Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Mart 2016 Çarşamba

Aşkın Ve Suların Öğleni


öğlen güneşi soyuyor her şeyi...
ışıyarak üşüyor dal


yalnızlık
yol üstü çiçeği
o hep bir şiiri ağırlayan


benim için bir dalgınlık tut
yüzümü eriterek geldiğim günler için
boynundan konuşuruz
ayaklarımızda toplanan güvercin gülüşlerinden
uysal ve aceleci...


varsay ki bir kapı kalmıştır bir kentten
nasılsa bulunur içini kımıldatan bir gülüşün şarkısı
sokakları büyüten omuzlar için...


giderek konuşurum suların inceldiği yerden
alnına bir güneş taşmış ya hani oradan
ve uzak bakmaların eğiyor ya öğlenin açısını


şimdi aşk
sularını saydığım havuz
taşların kırılan yerleri...


dilimde haşhaşa durmuş zaman

Doğan Ergül
Aşkın Ve Suların Öğleni, Babil Yayınları, Syf. 73, 74

28 Mart 2016 Pazartesi

Sarı Kızıl Siyah



zaten yaşayamaz ki
kan kaybeden herhangi bir şey

aşk kalır diğer tarafa
döke saçadır sözler öpmeler falan
ne kadar varsa bitirilir
suçüstü yapar güz
usulca unutulur tanıdık bildik

acı mıdır terk edilen yoksa
ben bunu kimseye anlatamam

kapanan bir çarşıda şimdi
ilk sayfası kopartılmış ve pahalı
elde kalmış bir elyazmasıyım
ya da
çok hüzünlü yaşanan bir gün gibi
hatırlandıkça hatırlanan

zaten yaşanamaz ki bir daha
herkesin kendi ölümüdür her ölüm

ah ki
ben bunu kimseye anlatamam

Emin Akdamar

27 Mart 2016 Pazar

Yakınlık


"Birlikte yürüyorduk, düşüncelere dalmış halde. Nerede olduğumuzu, hatta tarihi unutmuştum. Sonra yaklaştın, saçımı okşadın ve elimi tuttun. Elimi tuttuğunu ve benimle usulca konuştuğunu biliyorum. Birden her şeyin  olması gerektiği gibi olduğu, bu mutluluk ve tatmin duygusundan fazlasının yaşanamayacağı hissine kapıldım. Olan ve olabilecek her şey buydu. Her şeyin en iyisi toplanıp bu anı oluşturmuştu. Aşktan başka bir şey olmazdı bu."

Hanif Kureishi/ Yakınlık, syf. 106

26 Mart 2016 Cumartesi

Son Söz



"Yan yana koyduğun şeyler çok gülünç," dedi Mamoon. "Bir yanda yavan burjuva varoluşu var, diğer yanda da sonsuz haz diyebileceğimiz bir fantezi, sanki bu ikisi yegâne seçeneklermiş gibi."

"Evet," dedi Harry. "Siz şimdi böyle ifade edince son derece aptalca görünüyor."

Patavatsızlık ettiysem kusura bakma. Ama olayı anlatış şeklin yanıltıcı. Yani çerçeveyi yanlış yere koyuyorsun. O kayda değer zekânı bu konuya yormamışsın ve ben de bunun nedenini öğrenmek istiyorum. Neredeyse köktenci bir ayrım yapıyorsun." Kafasını kaldırıp tavana baktı ve devam etti: "Roman kirlenmek demektir. Roman sorunları görür. Joseph Conrad'ın söylediği bir söze kulak versen iyi olur; Conrad'ın çok umursadığım bir yazar olduğunu söylemiyorum, artık bana çok az şey keyif veriyor, biliyorsun bir ayağım çukurda."

"Ne demişti Conrad?"

"Yeni değerlerin keşfi kaotik bir deneyimdir. Anlık bir karanlık hissi bu. Ruhumun bu kaosta gevşek gevşek süzülmesine izin veriyorum."

"Gevşek gevşek süzülmek," diye tekrar etti Harry. "İhtiyacım olan şey bu."

"Yerinde olsam dikkatimi değerler kısmına verirdim."

Harry, Mamoon'un ona biraz şaşkınlık içinde baktığını fark etti. "Benim zayıf bir genç olduğumu mu düşünüyorsun?" dedi. "Ya da hak ettiğinden daha fazla haz yaşayan biri olduğumu mu?"

"Haz mı" diyerek güldü Mamoon. "İnsanların çoğu hazlarını nasıl azami düzeye çıkaracağını bilmez  Harry, acılarını cinselleştirirler. Eminim insanların çoğunun sevgisiz yaşadığını, hayatlarını kendilerini heyecanlandırmayan insanları arayarak harcadıklarını fark etmişsindir."

"Neden?" 

"Bir düşün."

"Bu size dair bir tasvir de olabilir mi efendim?"

Mamoon oturduğu yerde öne doğru eğildi ve "Görüş belirtmekten nefret ederim," dedi. "Ama sen beni zorlamakta kararlısın. Asla açık olmak istemem. Hiçbir şey açıklık kadar kafa karıştırıcı değildir. En iyi hikâyeler açık uçlu olan, insanın pek anlamadığı hikâyelerdir. Ama benim bu konulara dair fikrim basit:  Bahsettiğin aşklar çok indirgenmiş karşılaşmalardır tabii ki. Birer ilişki değildirler, hayır.  Böyle tanımlanamazlar. Bunlar birer bağımlılık ya da anti ilişkidir. Belki sadece nefret ettiğin insanlarla birlikte olmayı seviyorsundur?"

"Nasıl olabilir ki efendim?"

İlerlemeyen ilişkiler sadistçe bir hal alır. Her iki tarafı da geliştirecek bir alışveriş olmalıdır; bir nevi dönüşüm ya da yeni bir şey olmalıdır, aksi takdirde şiddet başgösterir. Patlayıp bu durumdan kurtulmak isteyenlerin şiddeti."

"Bundan emin misiniz, efendim?"

Mamoon omuzlarını silkti. "Karşılıklı dönüşüm, bütün iyi şeyler gibi, nadir ratlanan bir şeydir.  Bence insan sadık olmak isteyeceği birini bulana dek gönlünce yaşamalıdır. Ne de olsa senin söylediğin gibi, insan kendi kendini ememez."

Hanif Kureishi/ Son Söz, syf. 90, 91,92

24 Mart 2016 Perşembe

Kızıl, On Numaradır/Öykü


“Saçlarımı boyatacağım” dediğinde: “Kızıl on numaradır, dene istersen, sana yakışacaktır” demiştim. Hafta sonuydu. “Ben hazırım, hadi Aygül’e gidelim” deyince evden çıktık. Otuz yıllık eşimle gencecik sevgililer gibi elele tutuşarak yürüdük.  Ne de olsa “eski zaman âşığı”yız. Diyorum ki: “Aşkın özü, âşığın kalbindeki güzelliktedir. İstiridyenin içine aldığı kum tanesini sedefle kaplayarak inciye dönüştürmesi nasıl bir mucizeyse, sevgilinin gönül tahtında paha biçilmez bir mücevhere dönüştürülen güzellik de tıpkı odur.”

Tabelasında “Magic Hair” yazan bayan kuaförüne gelince,  kuaförün girişinde asılı duran boncuklu kapı askılığını aralayıp: “Merhaba, müsait misiniz?” dedik. Aygül okuduğu kitaptan başını kaldırdı ve her zaman yaptığı gibi neş’eli bir tavırla değil de yüzünde kış güneşini andıran soluk bir gülümsemeyle: “Hoş geldiniz. Elbette, müsaitiz” dedi.

Ayaküstü hatırını sordum. Kaçamak yanıtlar verince: “Ben içerde durmayayım” dedim. “Siz işinize bakın.” Çıkıyordum, gözüm masanın üzerine bıraktığı kitaba takıldı. Duraladım. Ne okuduğunu kapağından bildim. “Ölmeye Yatmak.” Ben önermiştim. Sözümü dinlemiş. Sevindim. “Bitirince diğer kitaplarını da okumak isteyeceksin” diyecektim ki lafı ağzımdan aldı. “Önerin için teşekkür ederim amca. Okumaya başlayınca elimden bırakamadım. Bitirmek üzereyim. Yazarın öbür kitaplarını da merak ediyorum” dedi. “Kitabı bitirince Reşat’la gönderirsin. Ben de sana yenisini yollarım” diyecek oldum. Gözlerini kaçırdı. “Olur, bakarız amca” dedi. Keyifsizdi. Üstelemedim. Eşime: “İşin bitince ararsın. Akşam yemeğini dışarıda yeriz” diyerek kuaförden ayrıldım.

Kuaförün sahibi Reşat çocukluğumun geçtiği mahallede kapı komşumuzun en küçük oğluydu. Kuaförü yıllardır eşiyle birlikte işletiyordu işletmesine de, nasıl işletiyordu? Yatıp kalkıp eşine dua etsin derler hani. Öyleydi. Kuaförün her işini, girdisini çıktısını bile kadıncağız takip ediyor, dükkânı handiyse tek başına çekip çeviriyordu. Aygül on parmağında on marifetli denecek kadar becerikli olmasa kuaför çoktan kapanmıştı belki de. Reşat ise av meraklısıydı. Evlendikten sonra kuaförün çalışma düzenini Aygül’e bırakmış, haftanın üç günü ekmek teknesine uğruyorsa, geri kalanında elinde av tüfeği, sık sık dağlara vuruyordu kendini. “Ortalıkta görünmediğine bakılırsa gene ava gitmiş olmalı. Bu çocuk akıllanmayacak” dedim içimden.

Yürüdüm. Ayaklarım sanki yol bilgisayarlı araçlar gibi beni mezun olduğum lisenin önündeki parka götürdü. Sırtımı güneşe verip banklardan birine oturdum. Sonbahar bitmek üzereydi. Pastırma yazı son demlerini sürüyordu. Başımı kaldırıp okulun görünümü hiç değişmeden duran dış cephesine, taş duvarlarına baktım.  “Nerdeyse kırk yıl olmuş. Zamanı biz mi yaşadık. Yoksa zaman mı bizi yaşadı anlayamadım” diye söylendim.  

Bizler zamanın aktığını, zamanın eskidiğini düşünürüz de zamanın sabit olabileceğini, gerçekte zamanın içinde eskiyenin kendi yaşamımız olduğunu nedense hiç düşünmeyiz. Bana yaşamaktan sorsalar, yaşamak kimi zaman çok yıllık meyveler gibi olgunlaştıkça tatlanıyor derim. Oysa tecrübeyle sabit ki evrende sonu olan her şey acı. Ayrılıklar acı. Gurbette yaşamak acı. Kendine odaklı insanların arasında, ölü zamanlar diliminde kaybolmak acı. Victor Hugo’nun “Kırk yaş gençliğin ihtiyarlığı, elli yaş yaşlılığın gençliğidir” özdeyişini anımsıyorum da yaşlılık döneminin finaliyse güz günlerinin tükenişi gibi hüzünlü ve bir o kadar da görkemli. 

Farkındayım. Ömrümün yaz’ı bitti. Eskilerin tabiriyle gençlik bir kuş misali tenden uçup gitti. Ufak tefek hastalıklar, merdiven inip çıkarken kesilen nefesler, uzun mesafeli yürüyüşlerde gözlemlenen yorgunluk nöbetleri gövdemde çok yakın bir zamanda esmeye başlayacak sert rüzgârların yakınlaştığının işaretini vermekte. Kuzey havasıdır bu. Yaklaşan fırtına, ihtiyarlığın yelkenlerini her geçen gün biraz daha kusursuzca şişiren ölümün cömert poyrazının habercisidir âdeta. 

Daha geçenlerde yolda karşılaştığım eski bi’arkadaşım: “Maşallah hiç değişmemişsin” demişti. Başka ne diyecekti. “Seni bi’ayağı çukurda gördüm oğlum, yediğine içtiğine dikkat et, dikkat” diyerek moralimi bozacak hâli yoktu ya. Doğrusu, arkadaşımın sözleri gönlümü okşamıştı okşamasına da realist düşünmek gerekirse insanoğlu yıldız kayması gibiydi. Zamanın içinde kaydıkça ışıltısının rengi değişiyordu. Biz de değişmiştik. Ten mülkümüzde her şey mucizevî bir kabuk değişim sürecinden geçmiş, gergin derimiz pörsüyerek eskimeye yüz tutmuştu. Kim bilir, etrafımızı giderek daha sıkı sıkıya saran sessizliğin örtüsüydü belki de bizi böyle eskiten. Eskimek! Sahi nedir eskimek? “Köşeye çekilmek, kendisinden yeni bir şey beklenemeyecek hâle” gelmek midir? 

Eskiyen bir bünyede yaşamın özü değişmez, bunu kendimden biliyorum ama bizi ayakta tutan gövdemizin özü yavaş yavaş geri çekilmeye başladıkça, kökümüzü besleyen yeraltı nehirleri en sonunda kurumanın eşiğine gelip dayanacak galiba. Bu gerçeği göz ardı etmiyorum.  Bir kere o nehrin kuruma süreciyle yüzleşildiği andan itibaren yıpranmamak, eskimemek adına ne yaparsak yapalım fayda da etmeyecektir. O eşikte artık bir ağaç gibidir ruhumuz. Yaprakları bir yandan ana gövdeye tutunmaya çabalayan, diğer yandan belli belirsiz sararmanın kaçınılmaz eşiğinde rüzgârla tangoya hazırlanan yaşlı bir ağaç. 

Gözümü kapattım. Eşikte önce safran sarısına boyanmış hayat ağacımı gördüm. Sonra üstüne kiremit tozu serpilmiş gibi tüm yapraklarımın kızıllaştığını, rüzgârın başlattığı tangoyla savruluşumu ve döküldüğü yerde ağır ağır çürüyen yapraklarımın adına yeryüzü denilmiş sahneden çekildiğini gördüm.

Sonra kışı gördüm. Ömrümün mülkünde kar vardı. Soğuktu. Çıplak bir ağaç gibi korumasız, tek başımaydım yeryüzünde.

Telefonum çalıyordu. Gözlerimi araladım. Arayan eşimdi. Telefonu açtım. “Kuaförde işim bitti” diyordu. Orada beklemesini tembih ettim. Bir saat kadar önce yürüdüğüm yoldan aynı güzergâhı takip ederek kuaförün önüne geldim. Kapıda eşimle vedalaşan Aygül’e, Reşat’ı sordum. Mahcup, çekingen: “Ne sen sor, ne ben söyleyim amca. Hâlimizi yengem anlatır” dedi.

Cüzdanımı çıkarıp avucuna iki yüz lira sıkıştırdım. Meraklanmıştım. Reşat’a bir şey mi olmuştu? Köşeyi dönünce: “Hayrola” dedim eşime. “Aygül çok keyifsizdi. Dertleri neymiş?”

“Boşanmışlar” dedi eşim. “Araları bozukmuş. Kuaför Aygül’ün üstüneydi. Reşat buranın mülkiyetini satacağım, boşalt diye ikide bir tehdit ediyormuş. Üzülüyor kızcağız.” Sustum. “Durup dururken hangi sebeple boşanmışlar” diye sormadım. Merak karanlık bir deliktir. Soruları çoğaltır. Ayrılmışlar işte. Sormak, ayrılığın içyüzünü kurcalamak neyi değiştirir. Sadece sonsuz aşkta her şey koşulsuz vermek içindir. Gerisi boş. İnsan ilişkileri, dostluklar, sevdalar hepsi yapay, hepsi yüzeyselleşiyor muydu ne? İnsan, şu omurgası kırılmış yüzyılda derinliğini yitirdikçe ruhunun çoraklaştığının ne zaman farkına varacaktı? Eşimin yüzüne baktım. “Hayrola” deme sırası ondaydı.

“Hayrola, beğenmedin mi?” sorusuna karşılık: “Az evvel” dedim. “Az evvel, seni beklerken oturduğum parkta kendimi yaprakları kızıllaşmış bir ağaç gibi hissettim.” Güldü. Saçlarını okşadım. Okşamak, sevecen bir ilaçtır. Ruhtaki tesiri ışık hızındadır. “Kızıl, on numara olmuş. Kızıl, kadınlara daha çok yakışıyor” dedim.

Koluma girdi. Gelinlikçilerin, çiçekçilerin, kuaför salonlarının bulunduğu alanı geçerek sokağı ana caddeye bağlayan dörtyol ağzındaki yokuştan aşağıya indik. Caddenin girişinde duraksadı. “Çantam” dedi. “Çantamı kuaförde unuttum.” Geri döndük. Yokuşu tırmanırken dörtyol ağzındaki sapakta Reşat’ın elinde tüfekle kuaförlerin bulunduğu sokağa yürüdüğünü gördük.

Eşimle birbirimize baktık. Bu endişeli bakışları iyi tanırım. Ne düşündüğünü bir çırpıda anlamıştım. Aynı anda ikimiz birden: “Eyvah!” dedik. Yokuş yukarı, Reşat’a doğru paldır küldür koşmaya başladık.

fy
Mavi Yeşil, Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, Yıl: 2016 Sayı: 98

Mesela


kuşların su içme vakti:
sözcükler
yağmur yazıyor

her yanlışlık paylaşılır:
tren
ayrılıklar
arasında gider döner:
herkes birer
kaçak yolcudur kendine

sessizlik bir şelalede yıkanır
ses bir uçuruma düşer
s geçer hayat bizi

eskiden yazılmış
bir mektubu kopyalayıp akla
ve o akılla
bir mektup yazmak gibi yeniden
söz
kendine bir bilet alır
ve bütün kapılardan geçer durmadan

bir gözyaşıdır sürekli başkalaşan
.
.
her ayrılık mağlup

Emin Akdamar/Rehgüzar