Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Nisan 2014 Çarşamba

Chopin nocturne


gövdem, gövdenden kopmuştu.
yağmur vardı.
bir gece kuşu gibi ıslanmış, ölüyordum.

fy

G'özümden Katreler


Geçtiğim bütün kirli denizlere, masûmiyetin sabrını bıraktım.
İçim rahat!
Kalbimde yüzen istavrit şahittir buna...

fy

29 Nisan 2014 Salı

Karmâşık


"âh!
kanamalı bir kalp için en acil tedavi,  
                                “deniz” naklidir sevgilim
ama sonum belli
biliyorum,
bozkırda doğdum
                      bozkırda öleceğim anlaşılan."

Fatih Yavuz Çiçek

Ruh ikizim Pessoa


Her insan dünyada bir ruh ikizi olduğunu düşünür. Benim ruh ikizim Pessoa olabilir mi? Pessoa, Tanrı'ya inanmıyordu. O'nunla inanç çizgisinde ayrılıyoruz fakat birbirinden farklı isimlerle yazdığı metinlere, şiirlere bakıyorum. Eylemsizliği yaşam biçimi olarak tercih etmesine, kurduğu düşlerine bakıyorum. Ve o'nun düşlerinin, kendi düşlerimle nasıl da bu kadar, evet bu kadar tıpa tıp örtüştüğünü şaşkınlıkla okuyorum. Tamam! Edebiyatta "tevârüd" denen bir olgu var, bu olguyu kabul ediyorum. Reenkarnasyon olabilir mi diyeceksiniz. Hayır! Reenkarnasyon'a inanmam. Ancak, Huzursuzluğun Kitabı'ında karşıma çıkan şu satırlardan sonra ruhumda Pessoa'dan izler görmek, kendimi büyülü bir aynada bambaşka bir yüzle seyretmekle eşdeğer gibi...

Pessoa, aşağıya alıntıladığım düşü gerçekleştirdi mi bilmiyorum.

Bildiğim, bu yazılanların benim de düşüm olduğu. 

"Bir göğüs, bir beşik ya da boynumu saran ılık bir kol...Usulca şarkı söyleyen bir ses -beni ağlatmak istercesine... Şöminede yanan ateşin çıtırtısı... Kışın bağrındaki o sıcaklık... Bilincimin ılık, başıboş akışı... Sonra, sessizce, uçsuz bucaksız bir boşlukta, yıldızların arasında süzülen ay misali bir uyku..."

Fernando Pessoa/Huzursuzluğun Kitabı, syf.133

Yaklaş


Çatıyı at ve parla. Karanlık harmanı burada çünkü
Koş; kır kapıları; evhamı böl ortadan
Bu ağır yükün çekirdeği benim çünkü
Uzun zaman üzdük kendimizi, kapalıdır penceresi
                                                   sükûnetin
Götür beni o tarafa; daha yüksek kayama ulaştır;
                                          ayrı kaldım çünkü.
"Öz"lerimin pınarına götürdün; kaybettim huzur
                        yüzüğünü; ağlamaya başladım.
Yol yorgunuyum; nerede bir çadır şûle ile rüzgâr
                                                   arasında
Uzak düş odasının uğultusundan?
Bulanmasın aman korku! Canlı kaynağı benim çünkü.
Dökülmesin aman hüzün! Benim güzel, yüksek arşım
                                                           çünkü
Seslen ki varlık kalksın ayağa; çiçek rengini yitirsin;
                                   kış arzulasın unutulmayı.
Seni gördüm, zaman derbendinden geçtim. Seni
                  gördüm yokluk coşkusu sardı beni.
Ve düşün: Ölümün sevdalısıyım. Doygun zambağım 
                                               senin yanında
Dostumdur benim korku salan varlık
Dökül benim kayama; aşındır kendinde beni
Örtülüyüm isim yosunuyla çünkü
Yeşer; ıslaklığın uykulu yüzüme iyi geliyor çünkü
Bitti gözle yıldızın kavgası; kal, kal ki duyulalım 
                                                 göklerce
İçeri gel; doldur tanrısızlığımı; başlangıçsız 
                                       mihrabım ol
Yaklaş, yaklaş ki ben baştanbaşa "ben" olayım

Kırıldı mahmurluk: Engin inmişti gölgeye
Zaman dökülüyordu
Eski bahçeden bir ıtır çöküyordu gözüne
                                 eski bahçenden
Mekânın kenarındaydık. Şebnem beyaz yağıyordu artık
Kırıldı boşluğun kâsesi. Gölge-yağmurda ağladık
                           ve çıktık kederin pınarından.
Gitmişti ruhumun süsü. Başka bir dünya olmuştu.
Titredim sevinçle ve bir selamla titrettim öteyi
Gölgede gidiyordu tebessüm. Gölgelerin ateşi sardı 
                                                           beni:
Ateş girdabı oldum.
Güzel bir nihayetti: Düşüncenin olmadığı...
Kökünden sökülmüş gördüm güneşi
Ve ışık hasatçısını, tatlı bir ateşle, susmuş bir dudakta
                                                               övdüm.
Sohrâb-i Sipihrî

Orpheus’a Soneler


"Susuyor her şey. Ama yine de suskunlukta bile 
yeni bir başlangıç var, bir işaret ve değişim."

Rainer Maria Rilke

G'özüme çarpan graffiti örnekleri


-bunu pek sevdim-

(Paris-Fransa)

Diğer örnekleri detaylı incelemek isteyen arkadaşlar için giriş adresi: 
freeyork.org/art/beloved-street-art-photos-2013/

Telkâri


evveli yalnızlıktı sonrası telve yangını
uçurmadığım göçmen kuşlarım vardı
dilimde geçmek bilmeyen fasl-ı baharım

ilk onları kurtarmayı düşünürdüm alazdan
sebebini söylemem, sır değil
suya vuran sûretim bilirdi yalnızca
zamana yenilmiş gülberk’in vasiyetiydi belki de
acelem

nereye varsam bir bulut kümesi karşılar
ney üflerdi g’özüme
avuçlasam hayatı
tenime sığdırmazdım hiçliğin üç rengini de

yine de geç kalmış sayılmam göğüme
kendine bir beden kısa gelen ömrüm
beni zarife kuşun kalbine sığdırsın
uçayım…

ki, semada küllerimin tiryakisi mehveşle
ancak böyle söner kırk yıllık bu kahve yanığı

Fatih Yavuz Çiçek

28 Nisan 2014 Pazartesi

Carpe Diem


"An'ı yaşa demek, "Hayatın öznesi ol ve şimdiyi yaşa; hayatı erteleme, bugünü bugün yaşa!" demektir. "Varoluşun sana şimdi ve burada, kendi zamanın içinde verilmiştir." demektir. Bugün yarını düşün, ama yarını yarına bırak demektir. Matta İncil'inde de yazdığı gibi, "Her günün bir kaygısı vardır. Yarının kaygısı yarına yeter." demektir. "An'ı yaşa!" demek, "Bugünkü hâlini yaşa" demektir. Tabii, bu ölüm bilincinden uzak yaşamak değildir, an'ı göz ardı etmek değildir. An'ı yaşama bilincinde, fanilik bilinci de vardır. Heidegger'in belirttiği gibi, bu bilinç, yaşanan her bir an'ı sonsuz değerde kılar. Kişi, kimi zaman yokuş, kimi zaman iniş, kimi zaman düz tolda ilerler, attığı her adımın, yaşadığı her bir an'ın biricik olduğunu bilir. Bunun gündelik dile çevirisi şu şekildedir: Mademki ölüm vardır, öyleyse hayatımın her an'ı sonsuz değerlidir. Hani buna "an'ın beyliği" denilse yeridir. Bu durumda "an'ı yaşamak" demek, "Engin ol gönül engin ol" demektir. "Hüseyin'im geçiyor gençlik çağları, ya beni de götür ya sen de gitme" demektir, "Görelim Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eyler" demektir. "Zamanın akışına riayet et" demektir. "Varoluş sorumluluğuna sahip çık" demektir. "Kendi varoluş halini tanı ve ona bağlı kal!" demektir. "Kendini kendi gerçekliğin olmayan hallere salma" demektir. "İnsan belli bir zamanda yaşar" demektir. "her insanın diğerlerinden farklı bir zamanı vardır." demektir. "Dikkat et, kendi zamanından geçiyorsun" demektir. "Kendini fark et" demektir. "Zamanda ruhun ve bedeninle yer al." demektir. "Şükür ki her şey geçer." demektir. Bunları ve bunlardan daha fazlasını demektir...

Yunus, aşk için, "Dört kitabın ma'nisin okudum tahsil itdüm/Aşka gelicek gördüm ki bir uzun heceymiş" der. Evet, "uzun bir hece." Ne kadar güzel, ne kadar etkileyici ve ne kadar taze bir söyleyiş! Gerçeği söylemek gerekirse, an da böyledir: O da uzun, upuzun bir hecedir...

Vefa Taşdelen

Orpheus'a Soneler


"nedir senin en acı veren deneyimin
şarap ol, içmenin tadı acı veriyorsa"

Rainer Maria Rılke

Yaklaş



Çatıyı at ve parla. Karanlık harmanı burada çünkü
Koş; kır kapıları; evhamı böl ortadan
Bu ağır yükün çekirdeği benim çünkü
Uzun zaman üzdük kendimizi, kapalıdır penceresi
                                                   sükûnetin
Götür beni o tarafa; daha yüksek kayama ulaştır;
                                          ayrı kaldım çünkü.
"Öz"lerimin pınarına götürdün; kaybettim huzur
                        yüzüğünü; ağlamaya başladım.
Yol yorgunuyum; nerede bir çadır şûle ile rüzgâr
                                                   arasında
Uzak düş odasının uğultusundan?
Bulanmasın aman korku! Canlı kaynağı benim çünkü.
Dökülmesin aman hüzün! Benim güzel, yüksek arşım
                                                           çünkü
Seslen ki varlık kalksın ayağa; çiçek rengini yitirsin;
                                   kış arzulasın unutulmayı.
Seni gördüm, zaman derbendinden geçtim. Seni
                  gördüm yokluk coşkusu sardı beni.
Ve düşün: Ölümün sevdalısıyım. Doygun zambağım 
                                               senin yanında
Dostumdur benim korku salan varlık
Dökül benim kayama; aşındır kendinde beni
Örtülüyüm isim yosunuyla çünkü
Yeşer; ıslaklığın uykulu yüzüme iyi geliyor çünkü
Bitti gözle yıldızın kavgası; kal, kal ki duyulalım 
                                                 göklerce
İçeri gel; doldur tanrısızlığımı; başlangıçsız 
                                       mihrabım ol
Yaklaş, yaklaş ki ben baştanbaşa "ben" olayım

Kırıldı mahmurluk: Engin inmişti gölgeye
Zaman dökülüyordu
Eski bahçeden bir ıtır çöküyordu gözüne
                                 eski bahçenden
Mekânın kenarındaydık. Şebnem beyaz yağıyordu artık
Kırıldı boşluğun kâsesi. Gölge-yağmurda ağladık
                           ve çıktık kederin pınarından.
Gitmişti ruhumun süsü. Başka bir dünya olmuştu.
Titredim sevinçle ve bir selamla titrettim öteyi
Gölgede gidiyordu tebessüm. Gölgelerin ateşi sardı 
                                                           beni:
Ateş girdabı oldum.
Güzel bir nihayetti: Düşüncenin olmadığı...
Kökünden sökülmüş gördüm güneşi
Ve ışık hasatçısını, tatlı bir ateşle, susmuş bir dudakta
                                                               övdüm.
Sohrâb-i Sipihrî

İlahi


Asla gerçekleşmiyoruz.
Karşı karşıya duran iki uçurumuz biz  Cennet'i hayranlıkla izleyen bir kuyu.

Fernando Pessoa/Huzursuzluğun Kitabı, syf.40

O demirden atları



çığlığı duyulmaz kendi kuyusuna düşenin
eski bir yarayı özler bıçak
söz başa döner sonunda


Ergül Çetin

Rıfkı'ya Dördüncü Aranıyor


Marketten yaptığım alışverişi tamamlamış, kasiyere ödeme yapmak için sıraya girmiştim. Rutin başlayan Pazar günüm her zaman olduğu gibi rutin geçiyordu. Telefonum çaldı. Tanıdık ve derinlerden gelen bir ses, "domatesi aldın mı?" diye soruyordu. Ses tanıdıktı ama kime ait olduğunu algılamak için bir yandan zihnimi tararken, bozuntuya vermeden "domatesleri aldım" dedim. "Melemen, yapalım mı? dedi, aynı ses. Ben de "Gel yapalım, sen nerdesin?" dedim. Gülüştük.

Arayan kendini tanıttı sonra. Amerika, Washington'da ikamet eden, çok sevdiğim arkadaşım, kendime kardeş kadar yakın bulduğum D.  

"Melemen'de yaparız. Rıfkı'da oynarız." dedim. (Rıfkı, bildiğiniz King oyunu. D.yi zor yenerdik bu oyunda. Yenilmezdi. Üç kişi anlaşır üzerine oynardık, ne yapar eder, sıyrılırdı aradan...)

Uzun yıllardır görüşmüyorduk. Birbirimizi unuttuğumuzdan falan değil. Belki dünya telaşına dalıp gittiğimizden. Çünkü biz Yunus'un şu dizelerini içselleştirmiş iki kadim dosttuk D. ile...

"Dosttan yana giden kişi kendinden el çekmek gerek
Dost fetheder can şehrini, alır gönül kalesin"

Âh! D. Kardeşim. Tâ yeni dünyanın bir ucundan arayarak beni nasıl da mutlu etti. Eskilerden konuştuk biraz, hayâllerden, memleketten, çocuklardan, kadim bildiğimiz diğer dostlarımızdan konuştuk. Mabelard'ın adresini verdim o'na. Buradan beni izlemesini önerdim.

Aklıma şimdi geliyor... Birlikte, DUBA Elektrik Limited Şirketini kurmayı düşünüyorduk. D. ile işimiz gereği sık sık yurtiçi seyahatler yapardık. Bir ekiptik biz. Hele bu ekibe ben katılmadan önce, diğer ortak arkadaşımız A. ile yaptıkları bir Balıkesir seyahatleri var ki, orada yaşadıkları olaydan muhteşem bir öykü çıkar aslında. Şehri gezerken yanlışlıkla girdikleri sokakta birdenbire karşılaştıkları eli palalı adamlar, şirret bir kadın, adamlardan birinin kızı D. nin ve annesinin iftira niteliğinde şikayeti ile karakola gitmeler, Polislerin, "Yarın Tan Gazetesinde haberiniz çıkar" şeklinde dalga geçmeleri vs. karşısında D.nin kararlı tutumu ve yaşadıkları bu trajikomik,  inanılması güç olayı tereyağından kıl çeker gibi atlatmaları...

Seyahat bitip, Ankara'ya döndükten sonra D. yaşadığı trajikomik olayı, eşi E. hanıma anlatmış. E.hanım gülüp geçmiş elbette ancak daha sonraki yıllarda yapılan her Balıkesir seyahatinde, eli palalı adamların kızı D.nin şikayetini kinayeli bir şekilde D.ye hatırlatmış. 

Anımsayınca hey gidi günler diyorum. Hey gidi anılar ve eskimeyen dostluklar...

Sizler çok ve sağlıklı yaşayın e mi?

Sizi seviyorum dostlarım. Kalbimdeki yerinizi anlatacak sözcük bulamıyorum.

İyilikle kalın....

27 Nisan 2014 Pazar

Yakarış


Nuru geçtik, geride bıraktık altın ovayı
Topladık efsaneyi, eskiyi attık.
Kumsalda, gölge yağdıran bir güneş okşadı bizi
Duraladık.
Rumuzların engin ırmağının kenarında kestik başını 
                                                       düşlerin.
Bir bulut geldi ve gözlerimizi kapadık

Karanlık yarıldı; gördük Venüs'ü; yükseldik doruğa
Bir yıldırım indi; yakarışta gördü bizi
Ağladık titreyerek. Gülerek ağladık
Bir dolu boşandı: Layıktık gönüldaş olmaya
Kararttı gitti; uzattık başımızı gökyüzünün maviliğine;
Layık olduk gökyüzüne.
Vadiye bıraktık gölgeyi; sıktık tebessümü engininde
                                                       boşluğun
Birleşti sessizliğimiz ve biz "biz" olduk
Yayıldı yalnızlığımız altın ovaya dek
Güneş korktu çehremizden
Anladık ve güldük
Gizledik ve yandık
Daha çok birleşen, daha yalnız.
Ayrıldık doruktan:
Ben toprağa geldim ve kul oldum
Ve sen Tanrı oldun yukarı çıkıp

Sohrâb-i Sipihrî

İnsan Haysiyeti'nin 72.Koğuş’la İmtihanı


Türk edebiyatına birbirinden değerli romanlar bırakan Orhan Kemal’in; 1950’li yıllarda önce uzun hikâye, sonra oyun formatında yazdığı kült eseri “72.Koğuş”, “Koğuşta izmaritine zar atılıyordu” cümlesiyle başlar. Bu çarpıcı cümle; bir yandan işledikleri suçla birlikte kaderiyle oyun oynamış, özgürlüğünü kaybetmiş yoksul insanların cezaevinde içine düştükleri durumu özetlerken,  bir başka yönden de okurun belleğini Aristo’nun “kullanacak kuvvetin, dağıtacak himmetin yoksa kıymetinde yoktur” sözündeki “himmet ve kıymet” kavramlarıyla yüzleştirir.

72.Koğuş’un verdiği toplumcu mesajı anlamak için öncelikle 1940’lı yılların şartlarının ve o döneme mührünü vurmuş olayların hatırlatılmasında fayda vardır. Zaten yazar da oyunun farklı bölümlerinde tarihe ilişkin somut veriler sunarak o dönem koşullarını gözler önüne sermekten kaçınmamıştır.

“Dünyada savaş vardı Motorlu Alman birlikleri yıldırım hızıyla Avrupa’yı altüst ediyordu. Yollar, sınırlar kapanmış, dışarıdan içeriye pek bir şeyler gelmiyor, memleket kendini güç besliyordu. Ekmek karneye binmişti. Cezaevinde şekerin topağı beş kuruşa satılıyordu” (72.Koğuş, syf.17)

“Kaya Ali ürktü. Başgardiyanın omuzu üzerinden duvardaki takvime gözü kaydı. Takvim, 1941 yılı şubatının yirmisini gösteriyordu”(72.Koğuş, syf.60)

1940’lı yıllar deyince, akla ilk gelen somut düşünce Türkiye ve Dünya’da çalkantılı yıllar olarak adlandırılan olaylar silsilesidir. Hafızalarımızı yineleyerek olayları tekrar anımsamak gerekirse II.Dünya savaşı patlak vermiş, Alman ordusu, Polonya’yı işgal ederek Rusya’ya doğru ilerlemektedir. Genç Türkiye Cumhuriyeti süren savaş ortamında ekonomik eşitsizlikler, kıtlık, bir türlü bitirilemeyen eşraf, ayan, ağalık gibi feodal yapılarla mücadele ederken, halk, tek partiyle süregelen baskıcı uygulamalardan bunalmıştır ve görünürde mevcut olmayan muhalefetin boşluğunu Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali gibi dönemin şair ve yazarları doldurmuştur. D.T.C.F olayları ve 1945 yılında meydana gelen Tan Matbaasının yıkılmasıyla sonuçlanan gösteriler ilerleyen yıllarda o döneme tanık olanlar tarafından ülkede kaynayan cadı kazanı benzetmesiyle anlatılırken, aynı dönemi anlatan 72.Koğuş için de, yaşama cezaevinden müdahil olan bir yazarın, “cezayı karanlık bir şölene çeviren uygulamaların” yazılı tanıklığıdır denilebilir.

72.Koğuş’da yaşayan mahkûmların hepsi,  günümüz söylemiyle ifade edecek olursak “Kaybedenler Kulübü” nün üyesi gibidirler.

Yazarın: “72.Koğuş, bütün cezaevlerinde olduğu gibi cezaevinin en yoksul, yoksul olduğu için de en pis koğuşuydu. Buranın insanları ayağa kalkmış birer solucandılar”, diyerek betimlediği koğuşta dostluklar paraya ve çıkar ilişkilerine dayalı, kalleşlik ve ihanet sefalet maskesini takınmış, vefa pamuk ipliğine bağlıdır. Temelinde eşitlik ve özgürlük kavramları yatan, insan merkezli, hiçbir kısıtlamaya ve zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme, davranma, herhangi bir koşula bağlı olmama durumu; her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu olarak adlandırılan insan hakları, hukukun koruduğu menfaat olarak adlandırılan hak, adalet gibi kavramların cezaevi koşullarında hükmünü yitirişi, insan onurunun, açlık karşısında saygınlığını kaybederek nasıl diz çöktüğü, iyi-kötü karşıtlığından beslenerek, gerçekçi bir dille anlatılır.

Oyunun kahramanlarından Ahmet Kaptan; sessizliği, geceyi seven, kumar oynamayan, hapisten çıkınca kuracağı düzeni düşleyen ve 72.koğuşun diğer âdembabalarına benzemeyen biridir. Annesinin gönderdiği 150 Lira’ya “Kardaş malı ortaklık” fikriyle yaklaşır. Koğuşu terk etmeden, tencere kaynatarak, âdembabaların karınlarını doyurmaya başlar, arkadaşı Berbat’ın yönlendirmesiyle Sölezli’nin koğuşunda kumar oynamaya alışır. Günler geçtikçe şeytanı gürleşen, kılıcı keskinleşen Ahmet Kaptan, kumarda kazandıkça koğuşun yaşam koşullarını iyileştirir. Herkese yatak alır. Harçlık verir, sigara dağıtır, koğuşu badana yaptırır, ampul taktırır, pencerelerin kırık pervazlarını, camlarını yeniletir. Böylelikle 72.Koğuşta negatif süren yaşam koşulları pozitife evrilir ki, bu yeni durumu yazar şöyle ifade eder:

“Fırtına dinmiş, pırıl pırıl bir güneş 72.Koğuş’un camsız pencerelerinden içeri kalın bir sütun gibi vurmuştu. Âdembabalar mutluydular. Tatlı güneşe yayılmış, konuşuyorlardı.

“Her zaman tok olmak ne iyi!”

“İnsan rahatça uyuyor” (72.Koğuş, syf.50)

“Tok karınla uyunan uykunun tadı bir başka oluyordu. İnsan korkunç rüyalar görmüyor, genç, güzel kadınlarla düşlerinde sevişiyor, iliklerine kadar ısınıyordu. Tokluk gibi var mıydı? Yaşasındı  tokluk!” (72.Koğuş, syf.57)

“Toklukla birlikte 72.Koğuş’a edep, haya, ar, namus da girmişti. Başka koğuştan misafirler geliyor, başka koğuşlara misafirliğe gidiliyor, çaylar kaynıyor, kahveler pişip bol bol sigara içiliyordu.” (72.Koğuş, syf.72)

Bu süreçte Ahmet Kaptan’ın yanında olan Berbat, kumardan payına düşen paraları alarak başka bir koğuşa taşınır. Müdürün odacısı Bobi Niyazi; erkek koğuşundan gönderilen çamaşırları yıkayarak geçinen Fatma’dan, Ahmet Kaptan’a bahseder. Çünkü Bobi Niyazi’nin asıl derdi Kaptan’ın paralarını söğüşlemektir ve kadınlar koğuşuna her gidip gelişinde Fatma’dan haber getirdiğini söyleyerek, Fatma’nın ağzından mektup yazarak, amacına ulaşır.

Hapishaneden çıkınca kuracağı yuvayı düşleyen Ahmet Kaptan, bir kez revirde görüştüğü Fatma’ya âşık olur, onunla nikâhlanacağı, ev tutacağı, köyüne, anasına gelinini götüreceği günleri düşünür.

“Gündüzleri elleri arkasında, kendi kendine tenhalarda volta vurarak Fatma’yı düşündükten başka, geceleri âdembabalar uyuduktan sonra tünediği pencereden gözlerini kırmızı kiremitli yapıya dikerek Fatma’yı, hep Fatma’yı düşünür” (72.Koğuş, syf.87)

Hâlbuki Fatma’nın bu aşktan haberi yoktur ve cezası dolunca çıkıp gider. Ahmet Kaptan, gidişini gördüğü Fatma’nın dönüşünü bir saplantı hâlinde beklemeye başlar, bu bekleyişi zamanla kendi kendine konuşarak çıldırma düzeyine erişir. Kumarı bırakmıştır. Fatma’dan başka hiçbir şey düşünmemektedir.

Para bitince 72.Koğuş eski hâline döner. Cezaevinde para alternatifi olmayan bir güçtür, dini inançlar haricinde farklı şeylere tapınmanın başka bir biçimidir ve tapındıkları güç kaybolunca Âdembabalar Kaptan’dan uzaklaşırlar.

“Günler günleri kovaladı. Paralar suyunu çekti. 72.Koğuş eski hâlini aldı. Yataklar, yorganlar, yastıklar, ayakkabılar çıkarılıp çıkarılıp satıldı, ampul satıldı, üst başlar satıldı. Mangal, tencere, sahanlar, çaydanlık, kaşıklar sırasıyla satıldı. Kışa doğru camlar da çıkarılıp satıldıktan sonra, koğuşta dişe dokunur bir şey kalmadı. Yalnız Kaptan’ın yatağı, yorganı, yastığı, sırtındaki elbise, ayakkabıları…

Kış ortasında çerçeveler kırılıp parçalanarak koğuşun ortasında yakıldı, ısınıldı.” (72.Koğuş, syf.93)

Kimi insanlar için vefa İstanbul’da bir semt adıdır ve insan düşmeye görsün, bu dünyada kara gün gelince yapılan iyiliklerden daha kolay unutulan başka bir şey yoktur. Çünkü böyle anlarda insan başkasının hak ve hukukunu kendi nefsine tercih etmez, adaleti, hakkı, insanlık onurunu gözetmez ve bencillik duygusu ruhun tüm hücrelerini teslim alır.

Oyunun sonunda 72.Koğuş eski durumuna geri döner. Âdembabalar, Fatma’dan başka hiçbir şey düşünmeyen Ahmet Kaptan’ın yatağı, yorganı, giydiği elbise, ayakkabılarına kadar neyi varsa elinden alırlar. Kış bastırmıştır. 72.Koğuşta açlık, sefalet içinde sürdürülen yaşama bir de soğuklar eklenir. O sene Beton, Fitil, Tavukçu, İzmirli ve diğer on âdembaba donarak can verir. Baharla birlikte Berbat, koğuşa geri döner, onun dönüşünü kimse umursamaz. Ertesi kış, bir sabah vakti gardiyanlar Berbat ve Kaya Ali’yi donmuş olarak bulurlar. Donmak üzere olan Ahmet Kaptan’ı revire kaldırırlar.

Kaptan fiziken iyileşse de ruhen iyileşemez. Pencerenin demir parmaklıklarına tutunup, Fatma’nın umuduyla yaşar. En sonunda diğer âdembabalar gibi o da bir sabah bedeni kaskatı kesilmiş hâlde bulunur.

“Sabahleyin 72.Koğuş’ un kapısını açan gardiyanlar işi anlayarak koştular: Kalın parmaklarıyla Kaptan pencere demirlerini öyle kavramıştı ki, et, kemik, demir birbirine perçin olmuştu sanki. Kalbini dinlediler atmıyordu artık. Nabız atmıyordu. Koca beden kaskatı kesilmişti” (72.Koğuş, syf.97)

Orhan Kemal 72.Koğuş’u şu cümlelerle bitirir:

“Bir ara ufacık bir serçe kuu bir an Kaptan’ın penceresine kondu, içeriye doğru bir şeyler bıcırdadı, bıcırdadı… Sonra şaşkın, ürkek, aşağıya baktı. Aşağıda ta aşağıda, dipte, karlar üzerinde gördüğü bir taneye doğru kendini bıraktı.”(72.Koğuş, syf.98)

Kuşların özgürlüğü, ruhun sonsuzluğunu, aklın ve düşüncenin hızını sembolize etmesi gibi geniş çağrışımları düşünüldüğünde, yazar 72.Koğuş’un finalinde âdembabaların ruhlarının özgürleştiğini, doğada her şeyin kendi mecrasında devam ettiğini vurgulamak istemiş olabilir. Ancak, olayları kendinden hiçbir yorum katmadan aktaran yazar, okurlarını cezaevi koşullarının merhametsiz görüntüsüyle baş başa bırakıp aradan çekilirken, asıl amacının hiç kuşku yok ki “72.Koğuş” imgesinden yola çıkarak ülkemizde bulunan bütün cezaevlerinde insan hakları, adalet, hak kavramları ve insan onuruna yakışır yaşam koşullarının sorgulanması gerektiğine işaret ettiği seçeneği de gözardı edilmemelidir.

Ufuk Gökmeriç

Külleri Soğumadan



desenler çiziyordum o günler defterime
akkuğular, cerenler,
sesini dinliyor gibi dinliyordum
gecenin sessizliğini
ağlayan salkımsöğütleri.
kartaca yanıyordu çok uzak bir zamanda
tek başına.
bir yandan şarkıyı düşlüyordum
birlikte söylerken ara nağmesiyle
neredeyse bir gülümseyişi ölümsüzleştirdiğimizi...

ya da geçmiş zamanda yazılabilir sözcükler.

Cevat Çapan

26 Nisan 2014 Cumartesi

Zargana



"Yıllar sonra tekrar birlikteyiz. Hepinizi tanıyorum. Hepiniz tanıdıksınız. Yüzleriniz, kıyafetleriniz, kızgınlığınız, hayal kırıklığınız. Hepinizi hatırlıyorum. Belki sizlerle birlikte savaşmadım. Belki hiçbirinizin omzuna dokunmadım, ama bunun bir önemi yok. Çünkü bizler aynı kumaştanız ve rüyalarımız da aynı."

Hakan Günday/Zargana, 109

Sız


Gir içeri; topladım çünkü engini. Süpürdüm toprağını 
                                                         zamanın
Saçtım "bakış" suyunu.
Göz saksısına, diktim "yediveren"ini bakışın
Kırdım aynayı seninle dolu olan, ben olayım diye
Koydum giysiyi bir yana. Bağları çözdüm
Güldü güzeller; "Niçin" düşünü verdim onlara;
                                                  uyudular.
Bir kurbağa zıplıyordu; keder verdim ona; oturdu.
Şüphe tarlasında, ezdim her yeşili.
Her korudan bir heyecan koydum sepete.
Geliyordu kokun; sese güç, ruha kanat verdim.
Seslendim; "içeri gel" diye
Yankılanıyordu sesin; damla oldum, kaydım damdan;
                                                        ve işittim
Bir hiçini gördüm ve koştum
İçtim tecelli suyunu senin ve estim.

Sohrâb-i Sipihrî


Sen bir bıçaksın...


"Beni sana getirecek bir yol bulmuştum, karanlıktan aydınlığa kavuşacaktım. Bu yolu umutla, sevinçle kazmış, kendimden de bir şeyler katmıştım. Bir çırpıda yüreğimle açtığım bu yolu kapatmak, ağır ağır dönmek, vazgeçmek zor geliyor biraz, elbet yüreğim sızlar. (...) Bak Milena, "En çok seni seviyorum" diyorum, ama gerçek sevgi bu değil belki, 'Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla' dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki."

Franz Kafka/Milena'ya Mektuplar

Ayrılık yaman kelime...


Yerde, gökte...Kavuşamayanlar...Velhasıl, "ayrılık yaman kelime."

Spor


"Tek spor sekstir. Herkes kazanır. Hepsi bu."

Hakan Günday
Kinyas ve Kayra/123.sayfa

Taşa Değil


Zaman ırmağında, ilerliyoruz seni seyretme düşünde
İzliyoruz şebnemler saçarak akan sîmanı
Kanatlarım mı? Yolundu. Umut gözüyüm; ıslandım
                                                  bir bakışla.
Burada değil oradayım.
Bakışın ötesinde bir şey görüyorum; bir şey arıyorum
Bir taş kırıyorum; bir sır veriyorum resmine
Yaprak düştü; sağlık olsun. Ben kederle yaşıyorum
Bir bulut gitti;
Dağım ben: İzlerim. Rüzgârım ben: Giderim
Bir başka kırda, bir hüzün çiçeği açarsa
Gelirim koklamak için

Sohrâb-i Sipihrî

25 Nisan 2014 Cuma

Dünya Bir Yansımadır



Sana bakıyordum. Gök akşama hazırlanıyordu. (Akşam durudur) Bir yaprağı kopardın.

-Bu yaprak Bizans resimlerinde var dedin!

Yalın, diri, korkunç yeşil bir yapraktı ve ben ilk görüyordum. (Yeşil korkunçtur)
Birden akşam dönüşüverdi. Hiç Bizans'ta olmadığımı düşündüm. Üç kuş birbiriyle çarpıştı, yitti. (Yitiş sonsuzdur) Yaprağı elinden bıraktın. Kalktık.

Neden sonra bir taş kabartmasında aynı yaprağı göreceğimi nereden bilecektim?(Dünya bir yansımadır)

Yapraklara çıkıyordun!

İlhan Berk

Yüreklerimiz konuşunca


Tanrım, dedik, iyi ki şairler var!

Kim, hiçbir şeyi incitmeden, düzeysizliğe itmeden; tam karşıtı, o düzeysizlikleri en alışılmış, sıradan sözcüklerle bile gerileterek bağırabilirdi? Kim, iç sesin titreşimleriyle yinelenen en eskimiş sözleri -şarkımız- yenileyebilir, kim, mezar taşlarını dirilerin  içe akıtılmış gözyaşlarıyla sulayıp güzelleştirebilirdi? Kim, bir ân'ı, o ân içinde kendini gizlemeden, kendini beş paralık da etmeden yaşamın alnına böyle ışıltılı  bir yıldız gibi çakabilir; o ân'ın kendi gerçeğiyle varolduğuna insanları kim böylesi inandırabilirdi?

Tanrım, dedik, iyi ki şairler var!

Adalet Ağaoğlu/Yazsonu, syf, 109

24 Nisan 2014 Perşembe

Mırıltı Kanatları



Az kaldı yerdeki karın erimesine
Az kaldı kapanmasına bunca ters şemsiyeli nilüferin
Ağaç: Nâtamam.
Kar altında kâğıdın rüzgârda yüzme hevesi
Ve haşaratın gözünün ıslak parıltısı
Ve kurbağa başının çıkışı hayatı idrak uykusundan

Az kaldı sinemizin senbûse ve bayram sohbetiyle
                                                     dolmasına
Öyle bir hava ki tınlamıyor bir sapın çoğalışı
Ve bir kanat sesi gelmiyor kar manzumesinin
                                          penceresinden
Mırıltıya susamışım
Az kaldı Mart'ın hezeyanlı çitindeki kuşun ötmesine
Ne yapalım öyleyse?
Yılın en çıplak, en şakımasız mevsiminde
Susamışım mırıltıya

İyisi mi, kalkayım
Alayım boyayı
Bir kuş resmi yapayım yalnızlığımın üstüne

Sohrâb-i Sipihrî

Veba



"Bu uçurumların ve bu tepelerin tam ortasına düşmüş, yaşamaktan çok, yönü belli olmayan günlere ve kuru anılara kendilerini bırakmış, acılarının toprağında kök salmayı kabul etmedikçe gücünü toplayamayacak serseri gölgeler gibi akıp gidiyorlardı"

Albert Camus
Veba, 69.sayfa

İki otel ve iç yangınları


7 aylık doğdu, acelesi vardı.  Sanki, sabırsızlıkla yaşama katılma arzusu içindeydi. Zümrüt kadar değerli olmayan bir mücevherin adı verildi O’na. İsmini Zebercet koydular.

Anayurt Oteli, edebiyatta Yusuf Atılgan, sinemada da Yönetmen ve  Senarist Ömer Kavur ile can bulan bir eser. Bir romanın sinemaya uyarlanışının başarılı örneklerinden biri.  Bekleyişin, umudu kaybetmenin, ölümün hikayesi. 
 
Otel metaforu eserin başat öğelerinden. Hikâyenin büyük bir kısmı Zebercet’in hem iş yeri hem de evi olan otelde geçiyor. Orada yaşamın durağanlığı, insanların göçebeliği, Zebercet’in gecikmeli Ankara treni ile bir kez otele gelen ve bir daha hiç gelmeyen kadını umutsuzca bekleyişi var; bir de ölen akrabalarının fotoğrafları ve onlarla ilgili anılar.

Edip Cansever, Otel şiirini Zebercet için yazmış sanki…O’nun iç dünyasını, kışını anlatıyor:
 
“Ölüler dirilirdi. Çıkamazdım ki otelden / Ben otelden hiç çıkamazdım ki / Her şeyi bilen bir adam gibi gelip geçerdi / Kış / Ve hayaletler halinde kuş sürüleri /Gündüz ve gece / Gece desem gece, gündüz desem gündüz / Ve desem ki, sonuncu günü / Dünyanın insan eliyle yaratılmasının/ Sonuncu günü / Koridorlardan geçerdim.” *

Zebercet de kendi otelini kendi içinde, kendi elleriyle kuruyor. Şizoid  kişilik özelliğine sahip olan Zebercet, iki otelde birden yaşıyor. Biri fiziki varoluşunu sürdürdüğü Anayurt Oteli,  ikincisiyse onun izdüşümü olan  daha kalabalık ve renkli, geçmişe ait olan oteli. Her iki otelle de bütünleşik bir yaşam sürüyor Zebercet.

İçerisindeki otelde yaşarken, kendi dünyasıyla baş başa kalmayı, kendisiyle konuşmayı seviyor.  İç dünyasında çoğalıyor. Merdivenlerde, hep en olmadık zamanlarda ayağının altında  beliren kedi, Zebercet’i içerisindeki otelden uzaklaştırıyor.

Kedinin sahibi ise, otelin temizlik işlerini yapan kadın. O’da otelde kalıyor. Ortalıkçı kadın, oteli-hayatını reddedercesine sürekli uyuyor, sanki bu dünyadan uzaklaşma, kaçma isteği var. Yüzü hep asık. Zebercet’in cinsel arzuyla odasına girdiği zamanlarda bile gözlerini kendiliğinden açmıyor. Hiçbir şeyden zevk almama haline, yaşama karşı duyarsızlığına rağmen, bir yandan uzun süredir ziyaretine gelmeyen dayısını bekliyor. Hayatla bağı kedi ve dayısı ile sınırlı. Zebercet’e hayat vermiyor. Zebercet’e “Ağam” dese de diyologları bir zorunluluktan öteye varmıyor. O’nu geçmişine uzanan dar koridorlar, katları birbirine bağlayan bitimsiz merdivenler ve hiç durmayan içindeki ölülerin sesleriyle dolu oteline yönelterek, Otel şiirine eklemliyor:

“Koridorlar ki uzun desem uzun, kısa desem kısa /Aslında bana göre bir şekil/ Bir monolog da diyebilirim buna, içinde bir konuşma ürpertisinin  yer aldığı / Kelimeleri olmayan bir yazı türü belki de/ Koridor / Ve benim çağrışımsız sesleri düşüren ellerime / Meyhanelerden gelen ve bir daha gelmeyen / Ölü sesleri / Sokaklarda karşıma çıkan ve bir daha çıkmayan/ Ölü sesleri / Masa örtülerinin altına saklanan ve bir daha saklanmayan / Resim ve para sesleri/ Ölülerin / Merdivenleri inerdim.
Merdivenleri inmek kolay desem kolay, kolay demesem gene kolay /Bir diyalog olduğu için değil, zaten bir diyalogdur merdivenler/ İçinde insan uğultularının yer aldığı /Ve kimsenin kimseye bir şey sormadığı.”

Zebercet,  bu iki otel arasında savruluyor sürekli. Bir içerisindeki otele bir Anayurt Oteli’ne geçiyor. Orada da ancak alışkanlıklarıyla sürdürüyor yaşamasını. Mesela her sabah saat 6’da çalan saatin sesiyle uyanıyor. Otelin girişinde, merdiven altındaki masasına kuruluyor, sonra gazeteleri geliyor. Haftada bir doldurduğu müşteri fişlerini gazeteci çocukla karakola  gönderiyor. 
Zebercet bir gün yine koridorlarda dolaşırken, otele kalmaya gelen evli bir çiftin kapısını dinliyor. Kadın erkeğine “nasıl da seninim!” derken daha önce hiç bilmediği bir duygu içinde canlanıyor, ürperiyor. Aralarındaki bağdan etkileniyor. Kendisiyle uzlaşamıyor  bir kez daha içerisindeki otele, dar koridorlara  ve merdivenlere yöneliyor:

“O ben ki seviyordum beni yargılayan/ Bir otel diye seviyordum oteli/ Kendi yasalarıyla/ Aslına bakılırsa  kendimi dolaştırıyordum bir bir /Sokakları olmayan bir şehir için/ Yaralı ayaklarımla/ Alanları,  parkları ve afişleri/ Olmayan bir şehir için.”

Zebercet, otelin kendisini yargılamasından, oteli bu yüzden sevmekten, orada sürekli kendini dolaştırmasından, sokakları, parkları ve afişleri olmayan bir şehirde yaşamaktan yoruluyor. Gerçek hayatla bir bağ kurmasına yardım edecek birisini arıyor; gecikmeli Ankara treni ile bir kez otele gelen kadını bekliyor. Ama umudunu yitirmesi ve ısrarla beklenenin geri dönmeyeceğini idrak etmesi ve hüsran;  ortalığı yangın yerine çeviriyor:

“Ben onun yanından geçerken/O benim yanımdan geçerken /O döner dönmez köşeyi /Ben yere eğilir eğilmez /O dönüp bakarken gizlice /Ben cebime sokarken elimi /O gözetlerken beni köşeden /Ben başımı çevirirken ansızın /Bir anahtar sesi /Bir sigara gürültüsü /Yere düşen bir çakmak/Kırmızı bir benzin istasyonu belirtisi.”

Adını  bile bilmediği o kadın, yeniden gelseydi, Zebercet oteller arasında savrulmayı bırakıp, gerçek hayatla gerçek bir bağ kurabilirdi belki de…Ama o kadın ve ona benzettiği diğer kadınlar hiç geri gelmiyor. Bekleyişi her gün daha da azalan Zebercet’in her iki oteli de batışa yöneliyor böylece:

“Silik bir izlenim gibi kalıyordum kendimde/ Elimle filan bir şeyler yaptığımı görüyordum/Seyrek de olsa konuşuyordum, örneğin/ Eski bir efsaneyi anlatıyordum birilerine/ Ya da bir yerleri tarif ediyordum yüzümü buruşturarak/İçki de içiyordum, hem de sert içkiler içiyordum/ Bazen bir iki bardak/ Bazen de sabahtan akşama kadar/ Durmadan içiyordum/ Canım elbette, diyordum, nasılsa/ Otel batacak, otel batacak.”

Zebercet kapısına “kapalı” tabelası astığı Anayurt Oteli’nde Ankara Treni ile gelen gizemli kadının odasında kendini asıyor. Ve bütün otelleri batıyor. Geriye ise, edebiyatta Yusuf Atılgan’ın, sinemada ise, Ömer Kavur’un büyük yapıtı “Anayurt Oteli” kalıyor.  Edip Cansever’in Türk edebiyatının en güzel şiirlerinden “Otel” de bu yapıtları çağrıştırıyor.

Birçok yönlü

Anayurt Oteli, modern Türk edebiyatı içerisinde, Freudcu yaklaşım, yabancılaşma başta olmak üzere psikolojik, sosyolojik ve felsefi gibi birçok çerçeveden ele alınabilen çok yönlü bir eser.

Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2 adlı kitabında, yapıtı; insanın hayatta istediği ahengi yakalamak için gerçeğin dışında kendi dünyasını kurarak, kendisini aldatmasına dayanan Saçma Kuramına bağlıyor. Zebercet’in dış ve iç dünyası arasında bir bağın olmadığını anladığında ise kendisini kandırmaktan vazgeçtiğini ve  eserin bu şekilde tamamlandığını belirtiyor. [1]

Anayurt Oteli neden filme uyarlandı?

Ömer Kavur’un vefat ettiği 2005 yılında yayınlanan, Ertekin Akpınar’ın Sinema Söyleşileri kitabında, Ömer Kavur’un son röportajlarından biri de yer alıyor. Kavur, söyleşirken bir roman ve bir sinema eseri ilişkisi hakkında çok önemli tespitlerini de sıralıyor.  Edebiyatın, sinemamızın temel taşlarından biri olduğunu ve edebiyattan koptuğumuz için sinemamızda gerileme olduğunu[2] savunuyor.

Bazı klasik kitap uyarlamalarının başarısızlığının nedenini, eserlerin popülaritesinden yararlanmak için, onlara birer meta olarak ticari amaçla yaklaşılması olarak görüyor. Kavur için bir uyarlamanın başarılı olabilmesi, metni yazan ve metni sinemaya uyarlayacak kişinin ruhlarının örtüşmesine bağlı.  Anayurt Oteli’nin başarısını da Yusuf Atılgan’a duyduğu yakınlıkla: “Romanı okuduğum vakit o kadar kendime ait bir şey buldum ki. Eğer bir yazar olsaydım ona çok benzer bir metni yazmayı arzu ederdim” sözleriyle açıklıyor. [3]

Kavur’un başarısının bir başka sırrı ise filmlerini aşkla çekmesi. Kavur bu tutkusunu ise şöyle ifade ediyor: “Benim gözümde her film bitmiş bir aşk gibidir. Ama hala o filmle ilgili içimde yaşayan bir şey vardır. Onlarla yüzleşmek istemiyorum. Bende hüzün yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde film çektim, bir daha o mekanlara gitmedim. Hatta o şehirlere bile gitmedim. Bu çok kişisel bir şey. Bunun benim için anlaşılır bir açıklaması da yok.”[4]

Regiman Deniz

KUTU-
ANAYURT OTELİ FİLMİ
Yönetmen : Ömer Kavur
Senaryo : Ömer Kavur, Yusuf Atılgan (kitap)
Görüntü Yönetmeni. : Orhan Oğuz
Kurgu : Mevlüt Koçak
Müzik : Atilla Özdemiroğlu
Oyuncular : Macit Koper, Şahika Tekand, Sera Yılmaz, Orhan Çağman
Yapımcı : Cengiz Ergun, Ömer Kavur
Yapım Yılı : 1986
Süre : 110 Dakika



[1] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 5. Basım, İstanbul: İletişim yy. 1997, ss.233-234
[2] Ertekin Akpınar, 10 Yönetmen ve Türk Sineması, 2. Basım, İstanbul:Hayalet Kitaplığı, 2009, s.18
[3] Akpınar, ss.19-20
[4] Akpınar, s.31
*Metinde bölüm bölüm yer alan Edip Cansever’in Otel Şiiri , Kirli Ağustos Kitabı’nda.