Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

28 Kasım 2015 Cumartesi

sevgilimin battaniyesi


Özet görüntüler kıtlığı içinde nasıl
yılgın ve onursuz bir yalnızlık, şekil;
tüm tariflerde morg var dudaklar
can çekişirken fiil ve özne ikliminde;
şehir, biraz yana çekil:
önce oynasınlar sonra öldürülecek çocuklar
kanlı zebralar göğe yükseldiğinde.


Belki ben
bir penguen severim irkildiğimde:
Eriyen buzulların unuttukları
hep yasak, hep aykırı ergenliğinde.

Rastlantıdır, bedenim çalınmıştır o gün
Hafızam bir tanrının günlüğüdür
ya da sana gelirim birkaç şişe ucuz şarapla
pamuğa dökersin şarabı lıkır lıkır
yaralarını temizleriz birlikte,
evindeki kedileri besler
çiçekleri sularız kendimizi çok çok kaybedince,
olur mu olur
şiir de yazarım sana
hem de hırpani bir şiir
üstümüzden yıllar geçiverince


Sen yine de yırtma takvim yapraklarını sakın
Onlar bir ihtimal yaşadığımızdır

Ne kadar sevişebildiysek sahici, sapasağlam
O, ayrılıktan tek anladığımızdır


küçük iskender
Hayal Kültür Sanat Edebiyat/ Ekim,Kasım, Aralık 2007 Sayı: 23

26 Kasım 2015 Perşembe

Kuşları Siktir Et


gel geri dönelim dünyaya aşkla; kuşlar
gagalıyor üzüm salkımlarını; kuşlar
kanatlarına, incecik parmaklarına
kuşlar hepimize yabancı 

sevmek bir başkasının yarasına dokunmaksa
kuşları siktir et! anne ol bana bu gece
karanlığa sürtünmeden usulca geç eşiğimden
kapıyı çalmana gerek yok, yumruklamana
omuz atmana gerek yok, sabret
nasılsa bir serseri kurşun gelir bulur beni
bir bıçağa hasret karnım, yumuşak karnım
ve kanım dondurucu soğuğa gebe
sen sadece anne ol bana bu gece
 
tuhaf bir türkü söyle erzincan yöresinden
içinde kuş olmayan, kan ve karanlık
kapı eşiği olmayan eğlenceli bir türkü
bakarsın eşlik ederim, bakarsın küserim
ne söylesem yalan olur, ne söylesem asılırım
eski ahit yazıcısı kadar asık bir yüzle
önemseme... sen sadece anne ol bana bu gece
 
bir tren makas değiştiriyor kalbimde
bir vapur yan yatarak eğleniyor denizle
sanki iki sevgili Beşiktaş motor iskelesinde
karşılaşmış gibi tuhaf bir his var, kırgınlık var
sevinç de var aksi gibi içimde
yürürken çalılara sürtünüyorum sanki
elini tutarken üstünkörü bir diken
gülün ömrünü kısaltıyor, gülün azmini, gülün
zerre kadar yeri yok hayatımda
sevmek sahiden bir başkasının
yarasını yalamaksa kuşları siktir et
gülü siktir et, sen sadece
anne ol bana bu gece. 

Altay Öktem
Hayâl Kültür Sanat Edebiyat, Nisan, Mayıs, Haziran, 2007 Sayı: 21

25 Kasım 2015 Çarşamba

Fesleğen Sargısı / Öykü


“bazen içi de güneşlenmek istiyor insanın”

Emin Akdamar

Elimde mektubun; pencere kenarındaki fesleğenin üzerine yürüyen güneşe bakıp kendi kendime gülümsedim. Hatırlarsın; bizim oralarda sebepsiz yere gülenlere deli derler ama dur hemen endişelenme, ben delirmiş falan değilim. Senin aşılması çok güç inadın yüzünden yoğunlaşan kırgınlığımı iyileştirmek için yüzümden tebessümü eksiltmemeye çalışıyorum. Elimden gelen şimdilik bu kadar. Yaptığım şeye bir tür ruh temizleme egzersizi diyorum. Zaten sen ne dersen de umurumda bile değil artık. “Tamam, anladık! Okuldan ayrılmayı kafaya koydun. B Planın var mı?” diye sormuştu da Serpil Hoca. “Yok” demiştim gülümseyerek. “Hiçbir planım yok.” Aptallık etmiştim. Ömrümün en büyük aptallığını.

Tıp Fakültesine başlamıştım. Mezun olunca güya insanlığı biz kurtaracaktık. İyilik meleği doktorlar. Allah’ın yeryüzünde şifa dağıtan kulları. Peki ya beni kim kurtaracaktı? Kariyer mi? Bol sıfırlı bordrolar mı? Peh! Açıkçası gönülsüzdüm. Bu meslek bana göre değil diyordum. Kan, neşter, hastalıklar… Hele ki çaresiz insan suretlerine yansıyan dünyanın ağrılı zamanlarına teslim olmak, hiç bana göre değil.  “Ben yatağımı gökyüzüne kurmalı, kuş gibi daldan dala uçmalıyım” diyordum. “Sabret” diyordun. “Sabret, doktorluğu da seversin.”

Sabır meşakkatli bir eylemdir. İnsanı içinde uzun süreli yolculuklara çıkarır. Mumdan gemilerle ateş denizinin kıyılarına, geri dönülmesi güç koylara götürür. Sevmekse elektrik almak, vermekle ilgilidir daha çok. “Sevmek ne uzun kelime” diyen şairi düşünüyorum da sabır da öyle galiba. Sabretmek fiiline ilk görüşte âşık olacak, ondan elektrik alacaksın. Alamazsan işin zor hocam. Sekiz yıl az mı? Değil tabiî. Kıvrım kıvrım uzayan tam sekiz yıl. Hocam diyorum ya kusuruma bakma. “He” deyip geç. Ankara’dayken alıştım böyle hitap etmeye. Dil alışkanlığı, yöresel şive işte. “Hocam, anatomi sınavı nasıl geçti?” “Berbattı hocam, berbat!” “Hocamm hocamm, ufff! Kıza bak hocamm!” “Hangi kız hocam!” “Şu Tikky Leylâ’nın yanındaki esmer kız hocam.” “Vaovvv! Denizde mi yandın, solaryumda mı? Vay anam, vay, vay!” “Tanışmazsam ölürüm. Ben böyle afet görmedim desem yeridir hocammm!”

Başımı kaldırdım. Karşı duvarda asılı diplomaya vuran ışığa bakıp gülümsedim. Nöbetten dönmüşüm. Yorgun, kırgın ve yalnızım. Bir yıldır Şefkatli Hastanesi acilindeyim. Uzman doktorumuz yok. Dört pratisyen hastanede her söküğü dikmeye çalışıyoruz. Başımız sıkışınca danıştığımız Umut abi vardı. O da TUS’u kazanıp gitti. Geçenlerde bir apandisit vakıasını atlamıştım da Umut abi fark etmişti. Hasta yeni evlenmiş genç bir kadındı. Şikâyetini sormuştum. Yanındakiler, “Karnı ağrıyor” demişti. Kadına baktım. Utangaç. Gözünü yere indirip usulca: “Karnım ağrıyor” deyince muayene etmek istemiştim. Kocası “nâmahrem” diye karnını açtırıp muayene ettirmedi. Erkek doktora göstermezmiş. Ağrı kesici yazdım. Umut abi anlamış hemen. “Az gelsene” dedi. İçeri geçtik. “Apandisit olabilir” dedi. İl merkezine sevk ettik. Apandisitmiş. Umut abi o gece beni büyük bir vebâlden kurtardı hocam. Senin bunlardan haberin yok tabiî ki. Allah korusun ya aynı şey tekrar olursa? Yanlış bir teşhisle hastalara zarar verirsem, ne yaparım! Bu yükün altından nasıl kalkarım, bilmiyorum. Kolay değil, insan hayatı bu. Korkuyorum. Yeminle, vallahi billahi ciddi ciddi korkuyorum.

Umut abi sağolsun. Gitmeden önce uyarmıştı. “Hasta muayene olmak istemiyor mu?  Alın imzasını, durumu belgelendirin, sonra nereye istiyorsa oraya salın gitsin,” demişti. “Riske girmek yok. Anlaşıldı mı?”

Fakat acilde, o yoğunlukta hangi biriyle uğraşacaksın. Ölümü tevekkülle kabul eden bir toplumda bir bakıyorsun tevekkülün rengi yıldırım hızıyla değişivermiş. Ümitsiz vakıalarda doktordan mucize beklendiğine o kadar çok şahit oldum ki hangi birini anlatayım. Ayrıyeten, böyle zaman dilimlerinde şuurunu yitirmiş hasta yakınlarının uyguladığı duygusal şiddetten, hakarete varıncaya değin her türlü fiili saldırıyla her an karşılaşma riskini de göz ardı etmemek gerekiyor.

Gerçi ben hazırlıklıyım. İdmanlı. Liseye başladığım sene “Rocky IV” filmini izliyorduk sinemada. Rocky; Rus boksöre yumrukları sıralamaya başlayınca, hepsi benim gibi yeni yetmelerden oluşan izleyicilerle dolu salonda bir alkış, bir ıslık furyası başlamıştı ki dayanamayıp fırlamıştım sahneye. “Kesin şu Amerikan emperyalizmini alkışlamayı” demiştim. Önce bir şaşkınlık, sonra “bırak bu solcu ağzını” diyerek üstüme yürüyen grupla kavga etmiştik. Sinemanın sahibi dışarı atmıştı bizi. Dışarıda seni tanıyan birkaç kişinin araya girmesiyle kavga fazla büyümeden önlenmiş, yaz tatilinde de karate kurslarına yazdırmıştın beni. Mavi kuşağım o günlerden kalma. Hele bi saldıran olsun. Anında “yarım ay” duruşunu takınır, dövüş sanatının bildiğim bütün inceliklerini konuşturmaktan çekinmem.

Bazen kendi kendime, “yetersiz misin oğlum” diye sorduğum oluyor. Kendimi çok yeterli hissediyorum diyen kaç çaylak çıkar ki zaten? Saysan bir elin on parmağını geçmez belki de. Kemik yapısını incelemek için mezarlıktan gizlice kemik çaldım desem inanmazsın. Kadavra dersini neredeyse hiç kadavra görmeden geçen okullar var. Biz kadavra görmek için morga indik, sahipsiz cenazeleri gizlice yürüttük desem, güler geçersin şimdi. Gerçek bunlar hocam. Maalesef hepsi gerçek.

“B Planın var mı?” diye sormuştu Serpil Hoca. O zaman vardı bir planım aslında da, bir türlü cesaretimi toplayıp seninle konuşma fırsatı bulamamıştım. Hayallerini yıkmak istememiştim o dönemde. Hukuk ikinci sınıftan ayrılıp, Edebiyat Fakültesine kaydını yaptıran bi’arkadaşım vardı. Turgay. Okulu bitirdikten sonra İngiltere’de karşılaştırmalı edebiyat alanında yüksek lisans bursu kazanmıştı. Çeviri yapmayı düşünüyordu. Yüksek lisansı bitirir bitirmez yayınevleriyle çoktan kontak kurmuş, yeni kuşak İngiliz romancılardan birkaçının kitabını Türkçeye çevirmişti. Sevdiğin işi yapmak gibisi var mı? O ne büyük bahtiyarlıktır. Ne büyük keyif. Sürekli genç yaşamak dedikleri tazelik budur herhâlde. Sevdiğin işi yapmak, hormonları mutluluk moduna geçiren otomatik bir vites olmalı âdeta. Ben de Turgay gibi okulu bırakıp “Sivil Havacılık” alanına yönelmek istiyordum. Olmadı. Seni dinledim, doktor oldum. Mutsuzluk abidesi, pratisyen bir doktor.

Fesleğenin üzerinden masanın kenarına yaklaşan ışığa bakıp gülümsedim. Pencereden, Şefkatli’ye baktım. Unutulmak bazı insanların bazı beldelerin kaderidir. Hani ne yaparsan yap muhataplarının belleğinde iğne ucu kadarcık da olsa yer edinemezsin ya. Şefkatli de öyle. Bozkırın tam ortasında kalmış Şefkatli’nin kaderi, unutulmuş, tipik taşra yalnızlığına bürünmekten öteye geçemeyen yörelerimizden farksızdı. Ne bir sinema, ne tiyatro, ne bacası tüten fabrika. Burada hayat da zaman da siyah beyaz televizyon yayını gibi tek renkliydi. Sosyal yaşam sıfırın altında buz tutmuştu. Şehir meydanında “Villa Cafe” dışında gidilebilecek geniş bir mekân nerdeyse yoktu. Ara sıra şehrin tek caddesi “Cumhuriyet Caddesi”ne çıkıp volta atıyorduk. Topu topu on dakikada biten gezintide bizi tanıyan yöre halkıyla selâmlaşıyor, Merkez Camii’nin yanındaki çınar altında birer bardak çay içip eve dönüyorduk.

Ayak uçlarımı öpen ışığa bakıp gülümsedim. Düşünceler zihnimdeki denizde köpüren baloncuklar gibi uçuşurken, otağımı herkesten soyutladığım bir kaldera’nın ortasına kurmayı seviyordum. Sebep mi? “Bazı insanlar ses çıkarmadan konuşurlar” ve bazı duygular yalnızca sessizliğin lehçesinde anlaşılır da ondan. Kalkıp, Chopin “Nocturne”ü açtım. Bir ürperme hâli sarıp geçti, bir hüzün dalgasının soğuk alevi yaladı gövdemi. Ürperdim. Herkesin kendine yonttuğu dünyada, yalnızlığın bordosunda üşümeyen yürek yoktur bilirsin. Böyle zamanlarda fesleğenlere dokunuyorum. Keşfettiğim en iyi yarabandıdır fesleğen. Sonra konuşmak. Ürperince, ruh ikizimle konuşmak, ona sarılmak isteğim depreşiveriyor. Konuşmak ve sarılmak bilinen en eski ama en etkili yara sarma metodudur çünkü. Aslında görmesini bilene yalnızlığın iyi yanları da var tabiî. Bardağın dolu tarafından bakılınca, yalnızlığın insanı kendi aynasına yaklaştırdığı, kendi hakikatiyle yüzleştirdiği görülür. Yalnızlık derin bir yaradır. Derin yarayı da, derin insanların varlığı iyileştirebilir ancak. Söylesene, biz seninle doğru düzgün niçin konuşamadık baba? Birbirimizin yaralarına dokunmaktan niçin hep kaçtık? “Hakkımı helâl etmem bak” diyerek yaptığın duygu sömürüsüyle beni de annem gibi mezara gömdüğünün, hem de diri diri gömdüğünün ne zaman farkına varacaksın?

Şimdi her şeye yeniden başlamak, üstüme biçtiğin elbiseyi çıkarıp atmak için çok mu geç? Hayır! Düşündükçe karar vermekte zorlanmıyorum artık. Bu saatten sonra senin kararlarını umursamıyorum. Pişmanlık; hüzünlü bir şarkı gibi ruhumun yörüngesine kilitlenmiş, aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. “İstifa, istifa, istifa.”

Ansızın, hiç tereddüt etmeden kaleme uzanıp istifa dilekçemi yazıyorum. Gözlerim ışıl ışıl. Ruhum dingin. Cep telefonuma uzanıyorum. “Serpil Hoca’yla konuşmanın, B Planımı gecikmeli de olsa uygulamaya koymanın tam sırası” diyorum özgüvenle.

Gönderdiğin mektubu okumadan masaya bırakıyorum. Oturduğum koltuğu ve gövdemi iyice saran gün ışığına bakıp gülümsüyorum. Gülümsedikçe; kendimi kıştan çıkmış, odaları güneşle havalandırılan evler gibi hissediyor, ısınıyorum.

Fatih Yavuz Çiçek
Mavi Yeşil Dergisi Eylül-Ekim 2015 Sayı: 95

20 Kasım 2015 Cuma

Aşk Ve Katil


uzaklık avutur   
ve sessizlik başlar acıtmaya  

ihanet, ayrılığa borçlanmaktır   
bilinmez, kimden akar en çok kan orda

her aşk bir gün, kendi katilini bulur   
silah çeker biri, öteki ortak olur suça

mecalim yok yeni cinayetlere, körelmiş maharetim  
bir kurbanım var ki, öldüm ölesi bende yaşar  

şifrelerimi çözdüm, buydu son ustalığım 
gönlüm dehlizinde beni boş yere arar  

bütün yalanlarımı buruşturdu vicdanım  
benden eksilen hakikat, fazlaymış artık hayata   

tek mülküm kaderimdi, vedalaştım  
unutulur emanette zaten, ruhum da 

görgü tanıkları, posta güvercinleri, akbabalar  
aşk çekişen biri var olay yerinde, belki o aklar  

kundakladım gövdemi, enkazdan ibaretti o da  
parola sordu birbirine dağılmış parçalarım 
yüzüme sürmek için sakil gözler aradım   

iyice sürttüm çehremi toprağa,  
rengim atsın, aşınsın harflerim  
bir parem düşman olsun kırkına   

ücramla çarpıştım yetmedi
omuzbaşımla barıştım dinmedi  
kapattım sesimi, ışığımı söndürdüm  
yaktım, benden kalan ne varsa 

küllerimi bulduğum bu kuytu köşede
bu hava kabarcığı altında  

gördüm:  

beni uzaklık avutmuş   
sessizlik acıtmış seni

Akif Kurtuluş

17 Kasım 2015 Salı

Aramızda


Aramızda duruyor
dokundukça yırtılan zamanın kumaşı
eğreti attığımız şu gevşek düğüm
bizi bağlayıp sonra ayıran o uzak şehir
nasırlı ellerini ovuşturan sağır yazgı

Sargısı açılmış bir yarayı söylüyorum
ağrısı artan geçmişin sabırla sakladığını
hatıra dilenen belleği ikiye bölüyorum
tedirgin uzayan endişeli yolları.

Aramızda duruyor
korkunç uçurumun anlattığı masal
bir çocuğun öldüğü gün yüzlerde kalan
deliren bir apartman boşluğu yankısı
seninle benim aramda çırılçıplak duran

Onur Şahin/ Gamdan Kale, syf. 66

16 Kasım 2015 Pazartesi

İster aldan, ister aldanma...

"Yazarlar yalancıdır ne de olsa. Olmamışı, olmayacağı, olmuş, olacak gibi anlatırlar. Tedavi edilmemesi gereken bir çeşit mitomani."

Feryal Tilmaç/Lubya'nın Maskeleri

8 Kasım 2015 Pazar

Mathilda...


"Kötüyüm Mathilda,"* hiçbir sevinçle onarılmayacak kadar çok kötü.

Oyuncağı kırılmış çocuk gibi küskün 
ve buruk.

"Mutlu olmakla mutsuz olmak arasında bir yerde kaybolup gitmekten korkuyorum."

Kötüyüm. Ve ömrümün ömrüne ihtiyacı olduğunu aldığım her solukta biraz daha duyumsuyorum.

Gel, gövdemi içindeki denizin suyuna kat,  iyileştir beni Mathilda.

fy


*Kötüyüm Milena, bilmediğin kadar kötü...Onun için bağırıyorum ya!
Kafka Milena'ya Mektuplar, syf.222

4 Kasım 2015 Çarşamba

Gülten Akın'a rahmetle...


Park II

Her gölgede yaşlı bir kadın
önünde yürüyen adımları sayar
sayıları ezberine almaya
kucağına düşen sarı yaprağı
okşarken dağılır aklındakiler

bekler gözlerini yakalamak için
kim kim kim kim
konuşun benimle konuşun benimle

çocuklar bir de köpekler

Gülten Akın

3 Kasım 2015 Salı

Gölgedeki Bir Kadının Şansonu


Gelip de kopardığında laleleri o suskun kadın:
Kim kazanır?
Kim yitirir?
Kim gelir pencereye?
Kimdir, ilk söyleyen onun adını?


Bir erkektir, benim saçlarımı taşıyan.
Taşır, bir ölüyü elleriyle kucaklamışçasına.
Aşkı yaşadığım yıl nasıl taşıdıysa gökyüzü saçlarımı, öyle
taşır.

O kazanır.
O yitirmez.
O gelmez pencereye.
Kadının adını da söylemez.

O, benim gözlerime sahip olandır.
Büyük kapılar kapandığından bu yana sahiptir onlara.
Hepsini yüzük gibi parmağında taşır.
Hazzın ve değerli taşların parçaları gibi:
daha sonbaharda benim kardeşimdi;
oysa günlerle geceleri saymakta daha şimdiden.

O kazanır.
O yitirmez.
O, gelmez pencereye.
En son o söyler kadının adını.

O, benim söylediğime sahip olandır.
Kolunun altında taşır onu bir deste gibi.
Saatin en kötü zamanı gösterdiği gibi taşır.
Taşır fırlatıp atmaksızın eşikten eşiğe.

O kazanmaz.
O yitirir.
O, pencereye gelir.
İlk o söyler kadının adını.

O, lalerle birlikte koparılır.

Paul Celan 
Ellerin Zamanlarla Dolu, syf. 3
Çeviri: Ahmet Cemal

Eliz Edebiyat Dergisi-82.Sayı


"Ağrı Bilimine Giriş Dersleri-III" başlıklı şiirim Eliz Edebiyat Dergisinin 82.sayısında.

Keyifli okumalar...

fy