Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Haziran 2014 Pazartesi

GOGOL’ÜN PALTO’SUNA SIĞMAYANLAR



Yıllar önce, Hâkim-Savcı Adayları Eğitim Merkezi’nde staj yaptığımız sıralarda, Yargıtay üyesi saygıdeğer meslek büyüğümüzden bir anı dinlemiştik. Anadolu’nun yoksul, küçük bir ilçesinde genç Hukuk Yargıcı olarak görev yaptığı dönemdir. İlçeye bağlı dağ köylerinden birinde iki yurttaş arasında taşınmaz sınır anlaşmazlığına dayalı bir dâvâ sebebiyle keşfe gitmesi gerekmektedir. Uzun ve sıkıntılı bir yolculuktan sonra çekişmeli taşınmazın yanına ulaşılır. Ancak çekişmeye konu arazinin çoraklığı ve küçüklüğü, başta yargıç olmak üzere keşif heyetini şaşırtır, üzer. Yargıç dâvâcı köylüye şaka yollu bir sitemle takılır:“Efendi, bu verimsiz, çorak, el kadar toprak parçası için mi bizi tâ buralara kadar sürükledin? Bu tarlanın değeri nedir ki? Edeceği fiyatı ben cebimden sana ödeseydim de buralara kadar gelip bunca zahmeti çekmeseydik”

‘Topraktan öğrenip, okumadan bilen’ köylünün cevabı oldukça anlamlıdır: “Hâkim beyim, ben ne senin paranı isterim, ne de tarla dâvâsındayım. Ben‘hak’ peşindeyim. Yalnızca hakkımı arıyorum” Hakkını aramayanın çok kısa süre içinde onurunu da kaybedeceğinin, üstelik başındakini kendisine zâlim yapacağının sezgisindedir zirâ.

Öykülerinde/romanlarında yarattığı karakterlere ilişkin “Her seferinde kendimi tasvir ediyorum”diyen Ukrayna kökenli Rus romancı Nikolay Vasilyeviç Gogol ise 1834 yılında katıldığı toplantıda, yaşanmış bambaşka bir öyküye kulak misafiri olur: ‘Ava çıkmaya çok meraklı küçük bir memur, yıllarca çabalayıp bin bir güçlükle para biriktirerek bir av tüfeği satın alır. Yeni tüfeğiyle ava çıktığı ilk gün bir sandalda iken, tüfeği bir kez bile kullanmadan suya düşüverir. Memur bu duruma o kadar üzülür ki, tüfeğiyle birlikte sanki yaşamının anlamını, rengini de yitirmiştir. Büyük düş kırıklığı içinde, bitkin bir durumda evine döner. Üzüntüsünden hastalanır, yatağa düşer, günlerce ateşler içinde kıvranır. Bu duruma daha fazla dayanamayan arkadaşları, aralarında para toplayarak kendisine yeni bir tüfek alırlar. Memur ancak o zaman iyileşerek hasta yatağından kalkar.’

Öykü bittiğinde, toplantıya katılanlar gülmeye başlarlar. Yalnız Gogol gülmez bu anlatıya, öylece etrafına ve anlamsız kahkahalar atan kalabalığa bakar. İçine sessizce yerleşen acıyla Palto’nun ilk teyeli Gogol’ün zihninde bu toplantıda atılmıştır. Uzun sayılabilecek bir çalışma sonrası öykü, Palto (Rusça:Şinel) adıyla 1842’de yayımlanır.Rus bürokrasisinin kâbusu olan öykünün konusu kısaca şöyledir: ‘Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin dünyaya âdetâ doğuştan aksiliklerle sınanmak üzere gelmiştir. Öyle ki vaftiz edildiği sırada yüzünü buruşturması, bebeğin daha o çağında, ileride küçük bir kalem memuru olacağını sezmiş olmasına bağlanır.

Dairede bırakın şefler ve diğer memurlar, odacıların bile saygı göstermediği bu adamın sinikliği, kılık kıyafetinin döküklüğü, çoğu kez cümlelerini yarım bıraktığı sözünü gereksiz yere uzatıp son diyeceğini başta saflıkla söylemesi, kaygılı kişiliği, derdini anlatmadaki beceriksizliği dikkat çeken özelliklerindendir. Bunların yanında özverili çalışması ve işine olağanüstü bağlılığı, takdir edilmese de herkesçe bilinir.

Akakiy 50’li yaşlarında olmasına rağmen evlenmemiştir. Dönemin Rusya’sında en üst düzey memurlara General unvanı verilirken, kendisi Çavuş sayılabilecek en alt derece memurlardandır. İş arkadaşlarının alayları ve ağır şakaları bazen dayanılmaz noktaya ulaştığında, yükselen sesinin tonunda acıya yenik düşen adamın haykırışı vardır.

Yıllardır birlikte çalıştığı mesai arkadaşları gibi ard arda göreve gelen bütün müdürler de, kendi dünyasında yaşayan Akakiy’i masasında, bitmez tükenmez aynı işlerle uğraşırken görürler. Bu haliyle sınıf atlaması imkânsız olan Akakiy memuriyetinde üstlerinin yazılarını temize çekme görevinde hiç terfi etmeden yıllarca, sevgiyle, şevkle ve bir sanatçı titizliği ile çalışır. Aslında yazısı çok güzel, yetenekli bir memurdur. Akşam evine döndüğünde bir iki lokma yedikten sonra, daireden getirdiği yazıları mutlulukla temize çekerek evde de çalışmak dışında özel bir uğraşısı da yoktur. Gece yorgunluktan sızmadan önce çayını yudumlamak yaşamdaki biricik keyfidir.

Aylık 400 Ruble maaşla yaşamaktan her hangi bir yakınması olmayan Akakiy, kuzeyin donduruculuğu meşhur kış mevsiminin kapıyı çalmasıyla gerçeklerle yüzleşmeye başlar. Kumaşı erimiş, astarı yırtılmış, sarkmış paltosu kalbura dönmüştür, sözün kısası giyilecek durumu yoktur.

Mesai arkadaşlarının alaylarına dayanamayan Akakiyeviç paltosunu yıllar önce diktirdiği usta terzisine bu kez tamir için götürür. Bir gözü kör, alkolik terzi Petroviç, evirir çevirir inceler ve sonuçta paltonun artık giyilemeyecek kadar eskidiğini, yenisini dikmek gerektiğini söyler. Akakiy eski paltosunu tamir ettirme, terzi ise yeni bir palto dikme inadından vazgeçmez. Terzi kendince zanaatının onurunu korumaktadır. Akakiy’in kendi gibi yoksulluk içinde, üstelik şarap parasına muhtaç terziyi yalvarışlarla iknâ etme çabası da sonuç vermez. Nihâyet diğer gereksinimlerini öteleyerek yeni bir Palto diktirmeye karar verir.

Terzinin sarhoş bir zamanında yanına tekrar giden Akakiy sıkı bir pazarlıkla kedi kürkü yakalı, gümüş taklidi düğmeli yoksul zarafetini yansıtacak yeni paltonun fiyatını 150 Rubleden 80 Rubleye kadar indirir ve paltonun dikimi için 1 yıl sonrasına sipariş verir.

Evet, yanlışlık yoktur. Akakiy paltosunu ancak 1 yıl sonra satın alabileceğini hesaplamıştır. Çünkü yoksul memurun birikmiş 40 Rublesi vardır yalnızca. Memur parasını iki katına çıkarma yollarını aramaya başlayarak bu değerli paltoya sahip olmak için seferber olur.

Harcamalarını kısmak amacıyla akşamları evinde yemek yemeyi, çay içmeyi bırakmak, odasında kandil yakmamak için yaşlı ev sahibesinin salonunda mecburi misafirlik, giysilerini daha uzun aralıklarla yıkamaya göndermek, yürürken ayaklarının ucuna basarak ayakkabılarının tabanlarını aşındırmamaya özen göstermek v.s günlük yaşantısında uyguladığı zorlu kararlardır. Ancak diktireceği paltonun düşüyle yaşamındaki en önemli anlam eksikliği dolmuştur. Âdetâ bir paltoyu değil, evlendiği eşini beklemenin heyecan ve mutluluğu içindedir.

Palto’yu en ince ayrıntılarına kadar konuşmak için sık sık Petroviç’e uğrar. Bir yıl boyunca azimle sürdürdüğü tasarruf çabaları sonunda, gereken 80 Rubleyi biriktirir. Terzi ile pazara çıkarlar ve daha önce en ufak ayrıntılarını defalarca konuştukları paltonun malzemelerini satın alırlar.

Terzi 2 haftada Palto’nun dikimini tamamlar ve bir gün sabah işe gitmeden kendisine teslim eder. Yaşamındaki en görkemli günü olan Akakiy çok beğendiği yeni paltosu ile daireye gider. Arkadaşları tarafından övgülerle karşılanan ve paltonun hatırına da olsa ilk kez saygıyla onaylanan Akakiy’in, artık Petersburg’un ünlü Nevski Caddesi’nde başı dik gezecek kadar özgüveni gelmiştir.

Tüm mesai arkadaşları bu yeni giysinin onuruna Akakiy’den bir parti daveti beklerken, şef yardımcılarından biri o gün doğum günü olduğunu söyleyerek Akakiy başta olmak üzere dairedeki memurları akşam evindeki partiye çağırdığını duyurur. Böylece O’nu sıkıntılı, bir durumdan kurtarır. Akakiy istemese de bu davete katılması gerektiğini anlar.

Evine gelince paltosunu defalarca keyifle inceleyip, bu mutlulukla mesleğinde ilk kez evde yazı temize çekmeyen Akakiy akşam vakti yoksul semtindeki evinden şef yardımcısının evine yollanır. Yoksulun malını gözü önünde görmeyi istemesi içgüdüsüyle, bu yeni Palto’sunu konuk gittiği evde vestiyere bırakırken bile tedirgin olur. Akakiy kendisine sıkıcı gelen parti boyunca huzursuzdur. Yürüyerek geldiği uzun yolun dönüşünü düşünerek, tekinsiz saatlere kalmadan bir an önce evine ulaşmak istemektedir. Vakit gece yarısına erişince daha fazla dayanamaz ve herkesten önce sessizce eğlenceden ayrılır.

Kış gecesinin soğuğunda hızla ve korkuyla evine yollanırken ıssız sokaklardan geçen Akakiy’in aklına gelen başına gelir. Bir anda karşısına çıkan kent haydutları ne olduğunu anlamayan Akakiy’i tekme tokat döverek sırtından Palto’sunu çekip alırlar.

Bağıra çağıra yardım isteyen, ancak sesini duyuramayan adamcağız, olayı gören gece bekçisine derdini anlatmaya çalışır. Ancak bekçi esneye esneye ertesi gün karakola gitmesini polis müfettişinin hırsızları mutlaka bulacağını söyleyerek onu başından savar.

Olayın acısıyla yıkılan Akakiy, gecenin ayazında titreyerek eve döner. Sabaha kadar uyuyamaz, yaşlı ev sahibesinin önerisiyle karakola gitmeye değil, bölge emniyet müdürüne çıkmaya karar verir.

Ne var ki emniyet müdürünün huzuruna çıkmak öyle kolay değildir. Yaşamında ilk kez kişiliğini ortaya koyan Akakiy’in ısrarlı ses tonuyla yüksek mevkilerdeki tanıdıklarından dem vurduğu îmâlı sözlerin etkisiyle müdürle görüşmesine izin verilir.

Emniyet müdürü ile görüşmesinde yoksul bir memur olarak bu Palto’yu nasıl edindiği, gerçekten paltosunun çalınıp çalınmadığı, gecenin o saatinde sokaklarda ne işi olduğuyla sorgulanır tâlihsiz memur. Derdini anlatamayacağını sezen Akakiy, evine döner, meslek yaşamında ilk defa o gün işine gitmez.

Ertesi gün çaresiz, yıkılmış bir şekilde ve atamayıp bir köşede sakladığı eski paltosu ile işine gider. İşyerindeki arkadaşlarının pek çoğu bu duruma üzülürler. Ama giden malın geri gelmeyeceğini hatırlatmak iyiliğini de unutmazlar. Arkadaşlarından biri paltonun bulunması için sorunu kesinkes çözebilecek yüksek mevkide bir memur olan ‘mühim adam’a gitmesi gerektiğini söyler.

Akakiy başka çıkar yol kalmadığını anlayarak ‘mühim adam’a gider. Tek bildiği disiplin adı altında despotluk olan, memurları aşağılamayı, onları kendisine saygı göstermeleri için hizâya sokmayı hüner sayan ‘mühim adam’ çocukluk arkadaşıyla sohbet etmektedir.

Küçük memur uzun bir bekleyişten sonra yüksek makâma çıkar. Akakiy’in güvensiz, ürkek ve paspal görüntüsü karşısında ‘mühim adam’ arkadaşına ne kadar önemli yerlere geldiğini göstermenin fırsatını yakaladığını düşünür ve adamcağız daha derdini anlatamadan azara başlar. Ne hadle bürokratik silsileye uymadan doğrudan karşısına çıktığını sorgular önce. Öyle ya hakkını arayan bir memur da olsa önce kaleme başvurmalıydı, dilekçesi buradan masa şefine, oradan bölüm şefine, oradan da sekretere iletilmeliydi ve ancak sekreterden kendisine ulaşmalıdır.

Akakiy, sekreterlerin işlerini ciddiyetle yapmadığını anlatmaya kalkışsa da konuşturulmaz. Daha çok monologa dönüşen görüşmede bir aşamadan sonra öfkeden deliye dönen ‘mühim adam’, karşısında korkudan taşkesilen Akakiy'i: 'Bu ne cüret! siz kiminle konuştuğunuzu biliyor musunuz? Karşınızda kim var farkında mısınız? Derhal odayı terk ediniz!' diyerek kovar.

Yere yığılmak üzere olan Akakiy’i odacılar tutarak dışarı alırlar. ‘Mühim adam’ çıkardığı gürültünün yarattığı etkiden, hele yan gözle baktığında arkadaşının da bu durumdan tedirgin olmasından mutludur..

Akakiy merdivenlerden nasıl indiğini dahi bilmeden sokağa çıkar. Kar fırtınasının soğuğu kemiklerine işlerken, işittiği azardan kırılan onurunun acısıyla vücudunu kesen rüzgârı hissetmez bile. Evine gittiğinde tir tir titremektedir.

Isınmak için hemen yatağa girer. Ateşler içinde yanarken sayıklamaya başlar. Paltosu, şehir haydutları, karakol, memurlar ve kendisini aşağılayıp kapı dışarı eden Ekselansları General, Akakiy’in gözünün önünden hiç gitmez. Kendinden geçmiş bir halde ve tümü Palto’yla ilgili kâbuslar, özürler, yalvarışlar içinde, yoksul odasında ölür. İş arkadaşlarının bile haberi olmadan törensiz, gösterişsiz gömülür.

Gerçi bir süre sonra ‘mühim adam’ memurun karşısındaki acizliğini, çaresizliğini hatırlayıp yüreği burkulsa da iş işten geçmiştir. Bir süre sonra Petersburg sokaklarında bir hayâletin dolaştığı söylentisi tüm kente yayılır. Paltosunu arayan Akakiy’in hayâletidir bu. Durumdan en çok ürken Çarlık Rusyasının simgesi Ekselansları yani ‘mühim adam’ olur.

Tam da o günlerde Ekselansları rahatlamak için gittiği neşeli bir dost toplantısından ayrılıp metresinin evine giderken gece ansızın Akakiy’in hayâleti ile karşılaşır. Bembeyaz yüzü ve çürümeye başlamış cesediyle karşısına dikilen Akakiy ‘mühim adam’ın yakasına yapışır, görevini niçin yapmadığını, hakkı gasp edildiğinde niçin kılını kıpırdatmayıp kendisine demedik laf bırakmadığını haykırarak Palto’sunu ister. Dehşet içinde paltosunu çıkarıp hayâlete veren Ekselansları titreyerek zar zor döndüğü evinde, tıpkı Akakiy gibi hemen yatağa girer, korkudan süt liman olmuştur, o gece olanlardan kimselere bahsetmez. İlginç olan ise o geceden sonra Akakiy’in hayâletinin bir daha ortalıkta görünmemesidir.’


Zaman: Katı monarşinin hüküm sürdüğü Çarlık dönemidir.Yer: Aleksandr Blok’un “Rusya yoksul Rusya / Kül rengi köy evlerin senin / Ve rüzgârın getirdiği türküler / Gözyaşları gibidir ilk sevgimin/…” dizeleriyle dile getirdiği, açlık ve sefâletin, yoksulluk ve yoksunluğun, küçük mutlu azınlığa dokunmadan istibdadın kılavuzluğunda, büyük halk kitlelerini inleterek, insanlığın en aşağı biçimlerinde coğrafyayı dolaştığı, step ülkesi Rusya’dır.

Ancak öykünün okur-yazarların gündemine düşmesiyle Çarlık Rusyasının seçkinci kesiminin eleştirilerine, yapıtı eleştirecek düzey ve sözü olmayanların alaylarına, burjuvazinin öfkesine göğüs germek Gogol’e düşecektir elbette. Üstelik bürokrasiyi hicvettiği büyük komedisi Müfettiş adlı eserinin sahnelenmesi yüzünden Rusya’dan ayrılmasını zorunlu kılan sert tepkiler henüz sönmemişken.

Bu ikinci cür’et adli/yönetici bürokrat kesim, soylular sınıfı tarafından büyük bir küstahlık, bir felâket olarak nitelenir. ‘Devletlû’ olmanın zorlu aşamalarının üstesinden bir bir gelip, tüm insan basamaklarını geçerek mutluluk ve refahı hak kazanan bir kont: ‘Şu Gogol'ün Palto'su ne korkunç bir öykü. Bu köprüdeki hayâlet, hepimizin paltolarını sırtımızdan çıkarır. Bu öyküyü okurken artık durumumu siz düşünün.’ diyecektir.

Eserin yayımlandığı Çar 1.Nikola'nın yönetiminde anayasal bir düzen isteyen aydınlar asılmakta, sürgüne yollanmakta, üzerlerinde sansür ve hafiye kuşatması sürmekte, geniş halk kesimleri ağır yoksulluktan despotizmin ayırdına bile varamamaktadır.

Gogol otokratik düzen savunucuları tarafından Rus insanını aşağılamakla, onu kötü göstermekle, halkına ihânetle suçlanır. Yapmak istediğinin halkını aşağılamak değil onu bu duruma sokan yozlaşmış yönetsel/yargısal bürokratik düzeni tüm gerçekliği ile gözler önüne sermek olabileceği düşünülmez.

Zenginlerin, soyluların, yüksek memurların ve anadilleri yerine Fransızca konuşmayı yeğleyen şık azınlığın korkulu rüyası haline gelen Gogol’un bu mütevazı öyküsü, Rus edebiyatının yenilikçileri, aydınlar, devrimciler arasında büyük bir coşku ile karşılanır. Toplumun alt katmanlarındaki insanları anlama çabası edebiyatta ilk kez yer bulmaktadır çünkü. Aşağıdakilerin de yüreklerinde sevgi bulunduğunu, onların da mutlu olabileceklerini, acıyabileceklerini, acıtılabileceklerini, hatta kimi zaman acıtabileceklerini bir öykü ile ayaklarının altına seren Gogol açtığıpatikayla, daha sonra ardılları olacak Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ve Çehov’a esin kaynağı olur.

Palto’da sıradan insanların yaşadıkları acılar, mâruz kaldıkları haksızlıklar ve ağır yoksulluk kara mizahtan trajediye evrilen, simgesel, ironik dille, o güne değin yazılanları ters yüz eden kurguda sarsıcı bir ustalıkla serimlenir. Palto, özelde Rus, genel çerçevede dünya edebiyatına küçük insanların ilk gerçekçi girişi olarak nitelendirilir.

Öyle ki öykünün önemini ve açtığı çığırı vurgulamak için Dostoyevski'nin (Bazılarınca Turgenyev’in) ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık’ diyerek tüm Rus gerçekçilerinin öncüsünün Gogol olduğunu belirttiği söylenecektir. Kezâ gerçekten Gogol’le Rus edebiyatında ‘bilinçsiz yaratıcılığın’ ‘yaratıcı bilince’ dönüşümü başlar.

Sürecin devamında Dostoyevsky’nin İnsancıkları 1846’da, Ölüler Evinden Anılar’ı 1861’de, Yeraltından Notlar’ı 1864’te, Suç ve Ceza’yı, 1866’da, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ı 1862’de, Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nü 1886 yılında yazması bu önermeyi doğrularken, açılan kapının önemini vurgular niteliktedir. Hatta aynı dil kendisinden 80 yıl sonra, içinde yaşadığı, çevresini boğucu bir koza gibi ören sisteme karşı taşıdığı uzak duruş duygusu bağlamında, Kafka’da aşkın yoğunlukta yeniden üretilecektir.

Gerek Palto gerekse Ölü Canlar, Müfettiş adlı yapıtları çerçevesinde Gogol’de tepki duyulan kavram, feodalizmin bağrında filizlenen yeni kast, ‘bürokratik aygıt’dır.

Gogol zavallı kahramanın Palto’sunu diktirmesinden çaldırmasına, bu yağmayı hiçbir yetkilinin ciddiye almamasına kadar, öykünün her aşamasında ‘küçük insan’la bürokratik aygıt arasındaki uçurumu sergiler. Akakiy öykünün sonunda kaybolan paltosunun yerine, kim olduğuna bakmaksızın önüne gelenin paltosunu çalan, onları dehşete düşüren bir hayâlete dönüşür nitekim.

Bu uçurumun nedenselliğinin ötesinde yazarı asıl ilgilendiren, bu dünyada adâletin yerini bulamamasının nasıl telâfi edileceğidir. İşte bu yüzden ölü Akakiy Akakiyeviç, Kalikin Köprüsü’nde bu kez bir hayâlet olarak karşımıza çıkar.

Öyküdeki başkişilerden ‘General’ yani ‘mühim adam’ günümüz algısıyla askeri rütbeyi değil, yönetsel/yargısal bürokrasi piramidinde en tepeye çıkmış yüksek mevkideki memuru simgeler. Onun davranışları ise ‘proto-kul’un insani değerler yitimi süreci sonunda ‘ötekilere’ hastalıklı, yüzeysel, şaşı bakışını anlatmaktadır.

Öyküde, aslında fena bir adam olmayan, ancak bürokratik sisteme uyum sağlama sürecinde mevkiini hazmedememiş, astlarına çok sert davranmayı hüner gören, dairesine geldiğinde maiyetindekilere kendisini merdiven başında karşılamalarını emreden ‘mühim adam’ bürokrat, Akakiy'i sırf arkadaşına gösteriş yapmak, gücünü kanıtlamak için azarlayarak kovar. Gogol ‘mühim adam’ figürüyle, aslında özel yaşamlarında iyi birer insan olabilen kişilerin dahi, hiyerarşik düzenin tartışmalı gereklerine zamanla uyarak acımasız ve soğuk bir varlığa dönüşmesinin örneğini verir.

Çağımızın ‘Neofeodalist’ ögeler taşıyan bürokratik sisteminde bu aygıtı var edenler, sürdürenler yani devletin gücünü kullanan kişiler; mülki, idâri, adli, askeri bürokrasi elitidir. Dokunulmazlıkları olan, eleştirilmekten hiç hazzetmeyen bu yöneticilerin önemleri, makamlarından gelir. Söyledikleri hep doğru, yapıp ettikleri hep yerindedir, aslâ yanılmazlar. Onlar bilmeyecek de kuru kalabalık mı bilecektir?

Elbette bu önemli adamların da kendi aralarında, dereceleri vardır. ‘En mühim’ olanı, tarihsel süreçte olageldiği üzere kendisini devletin sahibi olarak görür. Yaptığı eylemlerin hesabını vermez, onun sözünün üstüne söz söylenmez. Halka karşı suç işleme ayrıcalığı vardır. O soruşturulamaz, yargılanamaz. Hukukun üstünlüğü, onun üstünlüğü yanında hiçtir. O hukuka bağlı olmayacak, hukuk ona bağımlı kalacaktır. O ne derse, hukuk odur.

İşte böyle bir mantıktan beslenen prototiple büyüyen bürokrasinin işleyişindeki bozulma, zamanla öyle boyutlara ulaşır ki, halkın işini yapmak ve problemlerini çözmek için var olan bürokratlar problemin kaynağı oldukları gibi çözümü de halkın sorumluluğuna yüklerler. Palto’nun Akakiy’i küçük insandır. Acımasız ve şefkâtten yoksun dünyada, yolun yarısını çoktan geçmiş, iyi niyetli ufak hesaplar dışında güzel bir geleceğe ilişkin umudu kalmamış bir memur olarak yaşantısını sürdürmektedir. Bu yaşam bize, başta devlet katı olmak üzere sosyal yaşamın hiçbir yerinde önemsenmeyen insanın yalnızlığını, ağır yoksulluğu, bu yoksulluğun insanı nelere-nerelere sürükleyebileceğini gösterir. Yazar O’nun takıntı düzeyinde önemsediği eşyasını kaybetmenin acısıyla içine düştüğü çözümsüzlüğü, kendini yok edişe uzanan ve anlamsızlığa varan çaresizliğini anlatırken gülmekle ağlamak arasında bir yerde tutar bizi. Kahramanın tüm tuhaflıklarına, zaman zaman okuyucuyu kızdırarak, başına gelenleri neredeyse hak ettiği duygusunu uyandıran pimpirikliğine rağmen ‘kendini biraz başkalarının yerine koyabilenlerin’ yüreğini burkan bir sondur aslında onunki.

Öykünün yazıldığı tarihsel dönemini, coğrafyasını, ulusal kimlik ve kültür değerlerini önemsizleştirip zaman/mekân engellerini kaldırarak insan ve evrenin bütüncüllüğü bağlamında günümüz Türkiye’si insanını da kapsayan gerçeği budur aslında. Tıpkı Rus düşünür, Fyodor Tyutçev’in “Rusya, anlaşılamaz, hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır. Rusya’ya sadece imân edilir.” sözlerinin salt Rusya’yı anlatmaktan öte, Türkiye ile birlikte tüm gelenekçi doğu toplumlarını özetlemesi gibi.

Küçük adam Akakiyeviç’in hakkını alamamanın acısından ölümü karşısında günümüz hukuk adamının sorumluluğuna gelince: Palto öyküsüyle Akakiy Akakiyeviç şahsında simgeleştirilen küçük insanın, sahipsizlerin, kimsesi olmayanların zorlu hak arama çabası yalnızca Petersburg sokaklarında heyûlâ gibi gezinmemektedir. Ankara’nın dolambaçlı viyadükleri başta olmak üzere, yurdun her köşesinde bir köprünün üzerinde, kolluk görevlilerinin, yargıçların, savcıların, avukatların yakalarından tutmuş, yıllardır sarsmaya devam etmektedir.

Yasa koyucunun tarihsel süreçte değişen biçimselliğine (Feodal , Tiran, Monark, Çar, Kral, Sultan, Seçilmişler) karşın, onun kendine özgü güdülerle, reflekslerle aldığı bir kararıyla, yasa uygulayıcısının yüzyıllık emeğine denk yargısal uygulamalar bütünü soba tutuşturan kağıt tomarlarına dönüşmeye devam etmektedir.

Bu sancılı sarmalda, görevini tarafsızlık, hakkâniyet ve eşitlik ilkelerinden ödün vermeden yerine getirerek hızlı ve etkin bir şekilde adaleti sağlama yükü de, sorumluluğunun bilincindeki hukuk adamlarının omuzlarını çürütmeye devam etmektedir. Küçük insanın hakkını alamadan ölüşü izleğinde, usûlle uğraşmaktan esasa bir türlü girmeyen yargısal işleyişte vebâlin kendi hanesine yazılmayacağından kim emin olabilir?

Mağdur ve yakınlarının suç nedeniyle kimi zaman dayanılmaz düzeylere varan acılarını hafifletme adına, sanığın kamusal intikam alma biçiminde, engizisyon mantığıyla cezalandırılması çağdaş hukukçunun kuşkusuz ki kabul edemeyeceği bir yöntemdir.

Yasa koyucu tarafından bitmeksizin ‘sanık lehine’ yapılan yasa değişiklikleri, bu yönde aralıksız süren yüksek yargı yorumları, kimileyin çalıyı dolaşmayı yeğleyen yerel mahkeme uygulamaları ülkemizde hukuk, adalet adına yaşananların önemli bir parçasıdır. Ancak, mülkiyeti elinden alınan, insanlık onuruyla oynanan, cinsel bütünlüğüne, konutuna, yaşam özeline, özgürlüğüne aralıksız saldırılan ‘mağdur’ kimliği, yaptırımsız kalan suçlara, suçları yargı kararıyla sabit görülmesine karşın, arsız gülüşlerle ellerini kollarını sallayarak dolaşan faillere baktıkça kanamaktadır.

Aynı biçimde, geciken adli süreçlerde, alınamayan hakların, faillerin yaptırımsız kalan eylemlerinin, en az hakları ihlâl edilen sanıklar kadar kamu vicdânını yaraladığı için gözden kaçırılmaktadır?

Çünkü elinde kasketini sımsıkı tutarken, ‘mühim adam’ karşısında hâlâ nutku tutulan mağdur, yani kimsesi olmayan, yani hakkını alamayan, yani küçük adam, çoğunca siyasi erk tarafından düşünme biçiminin kurgusuyla oluşan toplumsal düzende ‘dürüst yaşamanın, yasalara, kurallara uyan yurttaş olmanın’ zamanaşımına uğratılmayan bedelini ödemeye devam etmektedir.

Türk Şiirinin toplumcu-gerçekçi ustalarından Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleriyle umudumuzu sürdürelim yine de…

Âmenna

'Yaşayanlar bir gün ölür'
                           elbette
ağaçlarla
balıklarla
kuşlarla ben
             âmenna
 
'ağlayanlar bir gün güler'
                           elbette
uyanmakla
anlamakla
bilmekle ben
             âmenna
 
'kısa çöp uzun çöpten hakkını alır'
                                          elbette
direnmekle 
kurtulmakla 
barışla  ben
          âmenna
…/....

Metin Dikeç

YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Palto-Nikolay V. Gogol : Bordo Siyah Klasik Yayınlar/Çeviri:Aslı Takanay
Acılara Tutunmak-Hasan Hüseyin Korkmazgil:Bilgi Yayınevi
Rus Edebiyatının Öğrettiği-Ataol Behramoğlu:Evrensel Basım Yayın
Gogol'ün Yapıtlarında Memur Tipleri- Prof. Dr. Ö. Aydın Süer

Melânkoli Zamanı


-her kadın estetik bir uçurumdur-

öfkesini arzunun gölgesinden kusan kadınlar tanıdım
başlangıçta her biri süskedisi gibi uysal,
dokundukça aşk od’unda yanmaya hazır
potansiyel birer kibele'ydiler

estetik ilişkilerin kan çekiminden düş kırığına uyanmak
genlerinde  ‘xy’ kromozomu taşıyan bedenlerin
                                   en kederli yüzleşme hâlidir
tin bilir ki zaman doğrusaldır, yanıltmaz
ve gerçeğin şüpheyle döllendiği ayrışma noktasında
kalp uçuruma düşmüşse bir kere:
dipten kanamasız, kırıksız,
selâmete çıkılamaz

nefretini arzunun gölgesinde büyüten kadınlar tanıdım
başlangıçta hepsi de aşk od’unda yanmaya hazır
ayrılıkta,
kan vermiş donörler kadar rahattılar

Fatih Yavuz Çiçek

29 Haziran 2014 Pazar

Love Me-Yiruma


Düşmek


Dalımızı kesmediğimiz zamanlardı
Düş vardı düşmek yoktu

Sana üç harf verdim
Akıbetini öğrenemedim

Acı bir renk üzerimde dolaşır
Bir sığınaktan kovulmuş
Bir sığınak arar

Dereleri kıskanan çeşmeyim şimdi
Akanım yok
Çağlayanım da

Abuzer Gülpınar/Başım Kirazlı, syf. 38

Öğle Paydosu


"Ne kötü şeymiş şu aşk dedikleri. Bir duygudan en öteki uçtakine nasıl aynı anda geçebiliyor insan ve bütün gücü nasıl eriyiveriyor hemen. Sonra da bir ufacık şeyle nasıl da eskisinden daha güçlü oluyor. Mutluluk bu kadar yakın mı olur korkuya? Acı bu kadar yakın mı olur sonsuz memnuniyete?"

Cem Selcen/Öğle Paydosu, syf.109

28 Haziran 2014 Cumartesi

Özgürlüğün Kod'ları


"Demokrasi, hoşgörü ve cesaretin bileşkesi ise, birey toplum ilişkisinde denge, özgürlükten sürekli fedakarlık yapılarak ne katı bir uyumculukla ne de bencil bir egonun keyfiliği ile tutturulamaz."

Şükrü Nişancı/Sivil  İtaatsizlik, syf.294

Leonard Cohen-I'm Your Man


27 Haziran 2014 Cuma

Maraz


Maraz, Hande Altaylı'nın 2009 yılında Remzi Kitabevi'inden yayımladığı ikinci kitabı. 2000 adetlik altı baskı yapmış roman günümüzdeki kentli, eğitimli, orta yaşlarını geçmiş insanların aldatma, boşanma, mutsuzluk cenderesinde yoğrulan yaşamlarındaki sentetik maskeleri sıyırıp atarken, aile içinde yaşanan iletişim kopukluğunun, yabancılaşmanın acı sonuçlarıyla moderniteyi yüzleştiriyor.

Bir grup çocukluk arkadaşının hayatının anlatıldığı kitabın başat kahramanı Aslı. 

Roman, Aslı'nın çocukluk arkadaşı ve eski sevgilisi Cenk'in cenaze merasimi için toplanılmasıyla başlıyor. Aslı'nın anne ve babası boşanmıştır. Babası kendinden yaşça küçük bir kadınla evlenmiştir. Annesi bu evliliği bir türlü kabullenememektedir. Mesleği reklamcılık olan Aslı, Mimar Ali'yle evlidir. Evliliğine rağmen çocukluk arkadaşları Devrim, Burcu ve Sevil'den kopmamıştır.

Cenk defnedilirken, Ali  İtalya'da iş gezisindedir. Bir akşam İtalya'dan, Aslı'yı arar. Görüşme bittikten sonra, telefonu yanlışlıkla açık bırakır. Aslı; telefonda duyduğu seslerden, Ali'nin kendisini mimarlık şirketindeki yardımcısı Ayten'le aldattığını öğrenir. İtalya dönüşü Ali'ye evi terketmesini ve boşanmak istediğini söyler. Ali evi terkeder. Arkadaşlarının ve Ali'nin iş ortağı Cengiz'in uyarılarına rağmen boşanma kararından vazgeçmez.

Bu gelişmelerin olduğu günlerde Aslı'nın Brüksel'de yaşayan kızkardeşi Zeyno kimseye haber vermeden kesin dönüş yapar. Zeyno'nun ani dönüşünden şüphelenen Aslı bütün ısrarlarına rağmen kardeşinin niçin döndüğünü doğru düzgün öğrenemez. Zeyno, çocukluğundan beri içe kapanık, çok fazla arkadaşı olmayan, evden dışarı çıkmayan sevmeyen bir kızdır. Aslı ve Zeyno birlikte aynı paylaşmaya başlarlar.

Aslı'nın oturduğu binada, bir alt komşusu Münevver hanım yalnız yaşamaktadır. Aslı, boşanma sürecinden önce kendi evinde kilitli kalan Münevver hanımın kilitli kaldığı odadan yönetici ve kapıcının yardımıyla kurtarılmasına yardımcı olmuş, Münevver hanımın torunu İzzet ile tanışmıştır. İzzet bekârdır. Aslı ve İzzet'in arkadaşlıkları ilerledikçe ilişkileri yeni bir boyut kazanır ve ikili hızla yeni bir aşka yelken açar.

Kendine yeni bir hayat kurmayı düşünen Aslı'nın yaşamı, kardeşi Zeyno'nun intiharı, Zeyno'nun intiharının ardındaki sır perdesinin aralanmasıyla bir kez daha yıkılacak, Aslı'nın psikolojik dengeleri temelinden sarsılacaktır.

Maraz'ın, modernitenin eleştirisi gibi okunabilecek bir kitap olduğunu düşünüyorum. Birbirine geçmiş ilişkiler ağı, çıkar için yapılan evlilikler, ışıltılı ve çok düzgün görünen hayatların ardında sırıtan, mutsuz insanların dünyasından kesitler, toplumsal dinamiklerdeki yozlaşma, bütün çıplaklığıyla okur'un önüne seriliyor.

Nitelikli her okur, okuduğu her kitaptan kendine bir pay çıkarmasını, okuduğu metne yeni bir ruh, yeni bir soluk katmasını, yazılanları yeniden anlamlandırmasını, okuma eylemini takiben önce kendisiyle, sonra yazarla hesaplaşmasını bilir. 

Hande Altaylı, 197 sayfalık Maraz'la beni kendi içimde uzun bir yolculuğa çıkardı. Ekleyeceğim şu satırlar, Abdullah Eraslan'ın "kalbimdeki delikten görürdüm yüzünüzü" dizesini tekrar düşünmemi sağladı.

Zaten başımıza ne gelirse gelsin, düşünmemekten, her şeye boşvermekten gelmiyor mu?

"Sevdiğin birinden ayrılınca zamanla acın geçen derler ya, o yalan. bazen geçmiyor, bir gram bile azalmıyor, ilk gününde nasılsa öyle kalıyor. Kocaman bir delik kalbinin orta yerinde duruyor ve sen onunla yaşayıp gidiyorsun." (syf.160)

"Besbelli değişiyordu... Var olan şeyler aynı kalsa da, senin gördüğün başkalaşabiliyordu." (syf.141)

fy


kendi ölümüne ağıt


o acılı yıllarda hıçkıra hıçkıra
amansız üzüntülü
ağladığın geceler boşuna

kendi sandığına yatacağın bir zaman gelecek
çatılarda gezen kedileri göremeyeceğin...

eski evler 
o sert rüzgarlı köy
hiç sevmediğin kara servi ağaçları
mezarları bekleyecek

yüzünde taşıdığın bir meryem maskı
RÜYALARDA GÖRDÜĞÜN çarmıha gerilen isa

açık kalmış kapılar...

bir sabaha uyanamamak
nasıl bir şey
hiç bilmeyeceksin

kalbinde incecik görünmez
kesikler kalacak.

Rengin Özesmi

26 Haziran 2014 Perşembe

Göksel-Yalnız Kuş


Rûya


"Rûyalar bâkî ama gerçekleştirebileceğim hiçbir rûyam yok.  Yoksul kimliğimle talip olduğum imkânsızlıkta, senden öğrendiğim cömert huylarım var yalnızca

Nefessiz kalma!

Gözlerimdeki ormanı daralan mülküne bağışlıyorum."

fy

Kara Kutu


Birhan Keskin'in "Cinayet Kışı" isimli şiirinin finalini çok severim. Şiir şu dizelerle biter:

"hiçbir aşk titremez sonsuza değin,
bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum
ve insan kanatlarından
ayrılır bir gün."

Ayrılıklar hakkında öyle çok şey yazılıp çizilmiştir, öyle çok şiir, roman, senaryo vardır ki, saymakla bitmez. Şairlerin, yazarların, senaristlerin, film yapımcılarının hiçbir dönemde vazgeçemediği temadır ayrılık.

Bana göre; ayrılıklar insan ruhunun kara kutusudur. Vedalaşma zamanı kanatlarından ayrılan her erkek, gerçekte pahalı bir yalnızlığı satın almıştır. Kadın, hayâl kırıklığından ibaret karanlığa son vermiştir.

Mum söndüğünde titreyen ışığı nereye gider?

Elbette geldiği yere. Işığın kaynağına...

fy

Yüksek Topuklar


Murathan Mungan'ın 2002 yılında yayımladığı "Yüksek Topuklar," beş yaşındaki Tuğde ve Tuğde'yi beş günlüğüne evinde misafir eden otuzlu yaşlarını geçmiş, bekâr, feminizm, sosyalizm, yoga, taocu felsefe, vs. gibi çeşitli eğilimlerden sonra nihilizmde karar kılmış Grafiker Nermin'in yaşamlarına odaklanıyor.

Tuğde'nin anne ve babası, sallantılı evliliklerini kurtarmak için başbaşa kalacakları beş günlük  bir tatile çıkarlar. Tuğde'yi bırakacak uygun kimse bulamayan aile, yakın arkadaşları Nermin'den yardım isterler. Nermin, sıkıştığı zamanlarda borç para aldığı arkadaşlarını kıramaz ve Tuğde'yi kendi evine getirir.

Tuğde, tam bir zamane çocuğudur. Giyiminden, konuşmasına, yürüyüşünden, mimiklerine kadar her hareketiyle çocuktan ziyade, çok bilmiş, yetişkin bir kadın gibi davranmaktadır. Nermin, varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuştur. Genç kızlığında Cihangir'de arkadaşlarıyla ev kiralayıp kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, sol fraksiyonların faaliyetlerine katılan, zamanla sol'dan hem düşünsel hem de eylemsel olarak uzaklaşan, nihilizmi benimsemiş, tek başına yaşayan, kendi bireysel yaşam dilini deneyimleriyle oluşturmuş Nermin, Tuğde ile vakit geçirirken, geçmişini de açıklamaya başlar.

Beş günlük süren birliktelikte Nermin ve Tuğde her gün farklı bir mekâna giderler. Nermin bu mekânlarda karşılaştığı okul, iş vs. ortamından tanıştığı kız ve erkek arkadaşlarıyla hem sohbet eder hem de arkadaşlık ilişkilerini, monologlar hâlinde roman boyunca anlatır. Eşcinseller, eğitimli orta sınıf burjuva kadınlar, birbirlerinin sevgilileriyle evlenen eğitimli kız arkadaşlar, Nermin'in ailesi, bir süre birlikte olup ayrıldığı erkek arkadaşlarının anlatıldığı monologlar okurları kadınların kristal aynalarla bezenmiş iç dünyasının labirentlerine, girilmesi güç, en dip köşelerindeki sırlarına götürür.

Murathan Mungan'ın birinci tekil kadın ağzından roman yazması, olay örgüsünü Nermin karakteri üzerinden anlattırması yazarın kadınların iç dünyasını çok iyi bildiğini kanıtlıyor. Ezilen, horlanan, erkek hegemonyasında ayakta kalma mücadelesi veren zeki, saf yürekli, sinsi, kurnaz kadınlar, İstanbul'un birbirinden güzel mekânlarını betimleyen cümleler, kitabı çekici ve alımlı bir kadına çevirmiş. 

Kitabın 428. sayfasında "Meşeler Tepesi" başlığında anlatılmaya başlanan yazar Sinan karakteri, Sinan'ın hayat felsefesi, eşcinsel kimliğiyle barışık yaşaması, Murathan Mungan'ı çağrıştırıyor olsa da, "Yüksek Topuklar" takma bir kadın yazar adıyla yayımlanmış olsaydı, bu romanın bir erkek tarafından yazıldığının ayrımına varmak mümkün olmazdı diye düşünüyorum.

Şiir kitaplarını okuduğum Murathan Mungan'ın 2012 yılında yayımladığı ilk romanı "Yüksek Topuklar"ı 2104'de okumak için çok mu geciktim karar vermekte zorlanıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kitabı 5-6 yıl önce semt pazarında okunmuş kitaplar satan seyyar satıcıdan almıştım. Ancak okumaya bir türlü fırsat bulamamıştım. İtiraf edeyim, kadın sorunlarının en ince  detaylarıyla anlatıldığı monologlardan zaman zaman bunalsam da (hatta kitabın bir yerinde yazarın kendisi de bunu Nermin'in ağzından itiraf ediyor) Yüksek Topuklar'ı okumaktan keyif aldım.

Altını çizdiğim çok satır var. Kitap okurken beğendiğim, etkilendiğim satırların altını çizmeyi seviyorum. Okur ruhunun okuduğu kitaba bıraktığı iz'dir, altı çizilen her cümle. Birkaç cümle paylaşayım burada.

"Erkekleri anlamaya gelince: Erkekler anlaşılmaktan değil, anlaşılmamaktan hoşlanırlar. Onların gözünde anlaşılır olmak, ele geçirilmiş olmaktır. Bugüne kadarhiçbir kadının onları anlamamış olması, kendi haklarında kurdukları o derinlik felsefesine, o yalnızlık mitolojisine, o yarı gölgede kalmış loş erkek profiline pek uygundur ve öyle kalmasını isterler. (...) Erkekler tavlar, kadınlar ele geçirir. Sahip olunmuş bir kadın, kaderi gereği teslimiyet gününün gelmiş olduğunu kabullenir yalnızca. Ama erkek ele geçirildiğinde, bütün kaleleri düşmüş hisseder. Esir düşmüş bir komutan gibi yaşar ilişkisini." (syf.374)

"Bazı mesafeler asla kapanmaz, en yakınınızdakiyle bile..." (syf.399)

"Başı dolu kadınlar erkeğin omzuna ağır gelir, bilirim." (syf.473)

Şu cümleye çok takıldım:

"Kadınlar erkeklerden daha çabuk, daha derin küserler." (syf.283)

Yok öyle değil diyebilecek kimse var mı?

fy



24 Haziran 2014 Salı

22 Haziran 2014 Pazar

İVAN İLYİÇ’İN ÖLÜMÜ ya da YARGIÇIN TRAJEDİSİ


Her şeye küsüp tüm servetini yoksullara dağıtıp evini bırakarak yollara düşen ve kırsal bir tren istasyonunda ölüm döşeğinde zatürreden ıstırap çeken Lev Nikolayeviç Tolstoy’un son sözlerini şöyle mırıldandığı söylenir: ‘Ya mujikler? Mujikler nasıl ölüyorlar?’ *

Mujikler de Don Quixote, Napolyon Bonapart ya da Johann Sebastian Bach gibi ölmekte ve gelenin ne olduğun bilmektedirler aslında. Değişen şudur ki tarihsel süreçte modernitenin gelişimiyle birlikte, toplumda ölüm ayinlerinin dramatik içerikleri giderek boşaltılmış, hatta ölümün mekânı değiştirilmiştir. İnsanlar artık evde ailenin içinde değil de, hastanelerde yalnız başlarına ölmektedirler.

İnsanın ve toplumun en karmaşık konularına el atan, tüm yaşamı gerçekleri anlama ve inceleme yolunda geçen Lev Tolstoy’un Üç Ölüm adlı öyküsü ve İvan İlyiç’in Ölümü romanı içebakışla insanın kendi ölümünü anlama çabasını taşır.

“…Can çekişen İvan İlyiç durmadan avazı çıktığı kadar haykırıyor, kollarını sallıyordu. Eli küçük liselinin başına çarptı. Çocuk onu yakaladı, dudaklarına götürdü ağlamaya başladı. İşte o anda İvan İlyiç kara deliğe düştü, Oradaki ışığı gördü…
İçinde, ölüme karşı her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu. Hani ölüm?... Ne ölümü?...
Hiç korku yok! Çünkü ölüm de yoktu, yerine ışık vardı. İvan İlyiç, birden bire yüksek sesle:-Demek böyleymiş! dedi. Ne saadet!

Bütün bunlar onun için bir anda oluverdi ve bu anın anlamı artık değişmedi. Orada bulunanlar için ise onun can çekişmesi daha iki saat sürdü. Göğsünde bir şeyler hırıldıyor. Bitkin vücudu titremeler içinde sarsılıyordu. Sonra hırıltılar gitgide seyrekleşti. Biri üzerine eğilerek: -Bitti dedi. İvan İlyiç bunu duydu, içinde tekrarladı. Kendi kendine ‘Ölüm bitti’ dedi. ‘O yok artık’ Derin bir soluk aldı. Bu soluk alış yarıda kaldı. İvan İlyiç boylu boyunca uzandı ve öldü.25 Mart 1886’’**

Kitabı elime aldığımda vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Zamanın sayfalarını sararttığı kitabın iç kapak derkenarına baktım ‘Eylül 1990/Ankara’ yazıyordu. Demek ki Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eserini okuyalı yaklaşık 22 yıl olmuş. Faruk Erem Usta’nın Bir Ceza Avukatının Anıları’ndan hemen sonra bitirmişim bu küçük romanı. Dolayısıyla tümü Gogol’un Palto’sundan çıkan, Dostoyevski’nin Yer Altından Notlar, Kafka’nın Değişim, Dava, Camus’nün Düşüş, Yabancı romanlarını da henüz okumamışım henüz. Suç ve Ceza ise, lise yıllarında bir özet kitaptan zihnimde kalan cinayet romanından ibâretmiş.

Hukuk öğrenimime devam edip etmeme yönünde gelgitler yaşadığım bir dönemde kitabı okurken içimin daraldığını, kalbimin sıkıştığını hatırlıyorum. Kitap bittiğinde ise yargıç İvan İlyiç’in tuhaf duygu dünyası izleğinde ağır ağır ölüme giden talihsiz sürecinin asla başıma gelmemesini dilediğimi. Oysa bu satırları yazarken, kim bilir beni de benzer bir sonun beklediği düşüncesi neden o kadar ürpertici gelmiyor!

Roman yaşamının en iyi noktasında olduğunu düşünen yargıç İvan İlyiç’in, zaman içinde unuttuğu insani varoluşunu, ölümün kendisine nasıl yaklaştığını gördükçe aslında hiç yaşamadığını fark edişini, iç dünyasında büyük bir saflık, samimiyet ve sâhicilikle anlattığı uzunca bir öyküden ibârettir aslında. Ancak bu ibâretlik düzeyi, varoluşun tüm boyutlarını, insanın çeşitli yüzlerini, hesaplaşmalarını, içe bakış hâllerini kapsayan geniş bir oylumu taşımaya engel değildir.

Kezâ, meslektaşlarının İvan İlyiç’in ölüm haberini gazeteden öğrendikten hemen sonra düşüncesine daldıkları terfi, görev değişikliği, maaş artış hesaplamaları, bir yandan da ‘İşte o öldü; Ben ölmedim!’ diye avunarak, ölenin kendileri değil de başkası olmasından ötürü duydukları rahatlık, mâtem evinde cenâzenin bulunduğu ortamda, yerine getirilen biçimsel, dinsel-geleneksel davranışların yanı sıra, (eski) mesai arkadaşlarının her akşam yapıla geldiği gibi o akşam da oynanacak kâğıt oyununu planlanmaları, ziyaretçilerin yapmacık keder sergilemeleri, ölü henüz evdeyken cenaze giderlerinin aile bireylerince inceden inceye hesaplanması, eşi ve en yakın arkadaşı arasında devletten alınacak dul maaşından öte neler koparılabileceğinin açıklıkla konuşulması, öykünün baş kahramanının İvan İlyiç değil de, ölümüyle onun makâmına geçecek olan Alekseyev’in olması bile düzlemi değiştirmeyecektir.

Toplumsal kurallara titizlikle uyan bir kişiliği bulunan, bu nedenle çevresinde daima onaylanan İvan İlyiç, hiçbir aşırılığa kapılmadan tamamlar Hukuk öğrenimini. Sonrasında, başladığı memuriyette, meslekte yükselmenin yazılı olmayan ve önceleri kendine ters gelen kurallarına zamanla uyum sağlar.

Yüksek mevkideki meslek büyükleriyle kurduğu ilişkiler, nezâket, kibârlık ve dürüstlükle, neredeyse sanatkârane yürüttüğü taşra görevlerindeki, savcılık, sorgu yargıçlığı sırasında, elinde bulunan gücü bilmenin ve bunu yerinde kullanmanın verdiği hazzı yaşar hep. Bir süre sonra, görev muhitinin asîl, parlak kızı Praskovya Fedorovna’yla enikonu düşünülmüş bir evlilik yapar. Zamanla kıskanç ve huysuz bir kadına dönüşen eşine yönelttiği ilgisini-emeğini, mesleğine harcamaya başlar. Bu hırsla işine sarılır bir yandan da yargı bürokrasisinde yükseliş çabalarını sürdürür. İvan İlyiç’in tüm yaşamını, tutkuyla sürdürdüğü işi, meslektaşlarıyla sınırlı çevresi ve neredeyse her akşam katıldığı kâğıt oyunu partileri doldurmaktadır.

Kocasının statüsünü ölesiye önemseyen Praskovya Fedorovna için evlilik salt bu nedenle katlanılabilir bir yüktür. Zamanla bu aile çatışmalarında İvan İlyiç’in meslekte yükselişiyle paralel ve görece uzlaşı sağlanır, herkes kendi sınırlarına çekilir. Yıllar içinde çocuklar doğar, büyür ve gözlerinin önünde sessizce birer genç kız, delikanlı oluverirler.

Artık kendine yetmeyen statü düzeyini yükseltmek için eşinin de tahrikiyle St. Petersburg’a yapılan bir ziyarette biraz çaba, biraz tâlihin yardımıyla yargı bürokrasisinde ulaştığı yüksek mevkiin verdiği mutlulukla yeni görev yerine taşınılır. Burada seçkin bir muhitte zengin evlerine benzetilme çabasıyla döşenen konuta yerleşme sırasında, o meş’um ev kazâsı gerçekleşir. Ama olsun, yeni kentte kurulan ev ve iş düzeniyle, her yönden kusursuz olduğu düşünülen yaşantıya erişilmiştir artık.

Hay aksi! Tam da bu dönemde kazanın anısı olarak İvan İlyiç’in böğründe başlayan ağrı gittikçe artmaya başlar. Sevimsiz, ağız tadını, yaşam keyfini kaçıran bir ağrıdır bu. Önce önemsenmeyen, sonra dayanılmaz düzeye çıkan ağrılar sebebiyle girdiği ruh hâli aile ilişkilerini sürdürülemez noktaya getirince bir hekime gitmekten başka çare kalmaz.

Gizemli metinlerle mahkeme salonlarında karabuduna muktedir kılınan ‘hâkimin’, hastalığı sırasında muayene için gittiği ‘hekimin’ odasındaki zayıflığı, mujiklerin kendi önündeki duruşundan farklı değildir. Hekimin egemenlik alanında onunla üst perdeden ve anlaşılmaz tıp terimleriyle konuşması, hâkimin onun söylediklerinden hiçbir şey anlamamaktan, sorularına yanıt alamamaktan duyduğu üzüntü yeni bir çarpılmadır.

İvan İlyiç gittikçe ağırlaşan acılı hastalığıyla birlikte, sararıp solar, mahkemedeki görevini sürdürmeye çalışsa da yargılamalarını yürütememeye başlar. Her alanda hızla yalnızlaşır, yalnızlaştıkça alınganlaşır, yatak odası bile gözden uzak yere taşınır. Bedeninde başlayan yıkım, aile bireylerinin duyarsız davranışları ve işinin hızla hayatını dolduran ana varlık olmaktan çekilmesiyle ruhsal çöküntüye evrilir. Aldığı afyon ve vurulan morfin iğneleri acılarını dindirmeye, gecelerini huzurlu bir uykuyla geçirmesini sağlamaya yetmez. İlyiç ölümle yüzyüze geldiğini hissederek acıklı bir sorgulama sürecine girer. Okul yıllarında okuduğu Kiezewettwer'in mantık kitabından öğrendiği akıl yürütmede: 'Gaius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Gaius'da ölümlüdür.’ önermesi Gaius'a, yani ‘anonim’ insana uygulandığında elbette hep doğru olabilir. Ama kendisine uygulandığında kesinlikle öyle olmamalıdır. Çünkü o Gaius değildir. Öteden beri sıradan insandan ayrı bambaşka bir varlıktır. Feci bir şey olan ölüme zorla götürülmesine olanak yoktur. Böyle düşünürken aslında bir yandan da her yerde O’nun (Azrail) kendisini gözetlediği düşüncesiyle boğuşmaya başlamıştır.

Hastalıktan üç ay sonra bakıma muhtaç duruma gelen İvan İlyiç karısı, kızı, oğlu, damat adayı, hizmetçileri, meslektaşları, doktorları ve ahbaplarının artık onun ne zaman öleceğini merak ettiklerini, hatta kendisinin bile çektiklerinden ne zaman kurtulacağını bilmek istediği gerçeğini kavrar. Tüm sahtelikler içinde ev ahâlisinden yalnızca Gerasim kendisine şefkâtle davranmakta, tiksinmeden tüm işlerinde yardımcı olmaktadır. Artık yaşamdaki en yakını, hastalığı sebebiyle görmek istediği ilgiyi, çocukmuşçasına sevilip avutulmayı veren saf köylü uşak Gerasim’dir.

Odasında yalnız kaldığı zamanlarda acıdan ve öfkeden hıçkırıklarla ağlayıp, kendisiyle konuşarak, başına gelenlerden ötürü Tanrı’dan hesap sorar. Yalnızca azap çekmemek ve mutlu yaşamak istemektedir. Peki, mutlu bir yaşam nedir? Ömrünün eski güzel günleri, tatlı anıları gibi mi? Sâhi çocukluğunun kısa bir bölümü dışında aslında hiç güzel günleri, tatlı anıları olmuş mudur gerçekten? Gerektiği gibi yaşamış mıdır? Oysa bütün kurallara uymuştur. Sonuç bu mu olmalıdır?

Yaşamak mahkemede mübaşirin: ‘Yargıçlar heyeti geliyor!’ dediği anlardaki gibi midir?
‘-İşte geldi heyet! Ama suçum yok benim. Öyleyse niçin?’

Birçok kez çocukluğunun saf ve mutlu zamanlarını anımsar. Bu anımsamalar gerilere, yaşamının başlangıcında aydınlık bir noktaya götürür onu. Zamanla kararan ışıktan nokta.

Ya bütün yaşamı, bilinçle yaşadığını sandığı ömrü gerektiği gibi değilse. Uğruna savaşım verdiği, kimi zaman belli belirsiz iç huzursuzluklarıyla uyum sağladığı meslek yaşantısı, dört elle sarıldığı görevine ilişkin algıları, hatta ailesinin kuruluşu, kısaca tüm doğru sandıkları temelden yanlış ise? Yapay ve yüzeysel değer yargılarına göre tüketilen bir hayat aslında yaşanmış mıdır?

Klasik toplumsal anlayışın değer yargılarının çarpıklığı ekseninde ideal bir bireyin tanımı ölüm gerçeği göz ardı edilerek inşa edilmiştir. Toplumun hayatın amacı ve anlamı sorusuna verdiği yanıt, maddi başarı ve yüzeysel mutluluk anlarıdır. Ölümle, kıvrandıran acılarla, yalın gerçeklerle yüzleşmiş bireyin anlam dünyasında ise bunların karşılığı yoktur. Genel düzlemde aydının, özelde hukukçunun ve daha özelinde yargıcın, toplumdaki bireylerin yalnızca kendisini düşünüp, kişisel çıkarlarının peşinde ömür tükettiği düzende, birincil sorumluluğu erdem ve bilgeliği arama çabasıdır. Çünkü ölüm, er ya da geç, nasıl olsa gelecektir. Sokrates’in diliyle: ‘Güç olan ölümden kaçınmak değil kötülükten kaçınmaktır. Çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar’

Yaşamın anlamı ve amacı nedir? sorunsalına çarpanlar, yani yüzleşenler, yani sakatlar ve ölüm döşeğindekiler, bu sorunu kendi başlarına çözmek zorundadırlar. Çünkü toplum, yaşam hakkında ayrıksı düşünenleri dışlar. Yaşlılar, ölümle yüzleşenler, toplum tarafından sürekli mızmızlanan fazlalıklar olarak görülürler. Onlar toplumun canlılık enerjisinin dışında kalan, çürümüş, bunamış, eskimiş insanlardır. Oysa ölümün aynasından bakabildikleri için, bu ‘fazlalıklar’ gerçeği en yalın görenlerdir.

İvan İlyiç’in gıyâbında, hastalığının kendi kusurundan kaynaklandığını, iyileşememesinin ise tedâvi kurallarına uymayan mızmızlığının sonucu olduğunu anlatıp duran karısına son kertede sitemle söylediği: ‘Allah rızası için bırakın da rahat öleyim’ sözü; Her zamanki teatral biçimsellikle acılarını hafifletmeyi öneren doktora: ‘Onu da yapamazsınız artık. Bırakın’ demesi, ölüm gerçeğini bilmenin ötesinde, ona teslim olmaktan başka yol kalmadığını anlayan adamın yalın gerçekliği kavrayışıdır.

Sayıklamalar, sayıklamalar… Üç gün boyunca süren çığlıklar, çırpınışlar. Ölüm kararı infaz edilen adamın cellâdın karşısındaki çabası gibi beyhûde. Ve İvan İlyiç’in deliğe düştüğü o an…Her okuyucunun duygu/zihin dünyasında kendinden kılması, kendi varoluşunu sorgulamasını gerektiren o an.

Başlangıçta Tolstoy’un adını Bir Yargıcın Ölümü olarak koyduğu öyküye ilişkin ana fikir ve temanın 1881 yılında, Tula Mahkemesi’nde yargıçlık yapan İvan İlyiç Meşnikov’un öldüğünü duyduğunda aklına geldiği; Meşnikov’un kardeşinden olayın ayrıntılarını öğrendikten sonra, anlatının ölümle önce mücâdele eden, sonra da kendisini ona bırakan bir adamın günlüğünü kaleme almaya başladığı; Ancak zamanla öykünün eğer üçüncü kişinin ağzından anlatılırsa, trajik boyutunun derinlik kazanacağını görerek günlüğü, bir romana dönüştürdüğü bilinir.

İvan İlyiç’in Ölümü… Mesleği gereği insanoğlunun en sıradan, olağan gündelik faaliyetleri yanında onun en mahrem, en yüksek ve en aşağı hâllerine tanık olan yargıçın trajedisidir. Ülkenin ıssız köşelerinde görev yaptığı dönemde, yanında Tanrı’dan ve Devlet’ten başka kimsenin bulunmadığını düşündüğü taşrada çöreklenir bu düşünce zihninde. Yargıcın ölümle karşılaşması elbette kendi ölümünden ibâret değildir.Yargıç ve savcı meslek yaşamı boyunca ölümün bir süje ve ölünün obje olarak yüzlerce, binlerce sûretini görür.

Ölüm olgusuna karşı kimilerinde açık bir korku, kimilerinde belli belirsiz bir ürküntü ve merak ile başlayıp zamanla teşrih masasında parçalanmış gövdelerin, yaşlı, genç, kadın, erkek, çocuk ve bebeklerin otopsi işlemlerine tanık olma; Bu tanıklığın yarattığı travmanın ‘meslekte deneyim’adıyla kanıksanması, ölümün hep başkalarının ölümü olarak kabulü ile nekâhet evresine girer. Ne var ki olguyu bastırma, yâdsıma, mantığa bürüme veya humor görüngülü bu savunma mekanizmaları sonsuza kadar sürmeyecektir.

Ölüme gittiğini bir gece yatakta iken aniden duyumsar yargıç. O zamana dek görmediği, görmek istemediği gerçek tüm çıplaklığıyla karşısındadır. Ölmekte olduğunu kalbinin derinliklerinde hissetmesine karşın ilkin bu düşünceyi kabullenemez. Ölüm düşüncesini içselleştirmenin kahrını yaşadığı sırada ise etrafındakiler onu yeterince anlamaz ya da anlamak istemezler. Dünyada her şeyin eskisi gibi gittiğini sanırlar, sıra dışı hiçbir şey yokmuş gibi hatta İvan İlyiç’i yok sayarak gündelik yaşamlarına devam ederler. Tıpkı bir zamanlar kendisinin yaptığı gibi. Öyle ya, elden ne gelir yaşam devam ediyordur.

Bir gece eğlenceden dönen ailesinin evin diğer bölümlerinden, ölüm odasına gelen ‘yaşama’ sesleri çıldırtır onu. Çektiği acının dayanılmazlığı içinde ve öfkeden boğularak yattığı yerden karanlığa bakıp gerçeğini ifşâ eder kendine:‘Hiçbir şeyin önemi kalmadı artık. Ölüm! Evet ölüm!... İçeridekilerin hiçbiri bilmiyor bunu. Bilmek istemiyorlar. Acımıyorlar. Sadece gülüp eğleniyorlar. Hiçbir şey umurlarında değil. Ama bir gün kendileri de ölecek. Bugün ben, yarın onlar… Fakat mutlaka ölecekler. Bundan kurtuluş yok. Gülüp oynasınlar bakalım. Hayvanlar!’

İnsanın kendi varlığının anlamı üzerine yaşadığı dehşet İvan İlyiç’in temel sorunsalı olarak ortaya çıkar. Yargıç yargılama ediminin bir aktörü olarak, ölümün ve yaşamın ebedi meydan okumaları ile karşı karşıya geldiğinde, aslında her yargının ve kendisinin bu evrensel metafizik meydan okumanın muhatabı olduğunu, yaşamın ve ölümün sonsuz mahkemesinde bir yargılanana dönüştüğünü görür. Bu görme yargıcın formel dünyanın ve aldanışların düzenlenmiş güzergâhının bir serâba dönüşümünü deneyimlemesini başlatır. Aslında her mahkeme, her karar yargıcın kendisi hakkında gerçekleştirdiği bir pratiğe dönüşür. Bu yönüyle yaşıyor olmanın, varoluşun dayanılmaz dünyası ile karşıya karşıya kalma durumu ortaya çıkar. Evrensel mahkeme yargıcın, yargının kendi mahkemesidir.

Tolstoy, İvan İlyiç Meşnikof’un şahsında bireyin ölüm sürecinde yaşadıkları kılavuzluğuyla, tanrısal bir iş yaptığı vehminde olan hukukçunun, insan olarak ölüm karşısındaki çâresizliğini, onu ilkin reddedip sonra yavaş yavaş kabullenip, en son teslimiyetinin arzuya dönüştüğü ölüm olgusunun hiçbir statü, varlık, yaş, cinsiyet ayrımı yapmaksızın tüm insanları eşitlediği hükmünü derinlikli bir kurguyla verir.

Ölüm insanın sonlu metafiziğinin bir penceresidir. Ölüm ve yaşamın diyalektiği, insanın anlam arayışının kaynağıdır. Ölüme karşı tutumumuz yaşama vereceğimiz yanıtın adresidir. Çünkü ‘sorular beklemez, yanıt isterler.’

Aslında bir yargıç olarak İvan İlyiç Meşnikof sembolik bir figürdür. O yaşamın ve ölümün kıyısındaki insandır. İnsan anlam anaforunun ortasındadır. Yargı bu anlam seçimi ile ilgilidir. Bu bağlam, değerler dünyasındaki etik insan biçiminin, kendi iç evrenindeki derin karşılığının anlamını özümseyip hiçbir zaman hatırından çıkarmaması, yasaların uygulanması şeklindeki eylem sürecinin bir yargı teknokratlığıyla sınırlı olmayıp insanın künhüne/ontolojisine bir projeksiyon tutma işlevini ıskalamaması gerektiğini anımsatır.

Yargıç, kürsüsünde iken usûl kuralları çerçevesinde salt teknik işlemler bütünü olarak gördüğü yargılama eyleminde insani tutumunu/duruşunu sergilemede turnusol kâğıdı işlevi gören olgularla sınanır her gün. Nice zaman sonra meslekte profesyonelleşme adına her türlü duygudan, tepkiden uzaklaşarak küntleşmesine neden olan maskı’nın, halk deyimiyle ‘mahkeme duvarı’ tutumunun zamanla gösterişli bir yansıtma olmaktan çıkarak kişiliğine dönüştüğü gerçeğini unutur.

Toplum içinde giderek yükselirken, meğer hayatta hızla aşağı düşüyormuşum’ itirafı yargıcın mesleğini ifâ ederken içinde bulunduğu normlar hiyerarşisine paralel makamlar hiyerarşisinin ve yargılama eyleminin seremonik atmosferinin aslında bir göz bağı (illusion) olduğunu çok geç kavramanın hayıflanışıdır. Burada insanın kendi otantik varoluşsal boyutlarını yitirmesi karşısında onu bekleyen çölleşmeyi de estetize eder. Varoluşsal yabancılaşma bir anlam yitimi olarak karşımıza çıkar. Yaşamı hiçleştiren konformizm yine bir öz yıkım olacaktır. Trajedi ise yükselirken düşüştür. Bir anlamda ‘ihtişam ve sefâlettir’. Statü göstergelerinin gönderiminin kifâyetsizliğidir açığa çıkan. Ölümün ve yaşamın dansı bütün bu göstergeleri soldurmuştur. Düşüş yargıcın yargısında kendine dönmüştür bu kez.

Yargıçlar, savcılar, avukatlar. Hukukçuların önemli bir kısmında teatral seremoniler, ünvânlar, cübbeler içinde sergilenenen duruşta, ıskalanan çoğu kez yaşamın sahiciliğidir. Bilim temelli normatife, içkin hikmet merceği ile bakamayan her gözü bekleyen, yargıç İvan İlyiç Meşnikof’un âkıbetidir aslında. O kendi varlığının gerçeğine ulaşmayı, değerler bilgisine ilişkin akıl karışıklığını gidermeyi, ancak iç evreninde çıkacağı yolculukla çözebilecektir. Tüm sıfatlarını, ünvânlarını, statülerini, içtikçe susatan tuzlu hırslarından oluşan ağırlıklarını, bu iç yolculuğunun evrelerinde birer birer atmakla, onu köleleştiren bağlar çözülecek, özgürlük ve kurtuluşu ayaklarının dibine düşecektir.

Cübbesini mesleğinin onur simgesi olarak gören -belki görmesi gereken- yargıç, onu giymekle insanın en özeline müdâhil olma yetkesini içeren bir iktidar türünü elde etmişse de, ancak iç evreninde bu cübbeden sıyrılmakla Asıl Benliği’ne, öz varlığına kavuşabilir.

Son yollamada, Çağdaş Türk şiirinin öncülerinden biri olduğu yeni yeni anlaşılan Asaf Hâlet Çelebi’nin Cüneyd şiiriyle diyelim ki:
‘…
aç cübbeni cüneyd
ne görüyorsun
görünmeyeni
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu’***

Metin Dikeç

*Mujik:(Rusçada) Köylü erkek sınıf
**İvanİlyiç’in Ölümü- L. N. Tolstoy/ MEB Yayınları 1990
***Om Mani Padme Hum-Asaf Hâlet Çelebi/Adam Yayınları 1983