Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

28 Şubat 2017 Salı

Zinfandel


şimdi en çok
iki gölün neminin bir olduğu yerde
yağmura durmuş ürkek bir titremeyim ben

deli rüzgara laf söyledim
şiir yakıp efkar ettim
uyandırdım sivrisinekleri

ay vaktiydi gecenin
bulamasınlar diye seni
şaşırttım sesleri
nereye gittiysem çığlığımla
geldim gittim

karanın en isli renginden
savaş boyaları sürüp
parmağımla yüzüme
bıraktığım izim şimdi en çok

çarşaflar bitti perdeleri sök
bastır beni kendine

Esra Balaban
Yeminli Levanten Manastırı, İdil Yayınları syf. 79

nöbet


en çok nöbet gecelerinde özlüyorum seni

sonra da ben savaştayken yaşama karşı
rüzgar değirmenlerine yitik dünyaların
iklimsiz ülkelerde
tuzu az katılmış lezzetlerle geçiştirilmiş
orta yerinden tutturulmuş rüyalara bulanmış
kum saatlerini tersyüz eden ellerinden tutuyorum

nerdesin?

Esra Balaban
Yeminli Levanten Manastırı, İdil Yayınları, syf.65

bumerang


insan ne zaman yorulursa 
göğsünde bin okyanus uyutur

uçurumdan düşen akşam güneşi
geç kalan boynunu büker bir çiçeğin

bir deri bir kedi kaldım dünyada
karanlığı kurutan kimsesiz ay

durdum düşündüm otobanları, yalnızlıkları
ey hayat şarjöründe kaç ölüye yer var

bazıları kendi kayıplarına kederlenirken
beni içinden atan sığamadığım odalar

kendime ettiğim yeminler bumerang
bir yığın ilaç sonra elmaların yanında

kaç sevincim kaldı şunun şurasında
bir senin gelişin, bir gülümseyişin

gün uzak bir dağ gibi dikiliyor aramızda
gölgeni de seviyorum gölgemle bir olunca

Serkan Türk
Uzun Ruhlu Bir Cüce, Yitik Ülke Yayınları, syf.13



24 Şubat 2017 Cuma

İpini kırmış uçurtmalar gibi...


Geçtiğimiz yıl edebiyat dergilerinde bilinçli bir tercihle hiç şiir yayımlamadım. Kenarda köşede beklettiğim öyküleri yayımlamaya yöneldiğimden olsa gerek dosyamdaki şiirler biraz geri planda kalmıştı sanki. En son 2017 yılına başlarken "Poğaçalar" isimli öykümü ve "Karmâşık" ismini verdiğim şiirimi benden ürün isteyen arkadaşlara göndermiştim. 

İşten güçten fırsat buldukça ürettiğim metinlerle, yazdığım şiirlerle konuşmayı severim. Böyle zamanlarda bir cümleyi, bir dizeyi düzelttiğim, içime sinmeyen biçemi ya da sonradan aklıma gelen sözcüğü eskisiyle değiştirdiğim olur. Yazın sürecinin olmazsa olmazıdır bu tarz konuşmalar. Geçtiğimiz hafta sonu "kendimle konuşmalar" moduna girip şiir dosyasında ne var ne yok diye gözden geçirirken evde kullandığım bilgisayarım çöktü. Onca yıldır üretmeye çalıştığım metinler, notlarım, demlenmeye bıraktığım şiirler, henüz yayımlamadığım öykülerimin hepsi birden flash bellekte sakladığım dosyadan nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde silinip kayboldu. Son birkaç yıldır yazdıklarımı yedekleme de yapmamıştım. İhmalkârlık işte. Bütün emeklerim ipini kırmış uçurtmalar gibi birkaç saniye içinde yok oldu, uçup gitti. 

Müthiş üzgünüm. Kendimi yanmış, yıkılmış, harabeye dönmüş Peterson Köşkü gibi hissediyorum. 

Geçenlerde bir TV kanalında kaybolan kedisine ağlayan kadıncağızın haberini izlemiştim. "Bu kadar gözyaşı dökmeye ne gerek var. Yeni bir kedi alır, kaybolan kedisini unutur gider" demiştim kendi kendime.

Aynı şey değil belki ama kayıplar için empati yapıyorum bugünlerde. 

İçim bomboş, kafam dumanlı.

"Tarifsiz kederler içindeyim."

fy

23 Şubat 2017 Perşembe

Anlat Anne


Anne sen söylemiştin bana
"İncitme çiçekleri
Onların kalbi renklerinde saklı
Bir gülün tenine bir ışık gibi dokunmalı."
Peki bir gül acıtırsa canımı
Akıtırsa kanımı, anne söyle ne yapmalı?

Anne sen söylemiştin bana
"Kirletme içindeki beyazları
Gökkuşağı onun gizeminde saklı
Her renkte bir parça beyaz gizlidir unutmamalı."
Peki beyaz sarılırsa siyaha
Kim aklanır kim karalanır anne nasıl anlamalı?

Anne sen söylemiştin bana
"Büyüt içinde sevdaları
Yüreğin sonsuzluk gibi büyük olmalı
İnsan sevdiğini yüreğiyle kucaklamalı."
Peki aşkın da bir yüreği var mı?
Aşka aşkın acısını anne nasıl anlatmalı?

Anne,
Hadi anlat, anlat anne!.. 

Esat Selışık

16 Şubat 2017 Perşembe

Foucault Sarkacı


"Çeşitleme. Yazarsın, ne denli büyük olduğunu henüz bilmiyorsun, sevdiğin kadın aldatmış seni, yaşamın senin için anlamı yok artık; günün birinde, unutmak için Titanic'le bir yolculuğa çıkıyorsun, Güney Pasifik'te (tek sağ kalan sensin), yerliler bir kayıkla gelip kurtarıyorlar seni, yalnızca Papualar'ın yaşadıkları bir adada, dış dünyadan ırak, uzun yıllar geçiriyorsun. Pua çiçeklerinden gerdanlıkların belli belirsiz örttüğü göğüslerini oynatarak baygın şarkılar söylüyor sana kızlar. Alışmaya başlıyorsun, bütün beyazlara yaptıkları gibi Jim diye çağırıyorlar seni. Amber tenli bir kız, bir akşam kulübene girip şöyle diyor sana. "Ben, senin. Seninle yatacak." Akşamları verandaya uzanıp, kız alnını okşarken, Güneyhaçı'nı seyretmek ne güzel.

Gündoğumlarıyla günbatımlarının dönümüne göre yaşıyorsun, başka bir şey bilmiyorsun. Birgün içinde Hollandalıların bulunduğu motorlu bir kayık çıkageliyor, aradan tam on yıl geçtiğini öğreniyorsun, onlarla birlikte gidebilirsin, ama duraksıyorsun, hindistancevizlerini erzakla değiş tokuş etmeyi yeğliyorsun, kenevir devşirimini denetlemeyi üstleniyorsun, yerliler senin için çalışıyorlar, adacıktan adacığa dolaşmaya başlıyorsun, herkes Yedi Denizler Jim'i diyor sana. Alkolden mahvolmuş bir Portekizli serüvenci, yanında çalışmaya başlıyor. Sunda Adalarında artık herkes senden söz ediyor, ırmak boyundaki Dayaklar'a karşı girişeceği sefer için Borneo mihracesine öğüt veriyorsun: Tippo Sahip zamanından kalma eski bir topu çalıştırmayı başarıyorsun, dişleri tembulden kararmış sadık Malezyalılardan  bir takım eğitiyorsun. Mercan Kayalığı yakınlarında, bir çatışmada, dişleri tembulden kararmış yaşlı Sampan, gövdesini siper ediyor sana -uğruna ölmekten mutluluk duyuyorum, Yedi Denizler Jim'i- elveda ihtiyar Sampan, elveda dostum.

Sumatra ile Port-au Prince arasındaki tüm takımadalarda ünlüsün artık, İngilizlerle alışveriş  yapıyorsun. Darwin Limanının kaptanlığında Kurtz diye kaydedilmişsin, artık herkes için Kurtz'sun, yalnızca yerliler Yedi Denizin Jim'i diyor sana. Ama bir akşam, genç kız verendada alnını okşar, Güneyhaçı hiçbir zaman olmadığı gibi parıldarken -ah Büyük Ay'dan ne denli farklı- geri dönmek istediğini anlıyorsun. Yalnızca kısa bir süre için, orada senden geriye ne kaldığını görmek için.

Motorlu kayığa biniyorsun. Manila'ya varıyorsun, oradan pervaneli bir uçak Bali'ye götürüyor seni. Sonra Sampa, Amirallik Adası, Singapur, Tenerif, Tibuktu, Halep, Semerkant, Basra, Malta, sonunda evindesin.

On sekiz yıl geçmiş aradan, yaşam sana damgasını vurmuş, yüzün alizelerden bronzlaşmış, yaşlanmış, belki güzelleşmişsin, daha oraya varır varmaz, bakıyorsun, bütün kitapçılar kitaplarını sergiliyorlar, eleştirel yeni baskılarla, okuma yazma öğrendiğin okulun alınlığına adını yazmışlar. Yitik Büyük Ozan'sın sen, kuşağının bilinci. Romantik kızlar, boş tabutunun üstünde canlarına kıyıyorlar.

Sonra sana rastlıyorum, sevgilim, anılarla, pişmanlıklarla yıpranmış göz kenarların kırışıklarla dolmuş, yüzün hâlâ güzel. Kaldırımda, değercesine geçtim yanından, iki adım ötendeyim, ama sen herkese baktığın gibi baktın bana, gölgelerinin ötesinde başka birini ararmış gibi. Konuşabilirdim, zamanı silebilirdim. Ama neye yarar? İstediğimi çoktan elde etmedim mi? Ben Tanrı'yım, aynı tekbaşınalık, aynı boş gurur, aynı umarsızlık, herkes gibi yarattıklarımdan biri olmamamın umarsızlığı. Onlar benim ışığımda yaşıyorlar, bense karanlığın dayanılmaz parıltısında yaşıyorum."

Umberto Eco, Foucault Sarkacı, syf.78

Veda Üstüne


bu son olabilir mi korkusu
neden!
doğmak uzun bir veda faslıdır
kadın ve çocuk ölüleri arasında
şölen!
erkek ve adam olanlara yas tutmak düşer
çoktan solmuştur ve
sana boy verir
sarıdan ve yeşilden
mezar anıtlarına benzeyen ağaçlar
ve bu!
başını yüksekten eğen ses
çoğalır ve çağırır
içi boş bir kavramdır mülkiyet
içinin dolmasını bekleyen mezar gibi
keyifli keyifsiz her söz
yarım kalacak veda nutku
doğmak!
en başta vedalaşmaktır yaşamla

Ayfer Feriha Nujen