Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Ocak 2017 Pazartesi

Dersaadette Sabah Cesetleri


Türkiye’nin edebiyat alanında Nobel ödüllü tek yazarı olan Orhan Pamuk Harvard Üniversitesinde verdiği derslerden derlenen “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında roman yazma eyleminin bütünü görmek ve özgürleşmekle ilintili olduğunu belirtirken “Kültür, tarih, sınıf, cinsiyet farklılıklarını aşıp her türlü kahramanı yaratabilmek –kendi dışımıza çıkıp bütünü görme, araştırma isteği– roman yazmayı ve okumayı çekici yapan temel bir özgürleşme dürtüsü olduğu kadar, insanın insanı “anlama” sınırlarının farkına da varmaktır.” Der. (Pamuk 2011, 56-57, Saf ve Düşünceli Romancı, İstanbul, İletişim Yayınları.)

Mustafa Fırat, Mühür Kitaplığından yayımlanan “Dersaadette Sabah Cesetleri” isimli polisiye romanda yarattığı “Ali Cânib” karakteri ile okurları 1919 İstanbul’una götürüyor, götürmekle kalmayıp “orduları yenilmiş mahzun ve bedbaht ülkenin” işgal altındaki günlerinin kısacık özetini de yapıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse edebiyat dünyasında daha çok şair kimliğiyle tanınan Mustafa Fırat’ın polisiye roman yazma sürecinden de “Komiser Ali Cânib” karakterinin kurgulanıp ortaya çıkarılış aşamalarından da haberdar değildim. Bu süreçten ancak kitap yayımlandıktan sonra bilgim oldu ve “Dersaadette Sabah Cesetleri” ni bir solukta okuduktan sonra konuya ilişkin bazı istatistikî verileri hatırlatmanın hem okurlar hem de yazarlar için faydalı olacağını düşünerek söz konusu verileri paylaşmanın tam sırasıdır diyor, kelimelerin yönünü “Türkiye Okuma Kültürü Haritası” na çevirmek istiyorum. 

Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Ve Yayımlar Genel Müdürlüğü  “Türkiye Okuma Kültürü Haritası” adıyla 2011 yılında bir araştırma yapmış ve bu araştırma neticesinde okur eğilimleri tespit edilmiştir. Merak edenler için araştırma sonuçları şuradan detaylıca incelenebilir. http://www.kygm.gov.tr/Eklenti/55,yonetici-ozetipdf.pdf?0 

Araştırma sonuçlarını kısaca özetlersek Türkiye genelinde bir yılda bir kişinin ortalama yedi kitap okuduğu görülmüş, Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğunun, özellikle Ege, İç ve Güney Doğu Anadolu’nun bir bölümünün teması “macera” olan roman türünü okumayı tercih ettikleri saptanmıştır.  “Macera” temasını sırasıyla  “tarih”,  “polisiye”,  “aşk” temaları izlemektedir ve bu sonuçlara göre yazınsal türler arasında en fazla okunan kitap türü romandır demekte herhangi bir engel yoktur çünkü romana, özellikle macera temalı romana yöneliş ülke genelinde % 90 oranındadır. Yazınsal türler sıralamasında ikinci sırada öykü kitapları tercih edilmektedir.

Bu bilgilendirmeden sonra “Dersaatte Sabah Cesetleri” ne tekrar dönüp soralım. Niçin Dersaadet?

Bilinler bilir de bilmeyenler için de biz hatırlatalım. Bizans döneminde Konstantıniyye olarak anılan şehrin Sultan Fatih döneminde fethedilmesinin ardından ismi değişir. Dersaadet, İstanbul’un Osmanlı döneminde hem halk hem saray çevrelerinde kullanılan birkaç farklı isminden biridir ve kitabın başlığında bu isme yer verilmesinde öncelikle Attilâ İlhan’ın “Dersaadet’te Sabah Ezanları”na ithafın belirgin bir rolü vardır. Dersaadet’in imgesel çağrışım gücünü de düşünürsek sözcüğün bir tür sanatlaştırma aracı olarak tercih edilmiş olabileceği ihtimali de akla yatkın gelebilir.  Bu görüşümde yanılıyor olabilirim belki ama benim öngörüm bu ve niçin böyle bir öngörüde bulunuyorum hemen açıklayayım.

Bakınız Mersin Üniversitesinin 2015 yılında düzenlediği “Uluslararası Edebiyat Bilimi Kongresi”ne katılan Prof.Dr. Onur Bilge Kula “Türkiye’de Edebiyat Üretimi Ve Edebiyat Bilimi” başlıklı konuşmasında şöyle der:

“Edebiyatın üretimi veya üretim aşaması tümüyle sanattır; bu aşamada sanatın bütün kuralları ve mutlak özgürlük ilkesi geçerlidir. Her sanat, kullandığı malzemeyi biçimlendirir. Edebiyat sanatının malzemesi dildir. Dolayısıyla, edebiyat, dilin veya dilsel malzemenin estetikleştirilmesi, sanatsallaştırılmasıyla oluşur. Dili sanatsallaştıran ise yazardır. Dilsel malzemeyi sanatsallaştırmanın araçları öncelikle sözcükler ve retorik figürlerdir. Sözcükleri ve retorik figürleri seçen, sıralayan, düzenleyen ve tasarımladığı veya kurguladığı anlatı kapsamında onlara şiirsellik/yazınsallık özelliği kazandıran yazarın, yazış tarzı, dil beğenisi, kısacası dili estetikleştirmek için izlediği yol ve yöntemlerin tümü, o yazarın biçemini oluşturur.”

Bir anlatı sanatçısı olan yazar, konu ve izlek seçiminde, anlatısını/öyküsünü, tasarımlama, kurgulama ve dilselleştirmede tümüyle özgürdür. Sanat, her anlamda ve düzeyde mutlak özgürlük gerektiren bir yaratım eylemidir.”

“Dersaadette Sabah Cesetleri” polisiye romanda olması gereken kurguyla, okurun merak zembereğini kuran bir cinayetle başlıyor. Zaman Dersaadet’in işgal günlerine denk gelen zamandır. Ömürlerini cepheden cepheye koşarak geçirmiş askerler Aziz Hüdai Bey ve Mehmet Ali Bey için Fransız Şark Orduları Karargâhında beklemek “acı verici bir manzaradır.” Süleyman Nazif’in dönemin Hadisât gazetesinde yayımlanan “Kara Gün” başlıklı yazısına öfkelenen Fransız General’in ölüm emrini engellemek isteyen Yüzbaşı Aziz Hüdai Bey kendilerine yardımcı olacak bir komiserden bahseder. Bahsi geçen komiser Dolapdere karakolunda görevli Ali Cânib’den başkası değildir.

Ali Cânib, yatalak annesi ve Filistin çöllerinde düşmana karşı savaşırken kaybolan ağabeyinin emaneti yengesi ile aynı evde yaşamaktadır. Ali Cânib, gazeteci Süleyman Nazif’in uzaktan akrabasıdır. Rum kızı Elena’ya âşıktır. Dersaadet’i huzursuz eden bir çetenin peşindedir. 

Uzatmayayım. Romanın ortalarına doğru işlenen ikinci cinayetle okurun merak duygusunu körüklemeye devam eden yazar olay örgüsünü cinayetleri işleyen failin yakalanmasıyla bitirir.

“Dersaadette Sabah Cesetleri” yazar için ilk roman özeliği taşıyor. Kitabın içinde son okuma editörünün gözünden kaçmaması gereken yazım yanlışlarına, kusurlu cümle kurgularına denk geldiğinizde ikinci baskıda bu tarz hataların düzeltileceğini düşünüp “olabilir” diyorsunuz.

Kitabı bitirdiğimde benim aklıma Umberto Eco’nun “Gülün Adı,” Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” isimli kitapları geldi. Gülün Adı’nda serim, düğüm, çözüm örgüsü Aristo’nun Poetika’sının kayıp sanılan bölümünün Rahip Jorge tarafındsn manastır kütüphanesinde herkesten saklanması, kitabın kayıp bölümünü Yunanca bildikleri için okuyabilme yetisine sahip yedi rahibin ardı ardına öldürülmeleri üzerinden kurulur. Eski bir sorgucu olan Baskerwille William ile çırağı Adso’nun cinayetleri çözme çabaları bu tarz romanların polisiye gerilimi diri tutmak için olaylar zincirine eklediği en temel özelliklerin başında gelmektedir. Romanda her ne kadar polisiye gerilim ön planda görünüyorsa da Benedikten ve Fransisken tarikatları arasında yıllardır süregelen anlaşmazlıklar, çekişmeler, güç mücadelesi, Ortaçağ’ın bilimsel gelişmelere ket vuran skolastik yapısı, inanç sistemindeki dogmatik olgular kurmaca metnin içine ustalıkla yerleştirilerek okurun merak sofrasına sunulur.

Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı isimli kitabında da olay örgüsü 1591 yılında Padişahın hazırlanmasını istediği gizli bir kitap için çalışan, resimler yapan usta nakkaşların birer birer öldürülmelerini anlatırken okurları aynı zamanda örf, adet, yaşam biçimleri üzerinden dönemin İstanbul’una götürür.

Bu örneklerden şuraya gelmek istiyorum. Edebiyat, aynı zamanda unutulanı ya da görmezden gelineni üst kurmaca ile yeniden yapılandırarak geçmişi ortaya çıkarabilen bir yazın alanı değil midir? Gülün Adı’nın çıkış noktası Melk’li Dom Adso’nun İtalya’nın kuzeyinde bir manastırda geçirdiği yedi güne ait anılarından oluşan on dördüncü yüzyıla ait unutulmuş bir el yazmasıdır. Paris’te 1842’de Vallet isimli bir rahip tarafından Fransızcaya çevrilen el yazmasını 1968’de Prag’da keşfeden Eco’nun Gülün Adı için nirengisi bu kitaptır.

Dersaadette Sabah Geceleri’nin komiseri Ali Cânib’i işte bu yüzden önemsiyor ve Mustafa Fırat’ın tıpkı Tess Gerritsen’in Komiser Rizzoli, Agatha Christie’nin Müfettiş Hercule Pairot, Arthur Conan Doyle'un Sherlock Holmes, Ahmet Ümit’in Komiser Nevzat karakterleri gibi yepyeni bir polisiye karakter ortaya çıkardığını düşünüyorum.

Mustafa Fırat; yukarıda açıklamaya çalıştığımız örnekler üzerinden yola çıkarak postmodern bir üst kurmaca eşliğinde Ali Cânib ile yeni bir kitaba, Dersaadet'in unutulmuş, çözülememiş cinayetlerine, tarihi Kapalıçarşı, Beyoğlu, Galata, Balat sokaklarına yelken açabilir mi?

Bekleyip göreceğiz.  

Fatih Yavuz Çiçek

16 Ocak 2017 Pazartesi

Bilinç Katmanları Ve Üst Gerçekçilik!


Hep yazıyorum; üst gerçekçilik dünyanın önemli bir çalkalanma dönemine denk gelmiştir, kapitalizm niteliksel sıçramalar peşinde koşarken, insanlar oradan oraya sürüklenirken, insan beyni sarsıntılar yaşamış ve şizofreni özellikle de kapitalist toplumlarda egemen olmuştur. Bu böyleyse- ki öyledir- bu ilk bakışta insana "aykırı" gibi gelen akıma bilincin kedisini sorgulama ve irdeleme biçimi olarak da bakılabilir. Üst gerçekçilik hem bir kültür olayıdır hem de yaşamı parçalama ve yeniden inşa etme eylemidir. Üst gerçekçilik; bir anlamda kaçınılmaz bir uğraktır, bir tatil yeridir.  O durakta birçok insan kendi tinsel yanını derinleştirmiş ve zenginleştirmiştir. Öyle ki; insan belki de ilk kez bu akım sayesinde ruhsal bir başkaldırının yolunu, yordamını öğrenmiştir. Üst gerçekçiler sayesinde insan o güne kadar insana hakim olan bir yığın paradigmayı da yıkmış ve aşmıştır. Belki uzun sürmemiştir, belki geriye hatırı sayılır bir kültür mirası bırakmamıştır ama hayatlarının belli bir döneminde kendisini üst gerçekçi gibi gören bu "yazarlar" ve "düşünürler" insana, insanlığa biraz tersten de olsa özgürlük için çabalamanın ne kadar önemli olduğunu öğretmişlerdir. Ama bence üst gerçekçilerin başardıkları en önemli şey; bilincin bütün katmanlarıyla birlikte, yani bilinç altıyla, bilinç dışıyla, bilinç üstüyle ve bütün insani düş gücünü insana geri vermeleridir. Bu; insanın bütünleşmesi için gerekliydi ve insan belki de bu sayede kendisinde var olan cevhere ulaştı. Siyasal bir üslup kullanarak söylersek; insan hem kapitalizm koşullarında uygar bir "batılı" olarak yaşamayı öğrendi, hem de içselleşen ve derinleşen bir şekilde kendisini tekrarlamaktan kurtuldu.

Üst gerçekçiliğin teorisyeni A.Breton; çok genel ifade içerisinde söylersek; kurulu düzene, yaygın ahlaka, düşünce ve estetik anlayışa tepki olarak  doğduğunu söyler ve yazar sürekli. Ama sorunda burada işte; tinsel düzeyde kalmış bir hareket ne kadar kendisini "devrimci" olarak görse de sistemli ve dünya düzeyinde yankı uyandıran bir eylem içinde olmuyor, olamıyor.

Burada aklıma yine A.Breton, Troçki ortak bildirisi geliyor ama, o bildiriyle de Troçki'den başka herhangi bir "sosyalist" önder ilgilenmemiştir. Hatta ileriki yıllar içinde bu olayı Troçki'nin kibarlığı ve belki "hatası" olarak yorumlayanlar bile olmuştur.

Zira üst gerçekçilik dört başı mamur bir politik akım değildir. Belki bu insanlara "nihilist" denilebilir ama sadece o kadar.

İnsanlarla alay etmek bunun içinde "kara mizah"ı kullanmak! Yaptıkları esas olarak buydu.

Bu anlamda onların ideolojik önderlerinin Sade ve Lautreamont oldukları söylenebilir.

Ama söz konusu her iki yazar da arkalarında insanı sarsan ve silkeleyen eserler bırakarak bu dünyadan göçmüşlerdir.

Ben bu yüzden üst gerçekçi insanları bizlere kazandırdıklarıyla ciddiye alıyorum ve onlara böyle değer veriyorum.

Onlar; insana kendisine uzaktan bakmayı öğretmişlerdir.

Onlar; hayatımıza daha çok bilinç getirmeyi amaçlamışlardır.

Onlar; toplumsal kurallara uymayan "muhalif" insanı dünyaya tanıtmışlardır.

Onlar; yaptıklarıyla, ya da yapamadıklarıyla en kötü ideolojinin bile hayatımızda ne kadar önemli olduğunu anlatmışlardır.

Öyle inanıyorum ki; yaşamı daha doğru bir biçimde yorumlayan yeni "muhalif"ler bizlere hayatı daha yaşanılır kılmanın yollarını öğreteceklerdir. Böyle insanlar yaşamın hangi alanında çıkar bilemem; ama, insan bilincinin yeniden parçalandığı günümüz dünyasında toplumların böyle gerçek kahramanlara gereksinimi var.

Düşüncemiz doğru ve keskin,

Üslubumuz ustalıklı,

Dili kullanma yeteneğimiz çarpıcı olsun.

Ölümsüzlük denilen şey de buralarda başlıyor işte!

Önder Adalı
Onaltıkırkbeş,2008, Aralık 2008 Sayı: 25

14 Ocak 2017 Cumartesi

Ölüyor muyum ne?



Uyurdum belki bir gün, yorgun
gözlerimden zenci bir karanfil düşerdi,
gözlerimden cesetler

sonra koşar giderdim kendi ölümüme
ölüm net bir haziran belki 
ölüm iğreti bir şaşkınlık
ölüm bana yakışan en güzel ebruli
çünkü aydınlık bir hücredeyim ve
duruyorum orada
yani beklemenin en utanmaz yerinde
gözlerimden zenci bir karanfil düşüyor
gözlerimden cesetler

berrak bir cehennem mi beni bekleyen
kör ve saldırgan bir kandil mi?

geliyorum kendi ölümüme giden 
geliyorum aptal bir eylül sabahında bekleyen 
geliyorum, tarifsiz bir şafağa kendi ufkunu çizen
geliyorum iltica bir fotoğrafa poz veren 
çünkü sürgünüm rüzgarına
ölüyor muyum ne?...

Metin Güven, "Lal Olsun, Ölsün" Süreç Yayınları, İstanbul, 1986

Teoman- Uçurtmalar


"Göğün yüzünde uçurtmalar gibi salınmak, suyun üstünde kuş gibi yürümek istiyorum."

fy

10 Ocak 2017 Salı

Ney Ve Tef


Sesimi yontuyordu
Irmağın dili
Atlasta kaybolan tınıydım
Örselendikçe büyüdü kinim

Gülümsüyorsun yeşil
Çocukluğuma bir bilet lütfen

Çağlayan sustu usulca
Şimdi, başlasa gök kubbe canhıraş
Dökülen yıldızlar
Saçlarımda duruyorken sözlerin
Gökkuşağı siyaha boyanmaz

Bir çınarın gövdesindeki yazgı
Mermere çizilip
Suya gömülmez

Şimdi zulme doğur beni
Zalim usansın!

Yaprak Ünvar
Onaltıkırkbeş 2009, Yıl:4 sayı: 28

2 Ocak 2017 Pazartesi

Niteliksiz Adam



"Bütünsel bir yaşama, tam bir inanca, içine aşk olmayan hiçbir şeyin karışmadığı, hiçbir bencilliğe yer vermeyen bir aşka ulaşmanın yolu nedir?" diye sorar, bu yol "olumlu yaşamaktır."

Robert Musil/Niteliksiz Adam