Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Aralık 2014 Salı

KARŞI TARİH

                             I

Biz Sultan'la
Kadıköy'de tartışırken birdenbire dedi ki
"Eğri olan düzelmez, vakitlice noktayı koymak gerek!"

Oysa bizim Üsküdar'da
Aziz Mahmut'tan beri kalbi kalbe birkaç kere sararlar
Vücüt iklimi buza kesmeden, istihareye yatmadan
Olur mu hiç ilk rüzgârda gamzeleri devirmek

                             II 

Ben bu yeni hallerimi Benjamim'e de danışırım
Terazinin çünkü bir kefesinde tarih oturur
Öbüründe ıslak beze yatırılmış ağrılar
Bir de temiz kalpli iktisat vardır, tartıcı
Hediyesiz günleri daradan sayar

İşte biz kalkıyoruz masadan
İki soğuk çay ve bir ayrılık ne kadar tutar?

                             III

Benim davudi bir sesim yok Lidyalı kardeşlerim
Herkes birbirini üzüyor burada çok üzüyor
Biriniz bağırsın, efendimiz belki duyar

Ali Ayçil
Dergâh Dergisi Aralık 2014, Sayı: 298

27 Aralık 2014 Cumartesi

Yürekteki Hayvan


"Sustuğumuzda itici oluyoruz, dedi Edgar, konuştuğumuzda ise gülünç."

Herta Müller/Yürekteki Hayvan syf.9/syf.201

24 Aralık 2014 Çarşamba

Bir günlük Ankara yolculuğu


Dün bütün günü eğitim aktivitesi için gittiğim Ankara'da geçirdim. Öğleden sonra biten programın ardından Beşevlere, Tandoğan Meydanına, müşterilerine ıspanaklı ve sade İzmir Boyozu seçeneği de sunan cafeye uğradım. Cafe'nin sahipleri el değiştirmişti. Ve böylece Ankara'da, belki de sadece Tandoğan'da bulabileceğiniz İzmir Boyozunu tatma olanağı da ne yazık ki ortadan kalkmıştı. Cafe'de bildiğimiz poğaça türleri vardı ama menüsünden İzmir Boyozunu çıkaran mekân, ruhunu yitirmişti sanki. Oturup, iki kişilik sıcak bi'çay içmek, iki kişilik ıspanaklı boyoz yemek istemiştim. Olmadı. Orada kısa süre gezinip Tandoğandan ayrıldım ve metroyu kullanarak Kızılay'a geldim.

Ankara bildiğimiz Ankara, Kızılay bildiğimiz Kızılay'dı. Kalabalığın içinden sıyrılarak Kurtuba'ya, Birleşik Kitabevine baktım. Dergileri, kitapları inceledim. Yılbaşı bileti aldım bi'tane. Bakarsınız bu seneki talihlilerden birisi ben olurum.  :) 

Dergâh'ın Aralık sayısını Birleşik'ten aldım. AŞTİ'ye gelinceye kadar okuduğum Dergâh'ta Ali Ayçil'in şiirine işaret koydum. Emine Batar'ın "Olduğu Gibi" isimli öyküsündeki kurgu bana pek inandırıcı gelmedi. Öyküde bir kazada travma geçirerek akıl hastanesine yatmış ve iyileştikten sonra baba evine dönen bir adam anlatılıyor. Sokaktaki adamı mahallenin kasabı görüp tanıyor ve kasap dükkânının içinde konuşmalar başlıyor. Buraya kadar tamam, sorun yok. Kasabın konuşmalarından adamın karısının bir başkasıyla evlendiği ve evi terkettiği anlaşılıyor. Gerekçe şu: "Kazada sen travma geçirip hastaneye yatırılınca...(...) Çocuk küçüktü...(...) Birinin korumalarına ihtiyaçları vardı."

Bu ifadeler üzerine öykünün başlangıcındaki "Babası apartmanın ikinci katında oturuyordu. Elini zile uzattı ama basmadı" cümlesini ve öykünün sonuna doğru kullanılan "Babasının olduğu apartmanın önünde durdu. Başını kaldırdı ve balkon demirine tutunmuş sokağı seyreden titrek ihtiyarı gördü" cümlelerini düşündüm. Kurgu bu cümlelerle birlikte benim zihnimde inandırıcılığını yitirdi. Çünkü bu cümleler adamın karısının birilerinin korumasına ihtiyaçları olduğu bu yüzden kadının başkasıyla evlendiği savıyla örtüşmüyordu. Baba hayattaydı. Mülkiyeti "babasının üzerinde olduğu" çağrıştırılan apartman vardı. (Burada "babasının olduğu" nitelemesiyle mülkiyet değil ikamet edilen bir yer bildirimi amaçlanmışsa "babasının oturduğu" şeklinde bir ifade tercih edilmeliydi.) Belli ki babanın maddi durumu iyiydi. Üstelik bizim toplumsal kültürümüzde hiçbir kadın (çok marjinal vakalar hariç) hasta kocasını terketmez, başkasıyla evlenmezdi. Hele hele kocasının  ailesi hayatta olduğu sürece, koca iyileşip eve dönene kadar gelin ve torun emanet bilinir, aç ve açıkta korumasız bırakılmazdı.

Ben yukarda açıklamaya çalıştığım sebeplerden ötürü öyküdeki kadının çocuğunu da yanına alıp evden gitmesini, başkasıyla evlenmesini inandırıcı bulmadım. Çünkü kadınlar vefalıdır. Evine, yurduna sahip çıkar, olağanüstü durumlar haricinde kolay kolay yuvasını dağıtmazlar. Bir kadının kocasını ihanet, şiddet, fuhşa teşvik, namus davaları ve çok özel sebepler dışında terkettiği bu toplumda görülmüş şey değildir.

Yazar; bu öyküde, öykünün kahramanı adamı baba evi yerine kendi evine dönecek biçimle kurgulamalı, adamın baba evinden de, babasından da hiç bahsetmemeliydi diye düşünüyorum.

Dergâh'ın ardından otobüste yol boyunca Asena Gülsüm Güneş'in "Kassandra" isimli kitabını okudum ve bitirdim. 

Önümüzdeki günlerde fırsat bulursam "Kassandra" hakkında da düşüncelerimi yazarım.

Okunacaklar sırasında Aslı Erdoğan'ın "Kırmızı Pelerinli Kent"i var. 

Hayat Kızılırmak gibi, böyle akıp gidiyor işte...

fy


23 Aralık 2014 Salı

İki Kişilik


Bırak, hücrede bir mum olsun gözlerin
bakışın da bir fitil,
bırak, onu yakacak kadar
kör olayım.

Hayır,
Bırak, başka türlü olsun.

Çık evinin önüne,
eğerle benekli rüyanı,
bırak, konuşsun nalları,
ruhumun zirvelerinden
üfleyip temizlediğin karlarla.

Paul Celan

21 Aralık 2014 Pazar

21 Aralık kısa öykü okuma etkinliği


Bugün; yılın en kısa günü olan 21 Aralık gününü, Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği'nin organize ettiği ve Oda Tiyatrosu Yılmaz Güney Sahnesi'nde buluştuğumuz 58 edebiyatçı ile birlikte öyküler okuyarak uğurladık.

Aslı Erdoğan'ın bir söyleşisinin de yer aldığı (ki bu vesile ile Aslı Erdoğan'la da yüz yüze tanışma fırsatı buldum) organizasyonda ben de "Empati" isimli öykümü okudum. Öyküyü merak edip okumak isteyenler için linkini buraya ekliyorum: http://mabelard.blogspot.com.tr/2014/03/korku-gunlugu_13.html

Etkinlik başlamadan önce, etkinliğin yapıldığı sahnenin girişinde açılan küçük standa, Ayna İnsan Dergisi'nin 13. sayısını da yerleştirerek doğuşunda yer aldığım ve sanki çocuğummuş gibi sevdiğim derginin okurlarla buluşmasına küçük de olsa bir katkı sağladım. Ercan Dansuk ve Nilüfer Altunkaya ile kısa süreli sohbet etme imkânı buldum. 


Öykü eleştirmeni Ayşegül Tözeren'in koşturmaktan epeyce yorulduğu etkinliği, katılımcılarla birlikte kırılmış narları yiyerek sonlandırmak, günün en keyifli anlarından biriydi. Kısaca, her yönüyle verimli bir etkinlik oldu diyebilirim.

Şu bilgiyi de belirtmeden geçmek istemiyorum. Verilen arada etkinliğe katılan yazarlarla üçer-beşerli gruplar hâlinde konuşurken, yazar arkadaşlardan biri okuduğum "Empati" isimli öykümle ilgili herkesin içinde övgü dolu sözler söyleyince hem şaşırdım hem de mutlu oldum. Öykünün finalindeki sürpriz sondan etkilendiğini, bu öyküyle vermek istediğim mesajı çok anlamlı bulduğunu belirten yazar arkadaşa öykülerin finallerinin de tıpkı şiirlerin finalleri gibi güçlü ve vurucu olması gerektiğini önemsediğimi anlattım.

Dönüş yolunda Herta Müller'in "Tek Bacaklı Yolcu" isimli kitabını okudum.

Aslı Erdoğan'ın adıma imzaladığı kitabı "Kırmızı Pelerinli Kent"i ise sanırım bu hafta içinde okumaya başlarım.

Albert Camus: "Edebiyatın olduğu yerde umut vardır" der.

Umudumuzu korumak dileğiyle...

fy




15 Aralık 2014 Pazartesi

Dergâh Dergisi 298.Sayı


Şiir, deneme ve kitap tanıtım yazılarımdan sonra üzerinde yoğunlaştığım öykülerimin yayımlanma sürecine, Dergâh Dergisi Aralık 298. sayısında yayımlanan bir öykümle başladık.

İyi okumalar...





11 Aralık 2014 Perşembe

Yeni Bir Mevsimde Kurulan Dünyalar


Okuyanlar, bir şekilde duyanlar hemen anımsayacaktır. “Türkiye’de ne kadar futbol varsa o kadar edebiyat var” sözü Fethi Naci’ye aittir. Fethi Naci, bu sözleri söylediği dönemde Türkiye’de o dönemde var olan edebiyatın farklı bir boyutuna dikkat çekmek istiyordu muhtemelen. Niçin? Çünkü o yıllarda futbolun merkezi üç büyükler olarak bilinen İstanbul kulüplerinin tekelindeydi ve bu tekelin, merkezin dışında kalan taşra tarafından kırılması ancak Trabzonspor’un şampiyon olmasıyla mümkün olmuştu.

Şimdi durup dururken hangi sebeple bunları anımsatma ihtiyacı duydum, açıklayım. Trabzon doğumlu ve Trabzon’da ikamet eden Serkan Türk, 4.öykü kitabı “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim”le yıllar evvel Trabzonspor’un futbolda yaptığı değişimi, tıpkı edebiyatta yapacak gibi görünüyor da ondan.

Çünkü edebiyat, ana malzemesi dil olmak üzere insan yaşamının bütün safhalarını içine alan, düş gücüyle beslenen, ortaya koyduğu anlatım teknikleriyle bireyi, toplumu ve bütün dünyayı, merkezi hegemonyaların boyunduruğu altına girmeyi reddederek yansıtan bir sanat dalıdır ve öykü de bu sanatın estetikle kurgulanmış bir dalıdır.

"Edebiyat; aynı zamanda kurguda doğruyla yanlışın karşıtlığının asılı durduğu olanaklı dünyalar, hayali ama metaforik olarak doğru ve böylece gerçeklik algımızı güçlendiren dünyalar kurar."(1)

Oniki öykünün yer aldığı kitapta yazar; takıntılı, çevresiyle ve yaşamla uyum sorunu çeken, bir taraflarında eksiklik, olmamışlık duygusu taşıyan bireylerin gündelik hayatlarını anlatıcı karakterler üzerinden dolaysız bir anlatım dilini tercih ederek kurgulanmış dünyalar kuruyor. Ki yazarın bu tercihini kitapta yer alan öykülerin gerçek dünya, anlatma olgusu, işlevler, eylemler, tümceler gibi düzlemlerle birlikte düşününce “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” in kendi içinde bütüncül bir yapı inşa ettiğini görüyoruz.

Serkan Türk’ün dipnotlarından büyük çoğunluğunu Almanya/Berlin seyahati sırasında yazdığını öğrendiğimiz öyküler “Hitler Ve Yoldaki Üç Kişi” nin anlatımıyla başlıyor. Tren’de çekirdek çitleyen, müzik dinleyen, yaprak sarma yiyen, yüksek sesle konuşan insanlardan rahatsız olan ve bir an önce oradan uzaklaşmak isteyen, uzaklaşamayınca da susup oturmak zorunda kalan takıntılı bir insan profili çıkıyor karşımıza. Hatta öykünün kahramanı takıntılı olduğunu saklamaz. Muhataplarına: “Takıntılıyım. Çekirdek çitlerken siz, beynimin içine doğru su aygırları koşuyor sanki” demekten çekinmez.



Kitaba adını veren öykü “İnsanlar ölür, elbiseleri kalır geriye” cümlesiyle başlıyor. Eşini genç yaşta kaybetmiş bir adamın takıntıları psikolojik yaklaşımla ele alınıyor. “Sekiz güzel yıldan sonra aniden hastalanıp rahmetli oldu benim hanım. Ev başıma yıkıldı. Sofa bir mezara döndü. Yatak odasının kapısını açamaz oldum. Mutfak masasının üzerinde ne varsa küflendi. Gün boyu kanepeye uzanıp uyuyor gibi yapıyordum. Uyumuyordum. Gözümü kapadığımda onun gözü, onun elleri, onun olan her şey beliriyordu. Aniden gözü bir cam parçası gibi kırılıp dağılıyordu. Eline uzanacak gibi oluyordum. El asırlık bir ağacın köküne dönüyordu, sarılmaya doyamadığım gövdesi kuruyup iskelete. Kapatmamak için zorluyordum gözlerimi. Bu defa eşyalar üzerime geliyor, sandalye yürüyordu sanki odanın içinde. Pencereler kirden sokağı göstermez oldu. Bir odanın içinde mahkûm gibi yaşamaya başladım.” Bu cümlelerde yazar, öykü kahramanının içinde bulunduğu zihinsel süreç ve bilinçdışı unsurlar arasındaki ilişkiyi bir psikanalistmiş gibi ortaya çıkarıyor.

“Kalbim Oyuncak Bir Gemi Senin Sularında” başlıklı öyküyü okumaya başladığınızda Serkan Türk’ün “Uzak Yaz” ve “Rüzgârlı Camlar” isimli öykü kitaplarındaki “Öldüğümde Ağlamadım” ve “Şal” isimli öykülerini anımsıyor, orada kaldığınız yerden ve bu defa cinayeti işleyen karakterin dilinden anlatılan öyküye devam ediyorsunuz. Bu öyküdeki final cümlelerinde kullanılan şiirsel üslup dikkate değer. “Kalbim oyuncak bir gemi senin sularında, demiştim biliyorsun. Durmaksızın yalpalayan bir gövde düşün, öylece yalpalıyorum. Eksiğimin ve fazlalığımın sen olduğunu biliyorum.”

“Küçük Şeyler” isimli öyküde takıntılı insanların hayatlarını anlatmaya devam ediyor Serkan Türk. “Çocuk doğurmak istememişti. Zaten şimdi çocuk sahibi olmak istese bile yaşı sorun olabilirdi. Karga sürülerinin ardından koşturduğu köyde tanıdıkları bir komşu kadın vardı. Kadın üst üste dört doğum yapmış ve her çocuğu problemli dünyaya gelmişti. Otistik bir çocukla ne yapardı?” cümleleri, çocuk sahibi olmamış, çocuk doğurmaktan kaçınmış bir kadının takıntılarını işaret ediyor bu öyküde.

“Fotokopici Dükkânı”nda yöresel şive kullanan yaşlı kadının (Ayşe Teyze) konuşmaları öyküye folklorik renkler katılarak öykü dilinin zenginleştirilebileceğinin göstergesi gibi algılanabilir. “Boyu devrilsun, inşaat yapayrum diye diye baturdi bizi. Haçan anlamaysin ne diye zorlaysin kendini. Gelsun, alın nesi varsa kıçindan. Vermem ineklerumi. Onlar benum.” Fakat öyküdeki ana karakterlerin dışında çok fazla yan karaktere yer verilmiş olması bu öykünün belki de tek olumsuz yanıdır diye düşünüyorum.


“Wannsee’nin Mavi Suları”nda kızkardeşini merak eden, onun sarararak öleceğinden endişe eden takıntılı bir abla, “Ailenizden Biri Beklenmedik Bir Anda” da hastalıklardan, romatizmadan bunalmış, sıcak iklimlere takıntılı bir kadın çıkıyor karşımıza.

Gösterişsiz, birbirinden sakin hamlelerle öykü ağacının zirvedeki dallarına doğru tırmanışını sürdürüyor, Serkan Türk.

Başlarken; edebiyat, ana malzemesi dil olmak üzere insan yaşamının bütün safhalarını içine alan, düş gücüyle beslenen, ortaya koyduğu anlatım teknikleriyle bireyi, toplumu ve bütün dünyayı, merkezi hegemonyaların boyunduruğu altına girmeyi reddederek yansıtan bir sanat dalıdır ve öykü de bu sanatın estetikle kurgulanmış bir dalıdır demiştik. Bu cümleden hareketle “Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim” gerek estetik kurgusuyla, gerek anlatım teknikleriyle sıradan bir öykü kitabı olmaktan ziyade yazarın gerçekle düş gücünü harmanlayarak kurguladığı, bireysel veya toplumsal takıntıların odağına yerleşmiş insani kaygıları çok yönlü dile getirdiği bir eserdir diyebiliriz.

Hepimizin ruhumuzdan silip atamadığı, kurtulmak isteyip de bir türlü kurtulamadığı takıntıları, batıl inanışları mutlaka vardır değil mi?

Cevabınız evetse, işte sırf bu yüzden "Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim"i okuyunca yazarın hakkını teslim edeceğinize inanıyorum.

İyi okumalar.

Fatih Yavuz Çiçek

Kaynak:
(1) Massimo Fusillo, Edebiyatta Estetik, syf.149

Şiir dünyadadır, dilde değil


"Ben tek bir dünyaya inanıyorum. Arkada var olduğu söylenen ikinci dünya bana göre birinciye aittir. Kanımca, şiir dünyadadır, dilde değil. Dilin şiirselliği saçmalıktır, dünyanın şiirselliği vardır. Dünya, biraz abartılmış gelebilir. Belki bakış denilebilir. Bakışta yoksa dile de gelemez. Nasıl gelsin ki?  Dil benim için kokusuz, tatsız ve renksiz bir şeydir ve dille ne yapılabileceği bireysel olarak herkese göre değişir. Dil sadece taşır/aktarır. Kendi başına içerik değildir, sadece içeriği aktarır. Anlamlandırma - Neyin anlamı vardır? Bilmem. Başka şeylerde olduğu gibi, bunda da öyle. Bir anlamın olması ile yetinmek durumundayız, yoksa yaşayamayız. Yazmak da öyledir, ortada benim her gün, gözümü açıp, sabah oldu, yeni bir gün başlıyor dediğimde kafamda oluşan anlamdan başka bir şey olduğuna inanmıyorum. Ölümden öte anlam ise beni ilgilendirmiyor. (…) Bir kâğıda basılı olan yapıt bir nesnedir. Ama kafatasımda olan bir metin, kafatasımda olduğu sürece benim için bitmiştir. Bu haliyle metin benim ötemde anlam kazanmaz ve onunla meşgul olduğum andan daha uzun yaşamak için bir şans bulamaz. Bu rahatlatıcıdır. Bir ayakkabıcı ya da terzi ya da ağaç diken herhangi bir kişi, aynı sorunla karşılaşır, ürettiğimiz her şey bizden daha uzun yaşar. Ve bunun bir anlamı yoktur. Demek istediğim, ağacın bir anlamı var mıdır? Belki ağaç olduğu için bir anlamı vardır. O zaman bir metin de metin olduğu için bir anlama sahiptir.“

Herta Müller

10 Aralık 2014 Çarşamba

Beni Sorarsan


Beni sorarsan,
Kış işte
Kalbin elem günleri geldi
Dünya evlere çekildi, içlere
Sarı yaseminle gül arasında
Dağların mor baharıyla
Sis arasında
Denizle gül arasında
Yanımda kediler, kuşlar
Fikrinden dolaşıyor

Hiçbir iktidarı sevmesem de
Sobanın iktidarında
Çarpışa çarpışa nasılsa
Büyüyebilen kızlar
Uslu, sakin, ölümü bekliyorlar
Yaşlılık
Dev mi oldular, başkaları
Üstüne üstüne gelip korkusuz
Güçlerini deniyorlar

Gülten Akın
kitap-lık, Mart-Nisan 2013, Sayı:166

9 Aralık 2014 Salı

Gece Uyurken


"Hakikat şiddetli bir mazoşizm duygusunu yaşatır insana."
Eren Aysan/Gece Uyurken, syf.15

6 Aralık 2014 Cumartesi

Fasl-ı DEY



size geldiğimde
bir tesadüfün güzelliğini kutsuyordu zaman

ân karaydı, düş beyaz 
avuçlarımızda mavi bilye sıcaklığı
sesimiz cemre gibi ateşlenmeyi biliyor
yüzümüzden akıp geçiyordu gümüş nefesli kadran

siz fasl-ı dey; ben gamlı hazan
ince belli bardakların deminde süzülüyor
kirlenmiş hayattan, ikiyüzlü tarihten soyutlanmış
imbattan, kırık dal uçlarımızdan konuşuyorduk

sonra ne çok iyimser; ne de fazla kötümser
başakların cana can katan payitahtına doğru yürüdük
ardından ebrulî şiirler okuduk göz göze
örneğin, "cinayet kışı" nı sevdik
dilimiz yağmurla birlikte çözülmüştü birhan’dan

akşamdı, gün ağmıştı
gönülsüz
ve bir veda cengiyle indik düş ekspresinden

merakta mısın bilmiyorum fakat doğrusunu istersen söyleyim
pervâne kuşlarından hiç farkım yok şimdi
tenimde mânâsı güç serin bir güz ağrısı
yine kuzeye döndüm,  kuzeyde eskimeyen nâr-ı beyzaya

çünkü her nâr-ı beyza
hayatın değişmeyen uzamına direnirken buluyordu gerçek rengini
çünkü rüzgârla yarışan kanatları kılıçla değil
düşlerin ölümüyle kırılmıştı namağlup kuşların

Fatih Yavuz Çiçek

5 Aralık 2014 Cuma

Gülüşün ve Unutuşun Kitabı


"Mirek yazgısına vurgundu. Yazgısı, Mirek için küçük parmağını bile kımıldatmak niyetinde değildi. (onun mutluluğu, güvenliği, iyiliği ve sağlığı için) Oysa, Mirek yazgısı için elinden gelen her şeyi yapmaya hazırdı. (yüceliği, açıklığı, güzelliği, biçimi ve kavranabilir bir anlamı olması için) Kendisini yazgısına karşı sorumlu buluyordu ama yazgısı ona karşı sorumluluk beslemiyordu." syf.19
"Kadınlar güzel adam aramazlardı. Onlar güzel kadınları elde etmiş adamları ararlardı." syf.20
"Barışa tutkun insan her zaman gülümser" syf.90
"Bir şairin gururu sıradan bir gurur değildir. Yalnız şair bilir yazdığı şeylerin değerini. Ötekiler bunu ondan çok sonra anlarlar, belki de hiç anlamayacaklardır. Dolayısıyla gururlu olmak, şairin görevidir. Eğer gururlu değilse kendi yapıtına ihanet etmiş sayılır." syf.174
"Bir halkı ortadan kaldırmak için, belleğini yoketmekle işe başlanır" diyordu Hübl. Kitaplarını, kültürlerini, tarihlerini yok ederler. Bir başkası onlara başka kitaplar yazar, bir başka kültür verir, bir başka tarih uydurur. Ve böylece halk, yavaş yavaş ne olduğunu, daha önce ne olmuş olduğunu unutmaya başlar. Çevresindeki dünya da onu daha çabuk unutur." syf.199
"Çünkü aşk bitmeyen bir sorgulamadır. Evet, aşkın bundan daha iyi bir tanımını bilmiyorum." syf.203
"Çünkü anlamak karşısındakiyle kendisini karıştırmak, onda kendini bulmaktır. Şiirin sırrı buradadır. Sevdiğimiz kadınla kendimizi tüketiyoruz, inandığımız fikirlerle kendimizi tüketiyoruz, bizi heyecanlandıran bir görünüm karşısında kendimizi tüketiyoruz." syf.181
Milan Kundera/Gülüşün ve Unutuşun Kitabı