemedim. Küçük bir delilik yapıp en azından bu kadarını bari söyleyebilirdim. Söyleyemedim. Sarılırken üşümüş bir kuş gibi titrediğini de. Sahi, kaç yıl olmuştu sen bana böyle sarılmayalı. Ya kokun. Benzeri olmayan, etkileyici kokun. İnsanı bir girdabın içine alır gibi kendine çeken, sarmaşık gibi sarıp sarmaladıkça yörüngesinden dışarı bırakmayan, tutkuları baştan çıkaran o sofistike kokun.

Yanlış anımsamıyorsam “Tekin Acar” kullanıyordun değil mi? Leylak, yasemin, menekşe. Baharat karışımlı olanlardan hani. Kokunu içime çekmeyi bile unutmuştum. Ellerimi saçlarına götürdüm. Yumuşak dokunuşlarla sırtını sıvazlayıp “Korkma! Yağan karın zevkini çıkar. Sonra bakarız bir çaresine” dedim.

“Kokunu doyasıya içime çektim. Usul usul öpüştük. Öpüştükçe ateş, hava, su ve topraktık. Durmadık. Zamandan, mekândan hızla soyunduk. Zamanın buzlarını boynundan başlayarak erittik. Zaman eridikçe, biz, tomurcuğun çiçeğe dönüştüğü ân gibi ışıl ışıl parlıyorduk” diyemedim.

“N’olur bana yardım et” cümlesinin ardından koparıp atmıştım gerçeğin iplerini.

Koparıp attım. Bir kervankıranla iyileşmeyi umarak ruhumu aldatmayı, kendime yakıştıramadım.

fatih yavuz çiçek

21 Aralık 2015 Pazartesi

Aşktan kim ölmüş ki? Yalandan kim?


"Şöyle bir öykü tasarlıyorum kafamda: İki sevgili, ama sevgili, birlikte ölmeye karar veriyorlar.  Ortada belli bir neden yok. Ama, büyük bir olasılıkla, böylesi bir sevginin ölümle sonlanması gerektiğini, çünkü doruk noktasına ancak ölümde ulaşabileceğini anladıkları için varıyorlar bu karara. Ayrıntılar tasarlanıyor, yer ve zaman belirleniyor. O günü ikisi de iple çekiyorlar. Sabırsızlıkla bir bir koparıyorlar takvimin yapraklarını. Beklenen gün sonunda geliyor. Ne var ki sevgililerden yalnızca biri geliyor buluşma yerine. Ötekisi ise yüreksiz çıkıyor, dönüyor sözünden, gelmiyor. Ertesi gün, bir gazetenin iç sayfalarından birindeki o kısacık haberi okuyunca, sözünü yerine getirmek için artık çok geç kalmış olduğunu, dönekliğinin bedelini artık hiçbir zaman  ve hiçbir biçimde  ödeyemeyeceğini anlıyor. Yaşamıyla bile.

Bunların hepsini ben uyduruyorum tabii. Gerçekte böyle bir şey yok. Şimdiye dek aşktan kim ölmüş ki? Yalandan kim?

Ali Teoman, syf.36

20 Aralık 2015 Pazar

Üç Boyutlu Kehanetler



“bende hicrân yarasından da derin bir yara var”
                                                     Necdet Atılgan
                                        
yakında kalp ağrılarım bitebilir
cevizlerin hasat vakti bir ‘güzelcin’ aniden çıkıp geldiğinde
yara pürneş’e, sonbahar alıngan
ihtimâldir
aşk hâli nostaljik bir şarkıyla tarihe not düşebilir:
“sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadar”*

yakında kimse kimseye adres sormayabilir
terk edilmiş stepler, vadesi dolmuş kredi kartları
gökdelenler dikilmiş redd-i miras bozkıra ki
kaybolmak sandığın gibi değil fakat şimdilik geçelim bunları
caddelerde çürümüş yalnızlık tortusu
insan kendine çıkmaz sokaktır diye sesleniyorsa birisi
dünya hâli gönül tellerinde her şeyi özetleyebilir:
“iki kapılı bir han’da gidiyorum gündüz gece”**

yakında kediler gibi sevdiğim kuşlar dağlara göçebilir
iç ağrılarım diz boyu sevmek zamanı
hangi uzun dalgada söylenirse bu düşkırım
iyimser ol, ânı yaşa
keyif almayı öğrenmelisin kanatlarından

gökyüzünde taş plaklar gibi dönelim
göreceksin, kalbimize iyi gelecektir
hicâz nağmelerin tılsımında eskimeden yaşamak

Fatih Yavuz Çiçek
Ayna İnsan, 2015 Sayı: 16

* Suat Sayın
** Âşık Veysel Şatıroğlu 

12 Aralık 2015 Cumartesi

Ten konuşmaları



ten öle yazar
sessiz bir hevestir ilk kurşun

II.

iniltiye ramak var
bu yaldızlı bir öfke, bir vurgun

sevişmek ölüme taziye sunar

III.

şafak kan kokar
ceket, kapı sesi hep sonrası kuzgun

her kadın bir suçun hatırına susar

Halil İbrahim Polat
ocak 2009 (üsküdar)
Onaltıkırbeş, Mart 2009, Sayı: 27

7 Aralık 2015 Pazartesi

Çapak



bana dilini öğret ve sözcükler fısılda
insanın insana yüklediği acıyı anlat
göze inen perdeyi anlamak için
şiire başla 

bir harfin etrafında dön ve
dön

baktığın ağaç kurumayı öğrensin senden
suya gir ve ağla
dibe yaklaştıkça aşk yakınlaşır
gizli bir uçurum vardır
harflerle harfler arasında
o uçurumu bul ve atla

sesim bir suç gibi kalsın kulaklarında
yine bilmediğin bir dile akıyorum
gün uzar, uzar ve kopar nasılsa

uzayan saçlarına siner dalgınlık
söze iner dalgınlık
yakaya takılan gül solar
insana yakılan ağıt
insanı unutur bir zaman sonra

bana dilini öğret ve sözcükler fısılda

Sinan Oruçoğlu

3 Aralık 2015 Perşembe

Küldöküm



'Ne çok acı var,' kahperengiyle sırlanmış ne çok insan.

Otağımızı acıların kalbine kurmuşuz. Çünkü acıyı seven, acıyı ekmeğine katık etmeyi alışkanlık edinmiş bir coğrafyada yaşıyoruz. Ve İbn-i Haldun'un belirttiği gibi evet, 'coğrafya kaderdir' kader olmasına da, ya hayat? Hayat skolastik felsefe mi? Sur’a üfleninceye kadar çalınıp söylenmesine izin verilmiş kederli bir şarkının kâinata eklenmiş tercümesi mi? 

Nedir hayat, kim, hangisi?

Yanıtım hazır. Hayat delildir. Yaşamak ‘sonsuzluk ve bir gün’ ise, her delil, kendini mürver çiçeği gibi hazırlamak isteyecektir, 
                                               önünde diz çökeceği 
                                               o 'sonsuz ve bir gün'lük kefaret gününe.

Benim delilim içinde yaşadığım arpalık kuyusu. 

Evet, ben bir kuyuda yaşıyorum. Sabahları gönülsüzce içine girip kaybolduğum, akşamları dipten kurtuluşu haber veren sirenler çalmaya başladığında ruhumun sınırlarında vahşi atların özgürce koşmaya hazırlandığını duyumsadığım bir kuyuda. 

Hayat, o kuyuya düştüğüm günden beridir iki gözümde bir şark çıbanı gibi büyüdükçe büyüyor. Dokularımı, gözelerimi dolduran acının yangısı kimbilir belki de tâ ervah-ı ezelden kalmadır.

Sıkıntılarım bu yüzden. Mutsuzluğum, yüzümü, adımı, kimliğimi sıklıkla unutmam bu yüzden. Ketumluğum, korkularım, her ân, her saniye tetikte ve tedirgin yaşamam da bu yüzden. 

Oysa var olduğum sürece bana, sana, doğaya, bize, insanlığa ait her şeyin tıpkı çocukluğum gibi güzel kalmasını istiyorum. Eskiden, çok çok eskiden, korku nedir, mutsuzluk nedir bilmezdim. Üstümde efsunlu gömlek, Dede Korkut Masalları dinlerdim karınca diliyle konuşan eşref-i mahlukâttan. O dili konuşanlarda her sözün bir derinliği vardı. Kötülükle değil iyilikle ölçülürdü insanlar ve insanın gönül dergâhında ateşe ramak kala gül deniziyle karşılanırdı öfkeler.

Olabilirin, mümkün olabilirin ötesinde iyilikle ölçülen düşler kurdum yıllar boyu. İyiliğe âşık oldum. İçi iyilikle, güzellikle dolu, gerçeküstü resimleri çağrıştıran kadınları sınır tanımadan sevdim. Onların çok boyutlu görüntüsü düş falı açmasını öğretti, ayın karanlık yüzünü, güneşin unuttuğum renklerini yansıttılar belleğime. Unutulanları hatırlama faslına açılan kapıdır bellek. Elinden tuttuğunu alıp götürmüştür kendi cennet bahçesi ya da cenennemin gayya çukuruna.

Ey unuttuğum hakikâtın öznesi aşk! Sana cehennemin yeryüzüne inşa edilmiş simülarkından sesleniyorum. Kabul. En acı tecrübeydi hakikâtı unutmak.

Evet hayat delil, tanığım yorulan sözüm, yaşamak ‘sonsuzluk ve bir gün,’ hakiki aşk mümkünün değil imkânsızın arzulanmasıdır.

Sebebi odur ki her aşk, gelecekte tek başına, dağılmış, parçalanmış bir yaşamı müjdelemiştir. Acıdır aslolan ve hep duvara karşı yürümektir aslında, 'umutla korku arasında' kalmayı paralize ederek, onları alyuvarından zehirleyen.

Bu satırlar karmaşık bir veda metni gibi oldu sanki ama değil. Yaptığım, olsa olsa kül dökümü kıyısından hayatın sarp uçurumlarına çalakelâm savrulmuş bir vâveylâdır.

Hem vedaları sevmem. Hele veda mektuplarını hiç. Veda mektubu yazmak tasarlayarak işlenmiş cinayete benzer. Çünkü yazılmış, okunmuş her veda mektubu, sahipsiz ceset gibi ortada bırakıp gitmiştir hayatın kadavrasını.

Şimdi durup dururken bunları niye, kime yazdım. Bilmem. Can şehrimden, gönül tahtımdan kuzeyli rüzgârlar esti geçti öylesine.

Âşık Sümmâni’yi duydunuz mu? Sümmâni, “ervah-ı ezelde” diye başlayan şiirinin bir yerinde şöyle seslenir:

"Herkes dosta yazmış arz-ı hâlini
Benimkini ürüzgâra yazmışlar."

fy 


1 Aralık 2015 Salı

marla’ya denilmek üzere



tarihi geçmiş bir altyazı dudaklarında sürekli başa saran
vazgeçiyor ve canımı yüzünün süzüldüğü cama bağışlıyorum
nihayetinde susuyorum nihavent bir aksanla 

kastta hata var tanrım, bu gürültü ondan bu gürültü bir itiraz
bu itiraz intihar kökenli bir hayatın dilemması

bir yolun kaç ayrımı var
ki biz hangi ayrımın dönencesinde kim oluyoruz

uzayıp giden şüpheler listesinde törpüleniyor inancım
evet “bazen karıştırıyorum” ben de
karıştırıyorum kimsesizliğimin cisimleştiği anlarda

bağışla çok uluslu yüzüm
baştan sona unutulabilir çünkü tarih ayıplanmış

- aslında aslı yok aslımın!

seyit pelitli
Ayna İnsan 2013, Sayı:5