Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

22 Haziran 2016 Çarşamba

İMKANSIZ HEVES

 
                                             
                                                         CESARE  PAVESE  (1908-1950) Şiiri
 
okyanus  iklimini  anlatın  bana, güneyden  koşan  kutup
bulutlarını  ve   kadınlarını  o  uzak  ülkelerin. yeryüzüne
tırmandıkça  renk  bulan  ormanları  fısıldayın, aşkı  bir  yara
gibi  taşıyan  erkekleri  ve  denizi  bekleyen  türküleri  söyleyin.
yıllar  sonra  bir  sabah,  gurbetten  dönen  kayıpların  anılarını 
haykırın  bana. yeni  bir  uçurum  yaratın  yokluğunuzla  ve  usulca 
itin  beni  karanlığa. kanatlanmıyor  düşlerin  hantal  kafesi,
kaç  kez  sırtlanır  bir  hayat? bilinmiyor. zeytin  ağaçlarının gölgesine
uzanmak  Akdeniz’e  karşı,  uyumak,  uyumak  ve  kalyon  hışırtılarıyla  
doğrulmak  yeni  bir  zamana, unutmak  kadar  çıplak  bir  hazla.
 
nefes  almanın  yorgunluğu; kalemin  ucunda  çıldıran, duvarlara  çarpan
gece  kelebekleri…imkansız  bir  heves  acıyı  mırıldanmak  ve  şiiri…şiiri!
 
MURATHAN  ÇARBOĞA
2007

12 Haziran 2016 Pazar

HIRKA KÜS


1
Buradayım: yüzüme kırbaçlanan dünyanın
bana büküldüğü yerde, kinimi büyüten
ısrarın yüzü yok, cevaplar perde. örtmüyor
dilimi karşılık bulduğum sorular. sesimi
düşürüyor hıncım. zahid kırgın, sultan kimin
kalbinde. bir aynaya dökülüyorum, tutmuyor
sır’ım.. ne yapsam herkes yanlış kederde.


2
buradayım: cevabın soruyu incittiği yerde.
geceye mürekkep bir aynaya sürçüyor
ismim, kibirsiz taylar dolaşıyor kanımda.
eğir söze susar oldum nasılsa, nasılsa kanserli
dilim. fikrim fiilini çekiyor, ne inkâr ne
küfür, vakti geçmiş sefilim.. inandım ki ben
her kandile gizli yanmış fitilim.

3
buradayım: sabrımın o teb’ayla sınandığı,
ricalin kem sözünü bıraktığı yerde.
katediyorum baştan başa yeniden geçtiğim
yerleri. kahredici bir dille tutunuyor bana
sûr’um. susuyorum, kavmimin incinen gözüyle
bakıyorum burçlardan çöle. kaab uzak, hırka
küs.. hüseyin ki artık kalbimizde süs!

Metin Kaygalak

10 Haziran 2016 Cuma

Öptüm Acıyan Yerlerinden


rotamızı yitirmeden yaşadık hep
soyunarak konuştuk
buluştuğumuzda
çıplak

aşkın kendisidir mezuniyet belgesi
dişilik ve erillikte değilmiş hüner
marifet adam gibi büyütmek yaşamı
adam gibi sevmek

giyindik böyle
kırdık kalemi
evrildik ve sustuk
üstümüzde kaldı evren

sen ağrılı
ben ağrılı
ölümsüzlüğü öğreniyoruz şimdi

geldim uyuyordun
öptüm acıyan yerlerinden

Naime Erlaçin

Ayna İnsan 2016, Sayı:18

8 Haziran 2016 Çarşamba

Teşhisde Hata Yoktur


"Erkekler tabii," dedi Doktor gülümseyerek. "Kadınların yüzde doksan dokuzunun derdi, erkeklerdir. Mavisakallı olsun ya da olmasın erkekler."

"Ne tür erkekler?"

"Erkeklerin birçok türü mü vardır sanıyorsunuz?" dedi gülerek. "Adı üstünde erkek. Bir tutam sakalın çok şey değiştireceğini düşünmeyin. Kadınlar babalarından başlayarak hayat içinde hep erkekler üzerinden yol alırlar. Ağabeyleri, kardeşleri, sevgilileri, kocaları, oğulları. Hayatın kendisi onlar için erkektir. Erkeklerin bütün hayatı kadınlar değildir oysa. Kendi başarıları, hedefleri, kariyerleri, merakları, alışkanlıklarıdır onların hayatlarının temel malzemesi. Kadınlar ise bütün bir hayatı erkek üzerinden tarif ederler. Böyle olunca da günün birinde buraya gelip şu koltuklarından birine oturmaları kaçınılmaz oluyor."

Murathan Mungan, Syf.153-154

3 Haziran 2016 Cuma

İMGEBİLİM REFERANSLARI IŞIĞINDA ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARI VE BATI SİNEMASI

Lumière kardeşlerin gösterimini izlemek amacıyla, 28 Aralık 1895 tarihinde Paris’te bir bodrum katında toplanan otuz kişi, bir yandan sinemanın doğuşuna tanıklık ederken diğer yandan da bu yeni sanat dalının etkisini hisseden ilk insanlardır. İlk sinema gösteriminde istasyona yaklaşan trenin görüntüsünden korkarak, koşuşan bu insanların tepkisi sinemanın gelecekteki gücünün de bir göstergesi olacaktır. İlk izleyicilerini korkutarak kaçıran sinema, bugün milyarlarca insanı kendine çeken veya Jean Claude Carriere’in ifade ettiği gibi “izleyiciyi yöneten ve yönlendiren; izleyiciyle neredeyse oynayan: Aynı zamanda da inandırıp, ikna eden, kandıran”[1] bir sanat haline dönüşmüştür.

Sinema bu işlevsel gelişimini, gelişen sinema teknolojilerine, görsel ve işitsel efektlere borçludur. Sinemanın her geçen gün etki alanını genişletmesinin farkında olan kimi çevreler sinemayı kendi ideolojilerini yaymak için kullanmışlardır. II. Dünya savaşı yıllarında Hitlerin kurduğu Propaganda Bakanlığının kullandığı en etkili araç haline gelen sinema bu yapısı ile bu dönemden itibaren egemen bir ideolojinin kontrolü altına girmiştir. Sinemanın sanatsal bir yaratının dışında siyasi eğilimler ile şekillenmesi karşısında tepkilerini Üçüncü Sinemaya Doğru başlıklı bir manifesto ile dile getiren Arjantinli yönetmenler Octavio Getino ve Fernando Solans’e göre “kamera bir silah, film bir fitil ve projektör ise saniyede yirmi dört atış yapan bir tabancadır.”[2]

Sinemanın gelişimi ve üretiminde “egemen ideolojilere ait kurum ve kuruluşlara”[3] dikkat çeken Oğuz Adanır, sanatın temel işlevini toplumsal zihniyetin gelişimine katkı olarak tanımlarken bir yandan da bu anlayışın dışında gelişen ve “egemen ideoloji yanlısı, tutucu (…) var olan egemen ideolojiye ait dünya görüşü, zihniyet ve yargı değerlerini değişmemesi için gelişme yanlısı sanat gibi estetik değerlerden yararlanmakta ve sunduğu düşünceyi dönüştürerek, kendine göre güzelleştirip, biçimlendirerek izleyiciye empoze etmekte”[4] olan sanat türünün de varlığına dikkat çeker. 

Bu boyutuyla “sinema, günümüzde (…) politik mücadelelerin yürütülmesi açısından özel önem taşıyan bir kültür temsil arenası oluşturur.”[5] Bu temsil sistemi bazen kendinden olmayanı, kendine benzemeyeni, düşman olarak gösterme aşamasına kadar varabilir. Bunu yaparken de izleyicinin kendi dünyasında kutsadığı görüntülere eşdeğer görüntüler üretir. İzleyicinin kutsadığı görüntüler ise bireyin inançları, değer yargıları, ideolojileri ile doğru orantılıdır.

Sanat ve ideoloji, sanat ve propaganda arasındaki ilişkiyi ele alacağımız bu çalışmada, kalıp yargıların değerler dizgesini oluşturmadaki yerini tartışmaya açarak, sanat eserini algılanmasındaki etkileri üzerinde durulacaktır. Çalışmanın temeli Batı kolektif belleğinde yerleşmiş olan ve edebiyat ile daha da pekişmiş olan kötü Türk imgesi üzerinden inşa edilen soykırım iddialarının sinemadaki izini sürmektir. Bu çalışmada, sinemanın bizi ilgilendiren tarafı, filmin sinematografik ve teknik yönleri değil, filmin kurgu ve senaryosudur. Bir filmin kurgu ve senaryosu edebiyat bilimsel, halk tarafından algılanış özellikleri ise imgebilimsel özellikler taşır. 

Sinema ürünlerine kaynaklık eden edebiyat metinlerinde okurun eserden üretmiş olduğu anlam kendi deneyimleri, siyasi düşünceleri ve inançları ile şekillenmiş bir anlam değil, aksine içinde yaşadığı toplumun sınırlarını belirlediği kolektif anlamdır. Edebiyatın bu öznel algısı ve buna bağlı olarak gelişen kolektif anlamlılık siyasallaşmış sinema ürünlerinde de kendini gösterir. Bu nedenledir ki sinemanın sunduğu gerçeklik izleyici tarafından fazla sorgulanmadan benimsenir. Sinemanın izleyici üzerindeki etkisini fark eden Ermeni lobileri de sözde soykırım iddialarını dünya kamuoyuna yaymada sinemadan faydalanmaya başlarlar. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak Ermeniler, sırasıyla, drogman adı verilen çevirmenleri, Osmanlı İmparatorluğu'nu ziyarete gelen gezginleri, misyonerleri, diplomatları ve nihayet yazarları kullanarak Batı'da bir kamuoyu oluşumunu sağlamışlardır. Özellikle Türkçe bilmediği için kendisine mihmandarlık eden Ermeni çevirmen ve rehberlerin söyledikleri her şeye inanan yazar ve düşünürlerin kendi ülkelerine döndüklerinde, bu anlatıları eserlerine taşımaları sonucu Türk karşıtı eğilimlerin artmasına önayak olurlar. Bu yazarlardan en akılda kalanları: Maurice Barres, Andre Gide’dir. Sinemanın oraya çıkışı ile Ermeni çevreler, bu kez kendi ideolojilerini anlatmak için yönetmenlere ve sinemaya yönelirler. 1922 yapımı, yönetmenliğini Oscar Apfel’in yaptığı Ravished Armenia’ya, (Tecavüze Uğramış Ermenistan) en iyi film ödülünü veren National Motion Picture Committee başkanı  Oliver Harriman ödül töreninde; “yazılı metinler binlerce kişiye ulaşmasına rağmen, sinema milyonlara ulaşabiliyor” sözleri ile Ermeni iddialarının dünya gündemine taşınmasında edebiyattan sinemaya doğru  yönelme zamanın geldiğini işaret eder. Ermeni iddialarını gündeme taşımada önemli bir rol oynayan ve adından belkide en fazla söz ettiren Ararat’ın Ermeni asıllı Kanada vatandaşı yönetmeni Atom Egoyan ise, verdiği bir demeçte filmdeki amacını şöyle dile getirir: “İmgelerin nasıl yaratıldığını, bir nesilden öbürüne nasıl aktarıldığını fark etmemizi sağlayacak bir yapı inşa etmeye çalıştım.”[6] Buradan da anlaşılacağı üzere, kuşaklar ve kültürler arasındaki iletişimi kolaylaştıran bir sanat dalıdır. Bu nedenle soykırım iddialarını dünya gündemine taşıma da sinema en fazla kullanılan alanlardan biri olmuştur.

1889-2004 yılları arasında tüm dünyada Türkiye ve Türkleri konu alan film sayısı yaklaşık olarak 300 civarında olduğu ve bu filmlerin 50'sinin Ermeni sorunu konu alan filmler olduğu göz önünde alınırsa, iddiaların dünya genelinde tartışmaya açılmasında sinemanın oynadığı rolü net olarak görülmektedir. Bu filmlerin kaynaklarına göre üç ana gurupta ele alabiliriz.

1- Tarihsel Doküman Filmler
2- Edebiyat Uyarlaması Filmler
3- Özgün Senaryo Filmler, olarak üç ana gurupta inceleyebiliriz.

Birinci tür Ermeni filmleri yani Tarihsel Doküman filmler, daha çok soykırım iddialarını belirli bir kahraman ve ana temaya bağlamadan ele alan filmlerdir. Belgesel olmasından dolayı tarihsel verilere ve tanıklara dayanması beklenirken duygusal eğilim daha ön plandadır.  Bu filmlerde, bizim Ethno-psikolojik imgeler olarak adlandırdığımız “toplumun ortak geçmişinin yaratmış olduğu kolektif bellek tarafından üretilen ve toplumun büyük bir kısmı tarafından kabul edilen imgeler”[7] üzerinden iddialar kamuoyuna sunulur.  Bu filmlerdeki genel eğilim ulusal duyarlılıkları ön plana çıkararak, izleyicileri milli kimlik ve etnik kimlik etrafında toplamaktır. Özellikle şiddet sahneleri, savaş sonrası yıkılmış evler, ayrılmış aileler hasta yaşlı kadın ve çocukların görüntülerinden oluşan bu belgeseller Ermeni sinema endüstrisinin özellikle önem verdiği filmlerdir. Gerek maliyetinin düşüklüğü, gerek televizyonlarda yayınlanmasındaki kolaylığından dolayı belgesel filmlerin sayısı daha fazladır.

Bu filmlerin birçoğu izleyicilerine, var olmak ile yok olmak arsında bir tercih sunar. Soykırıma sahip çıkmamanın Ermeni kimliğinin de yok olacağı anlamına geldiğini vurgulayan filmlerde ulusal birlikteliğin ve dayanışmanın önemi gözler önüne serilir. Özellikle sempatizan toplamak için kullanılan propaganda yöntemi ile daha çok manevi değerlerin kutsallığına gönderme yapılır. “Asker toplama amacı taşıyan imgelerin çoğunda ulusun korunması ile ailenin korunması düşünceleri birleştirilmiştir. Bu bütünleştirme yoluyla ulusal ve kişisel bağlılıklardaki herhangi bir çatışma hem ulus hem de aileye yönelik sorumlulukları reddetmek olarak görülmüştür.”[8] Bu nedenle filmlerin erkek kahramanları ailesi ve onuru için savaşan, kadınları ise namus ve ülkesi için can veren fedakâr tiplerden oluşmuştur.

Bu  filmlerin en tanınmışları ise: 20. Yüzyılın İlk Soykırımı, Ağrı Dağı İşareti, Ağrı Dağı’na Dönüş, Avetik (1992), Beautiful Armenians (2005), Bir Sessizlik Duvarı, Ermenilerin Konuşulmayan Kaderi (1997), Burası Ermenistan (1998), Ermeni Soykırımı, Osmanlı İmparatorluğu Ermeni Nüfusunun Yok Edilişi 1915-1923, (1987), Gizli Holokost, Halkım Nerede?, Kaliforniya Ermenileri,Klikya... Yeniden doğuş, Nahapet (1977), The armenians: a story of survival (2001) ve Unutulmuş Soykırım.

Edebiyat uyarlaması filmler, daha çok Ermeni soykırım iddialarını ele alan dünya edebiyatından seçilmiş eserlerden ve Ermeni halk hikâyelerinden esinlenerek çekilmiş filmlerdir.  Bu filmlerin başarısı Batı kamuoyunda Türkler hakkındaki önyargılar ve kötü Türk imgesinden kaynaklanmaktadır. Avrupalıların, çocukken dinlediği masallardan, okul yıllarında aldığı eğitimden, yetişkinlikte okuduğu romanlardan aşina olduğu barbar, şehvet düşkünü, fanatik, zevk için adam öldüren Türkler, bu kez sinemada masum Ermenileri katleden insanlar olarak ortaya çıkarlar. Bu imaja zaten yabancı olmayan Batılı izleyici rahatlıkla olayın tarihsel gerçekliğini sorgulamadan inanır, ikna olur. Sinemanın ürettiği imaj da “her zaman utanma, acıma ve isyan duygularının yükselmesi için bir potansiyel taşır.”[9] Bu imajların etkisindeki izleyici, filmin kurgusundan etkilenecek ve gerçeklik anlayışını oluşturacaktır. Nesnel gerçekliğin verileri dışında gelişen bu anlayışta izleyiciye sunulan gerçek, tarihsel bir ispat olmanın ötesinde, izleyici ile duygusal bağ oluşturur. Filmlerde genellikle duygusal motifler ön plana çıkarılarak izleyici üzerinde psikolojik bir baskı oluşturmak, merhamet ve acının doğurduğu bir yakınlığı inşa etmek amaçlanır. Edebiyat ürünlerindeki okurun kendi öz benliğini esere yansıtmasına izin vermeyen bu filmlerde izleyici yönetmenin gözü ile bakar ve onun gibi düşünür. Bu türün en önemli eserleri ise şunlardır: Mayrig, The Yearning, Karot, Musa Dağı’nda Kırk Gün, Eski Roma Yolunda ve Efsane, v.b.

Üçüncü kategoride yer alan Özgün senaryo filmlerinde ise Edebiyat metinlerindeki eserlerden bir etkilenme görülür. Her iki tür filmde de özellikle geçmiş kuşaklardan günümüze kadar uzanan kalıp yargılar ile oluşturulmuş “öteki” imgesi ve bu imgeye atfedilmiş sıfatlar yoğunlukta kullanılır. Markus Foti “İnsan, gerçeği kendisine göre değil, kendi kültürü tarafından inşa edilmiş olan imajlar aracılığıyla yargılar”[10] der. Her iki tür filmde kendi kültürel görüngüleri ile oluşturulmuş “öteki düşman” imgesi yoğunlukla işlenmiştir. Özellikle Ararat filminin kendi ulusal kimliğini arayan kahramanı Rafi’nin, Kanada’da yerleşmiş bir Türk olan Ali ile konuşmasındaki bir detay gözden kaçmaz.  Hitlerin Yahudi soykırımı projesinde görev alacak insanları :“merak etmeyin bunu kimse hatırlamayacaktır bile, bakın Ermeni soykırımını kimse hatırlamıyor bile” cümlesi ile cesaretlendirdiğini iddia eden Rafi aslında Yahudi Soykırımının ardında da Türkleri gösterir. Rafi’ye göre Ermeni soykırımı yapılmasa idi Hitler asla buna cesaret edemeyecekti. Türklerin dünyadaki tüm kötülüklerin nedeni olduğu görüşü aslında Rafi’ye ait değildir. Tevrat ve İncil’de Goget Magog olarak Kuran’da ise Yecüc ve Mecüc olarak geçen topluluğun Türkler olduğu düşüncesi çok eski tarihlere dayanır. Bu fikri ilk ortaya atan Suriyeli yazar Saint Ephrem 380 yılında kaleme aldığı “Son Vaaz” adlı eserinde 378 yılında Tuna nehrini geçerek Avrupa’ya doğru ilerleyen Hun Türklerini, kutsal metinlerde adı geçen Gog ve Mogog (Yecüc ile Mecuc) olduklarını iddia eder. Bu tarihten sonra Türklerin dünyada kötülüklerin başı olduğu önyargısı Avrupa’ya yayılır. Bu nedenle Rafi’nin cümlesi Ararat filminin içinde değil, Voltaire’in ve Chateaubirand’ın eserlerinde anlam bulur.

Bu filmlerde kullanılan imgelerin ulusaldan daha çok evrensel değerlere gönderme yaptığı görülür. Yani filmlerde Türklerin vahşetinden korunmaya çalışma durumu, sadece Ermeniler için değil, tüm insanlık için önemlidir. Filmlerde vahşice öldürülen erkeklerden daha çok yaşlı ve çocukların öldürülme sahneleri ağırlık kazanır. Ararat bu imgeler yönünden oldukça zengin bir filmdir. Filmin dünya kamuoyunda etki uyandırmasında André Bazin’in estetik duyarlılık kuramının izleri görülür. Bir filmin estetik duyarlılığını ancak doğru görüntünün elde edilmesi ve bunun yansıtılması ile mümkün olduğunu düşünen Bazin’e göre bu eselerdeki başarının temelinde  “önce içsel, ruhani acılar fizyonomiye yansıması, ardından dışsal fizyonomi duyarlı filme yansıması…”[11] yatmaktadır. Soykırımı konu alan bu tür filmlerde Bazin’in altını çizdiği estetik duyarlılığın izlerini görmek mümkündür. Bu filmlerde özellikle etkileyici sahnelerde duygusal vurgular yapan sahnelere ağırlık verilerek, izleyici üzerinde empatik bir baskı oluşturulur.  Üzerlerine gazyağı dökülerek yakılan küçük kız çocukları, karnı yarılarak çocuğu alınan hamile kadınlar, babasının gözü önünde öldürülen küçük erkek çocukları, gibi izleyen herkesi derinden etkileyecek sahneler ile dolu Ararat, soykırımın varlığından daha çok vahşet sahneleri ile dolu bir gerilim filmini anımsatmaktadır.

Özgün senaryo alanında filme alınmış bir diğer film ise 2002 yılında Robert Kechichian tarafından yazılan ve yönetilen Aram filmidir.  Filmde Paris’te faaliyet gösteren bir terör örgütü üyesinin, Türk diplomatına suikast girişiminde başarısız olması üzerine, Dağlık Yukarı Karabağ bölgesine sürülmesi ve burada kendi geçmişi ile yüzleşmesi konu edilmektedir.  Filmde en çarpıcı nokta, suikastı yapan kişinin bir terör örgütü üyesi olmasından daha çok kendisi ve ailesi ile iletişim sorunları yaşayan bir insanın olarak görüntülenmesidir. Filmde kuşak çatışması, etnik çatışmayı gölgeler. Çünkü Avrupa toplumunda herhangi etnik yapıya dayalı bir problem yaşanmadığından kuşak çatışması etnik çatışmadan daha fazla günceldir.  Adeta filmdeki suç unsuru göz ardı edilerek aile içi bir drama yönelinmiştir. Bu filmde gizli veya diğer adı ile örtük imgeler görmek mümkündür. Yani izleyicinin ilk planda fark etmediği ancak bilinçaltına sistemli şekilde yerleşen ve bireyin algılama şekillerini belirleyen imgeler yoğunluktadır. “İmgeyi dünyayı farklı bir algılama şekli”[12] olarak düşünürsek, bu filmden izleyicinin çıkaracağı dersler, alacağı mesajlar ve edineceği imgeler tamamen Robert Kechichian’in sunduğu pro-ermeni yani ermeni yanlısı olacaktır. Bu eğilimin diğer unutulmaz eserleri ise Görev Berlin (1982), Kamotas (1988), Gölden Gelen Sesler (2000) v.s.

Gerek edebiyat uyarlaması, gerek özgün senaryo ve gerekse belgesel olarak filme alınmış olan tüm pro-Ermeni yani Ermeni yanlısı filmler belirli stereotipler üzerinden ötekinin kimliğini tanımlayan bir metot kullanmaktadır. İzleyici üzerindeki etkisini tarihsel ve duygusal bağlılıklara üzerinden oluşturmakta olan bu sinema, etkisinin asıl gücünü yüzyıllar öncesinden edebiyat metinleri, masallar ve gelenekler ile bilinçaltına yerleşmiş olan önyargılardan almaktadır. Önyargılar üzerine oturtulmuş bir Ermeni soykırım iddialarının olumsuz etkilerini ortadan kaldırabilecek yöntem ise asla tarih bilimsel olmamalıdır. Bu nedenle Ermeni soykırım iddiaları karşısında, Türk tarafının her geçen gün dünya platformunda daha zor duruma düşmesinde iletişim bilimsel metodolojinin göz ardı edilmesi yatmaktadır. Bu nedenle bu sorunun sadece tarihçilere bırakılarak çözülmesi yerine, yine sinema ve edebiyatın gücünden faydalanılarak Batı’da pro-Türk, yani Türk yanlısı bir kamuoyu oluşturmanın yolu araştırılmalıdır.

Doç.Dr. Serhat ULAĞLI
Yıldız Teknik Üniversitesi


Kaynaklar


[1] Jean Claude Carriere, Sinemanın Gizli Dili, Der Yayınları, İstanbul(t.y), s,88
[2] Toby Clark, Sanat ve Propaganda Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, Ayrıntı Yayınları, 2004, İstanbul, s.188
[3] Oğuz ADANIR, Sinemada Anlam Ve Anlatım, Alfa İstanbul 2003, s32
[4] Oğuz ADANIR, Sinemada Anlam Ve Anlatım, Alfa İstanbul 2003, s.15
[5] Michael Ryan&Douglas Kellner, Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası, Ayrıntı, 1997 İstanbul, s.37-38
[6] Altyazı Aylık Sinema Dergisi Mayıs 2003 (http://www.altyazi.net/mayis03/egoyan.html)
[7] Serhat ULAĞLI, İmgebilim Öteki’nin Bilimine Giriş, Sinemis Yayınları Ankara, 2006, s.68
[8] Toby Clark Sanat ve Propaganda Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, Ayrıntı Yayınları, 2004, İstanbul, s.144
[9] Kevin Robins İmaj Çeviren Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı 1999 İstanbul, s.124
[10] Markus A.Foti, Essais D’Imagologi, Lille, ANTR 2003, s..2
[11] Peter Wollen, Sinemada Göstergeler ve Anlam, Metis 2004 İstanbul, s, 121
[12] Serhat Ulağlı, Ce qu’est ou n’est pas l’Imagologie, Symposium international d’imagologie, Ed, Serhat Ulağlı,  Muğla Universitesi yayınları, Muğla 2006 s. 21

1 Haziran 2016 Çarşamba

Eyvay!




Sonra dünyaya döndüm; kredi kartlarıma, zaman aşımı faizine, icra memurunun insafına kalmış itibarıma, elektrik faturası kuyruğuna, dünyada ödenmesi gereken borçlarıma, döndüm, muhâneti muhannet edinmiş dostlarıma, kalpleri mühürlenmişlere

Sonra dünyaya döndüm; hatırlamadan olma gözyaşına, geceden başka çağ yok, biliyorum, yerinden çıkan tekrar dönemez yerine, bulamamışın yazgısıdır keder, böyle çizilirmiş kavis insanın yüzüne, döndüm, ah! iddiasını yitirmişin bakışına

Odam gözlerimdeki kederle rutubetli, uyku kokumu yitirmiş yatak, perde olmuş toz eşyadaki parmak izime, yalnızlığın bedeli yok, mutfakta mı dururdu kirli tabak su muslukta, döndüm ah!, olana olmuşa, giderken geride bıraktığım kayboluşa

Yücel Kayıran