Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

26 Şubat 2015 Perşembe

Kekre Günlerin Küsmesi


"Düşündükçe yılkı atları gibi ölsem diyorum. Mumyalasam kötülüğü!.. Sözümün bir değeri kalmaz yerin altında rüya görenler için. O yüzdendir ki; benimle en sadık gölgeler yaşar. Yüreğimi zehirler kibirli bir yüz. Ruhumun söylediğini durup yalanlar... Şu dalgın aydınlık. Bilmez ki; ben çok yerle bir olanı gördüm. Ya acının ağırlığı nedir? Ölümün rengini kim bilebilir?"

Döndü Açıkgöz
Şehir Kültür ve Edebiyat Dergisi 
Sayı: 84 Mart/Nisan 2015

24 Şubat 2015 Salı

Mutsuzluk Defteri


biliyorum her şey mutsuzluktan
adım mutsuzluktan
gözlerim
kendimi iğreti bir sevinç gibi
yapma süslerden giydirdiğim
baştan başa tenim

mutsuzluktan

sarhoşluğum mutsuzluktan
her gece evci çıkardığım

sözcüğün gölgesi
harf saklambacı

balıkhane çingeneleri
her sabah asker uğurlayan martılar
el arabalarındaki gümüş renkli kalabalık

mutsuzluktan

biliyorum her şey mutsuzluktan
mutsuzluktan birahanedeki ekşi kokulu yalnızlık mitingi
adamın eline dökülen üzüntü
adamın kadındaki hiçliği
hiçliğin kendinden geçmişliği
sokağa bakan pencerenin penceresizliği
intiharların kimsesizliği

asker telefonları
kulübelerin koynuna saklanmış o haki sessizlik
eve dönmeyen babaların terli nöbetleri

el ele tutuşmuş istasyonlardan yürüyen
işe mi gidiyor yoksa çarşıya mı karışıyor belli olmayan
bir film şeridi gibi akan trenlerden inmiş
dünyaya saçılan
taneleri gibi günün
insanlar
mutsuzluktan

biliyorum her şey mutsuzluktan

Cavit Işık Yavuz
Denizsuyukâsesi, Sayı: 39

21 Şubat 2015 Cumartesi

Bir 'cinayet' başka nasıl anlatılır?



"Bir 'cinayet' başka nasıl anlatılır?
Sonsuz baharlar düşlemenin anlamı yoktur bu ülkede"

Adalet Ağaoğlu/Hayır

Limit


çoğu sıkıntıdandı, düşmemiz
bir silindir dümdüz etsin diyeydi
dostluklara, sevgilere, sokaklara..
sonunda belki...

saçlar, aynalar.. ama işte hepsi
geriledi, çekildi. düşmemiz
bırakılsaydı yay
işten bile değildi.

döner kasnak boşa, kaslar eridi;
yaşamanın tek anlamı çelişme.
aranır dalgın kâğıtlarda
evvelce var idi.

ya biz böyle nelerden kaçarız
çalarlar da kapımızı.
ama sıfır çarpı yalnızlık
toplasalar hepimizi.

Behçet Necatigil

20 Şubat 2015 Cuma

sonrası kış


bu gülümseme eski bir şiirden ama güzel
bir gül kasırgası gibi dudağının üstünde
çarpıp geçtim dönüp sonra gözgöze geldik
yüreğimdeki buzdağı kırıldı aynı şey işte
güz bitti güz ki hoşuma giderdi içteniçe
sigaramı söndürdüm emniyet kemerimi çözdüm
bastım gaza akıp gitti bir kuyruklu yıldız

unuttum kaç gün sonraydı unutmuşum seni
oysa unutulmaz sanırdım akılda tutulan
tutkulu muydum hiç mi anlamadım hayatı
eskiden böyle olurdum uzun ve korkunç
düş kurardım yara alırdım boştu hep
bir bağbozumuydu sevmek sonrası kış
aldatırdı hüzün uyarırdı akıl
acından uzaktasın acından uzaktasın

belki de bir bağeviydim yıkık ve anısız
yolların çıkmadığı dörtmevsim kar
olmazdı ya hani bir ses duysa
dikelirdi boyuna bıçkındı yalnızlığım
kavgamız aşk ve ekmek doymadık ikisinden de
soyutlandım soluklandım sonsuzlandım
saklamadım da kendimden kendimi kullandığımı
bağışladım kendimi hepsi bu
dönüp dönüp anlatıyor dönüp dönüp susuyorum
bir aşktan konuşmuyoruz artık
ölümü anlıyorum

sonrası kış


Emin Akdamar

18 Şubat 2015 Çarşamba

Ölümden Başka


çünkü uçurumum kısa

buraya kadar
ve ben ağzıma kadar doluyum

hayatı
bir yudumda çekip içime niye gidemiyorum?

bir şiirin zor dizesi olsam
bir sözün buharlaşması ya da

artık nereyeyse
artık nasılsa
artık hangi sözse

her şeyi sıralayıp sırayı karıştırmak sonra yine
yani
saçlarını dağınık bırakmak gibi
dağınık yaşayıp dağınık bırakmak her şeyi

atlıyorum
aklımdaki uçurumdan
.
.
ben hayata ne söyleyebilirim ölümden başka?

Emin Akdamar
Rehgüzar (1 Haziran 2006)

15 Şubat 2015 Pazar

Şiir Nasıl Okunmalı?



Daha önce de yazmıştım.

Şiir ne sadece dildir, ne de sadece içerik.

Neden böyle?

Zira şiir yazan, yazmayı deneyen birçok arkadaş; kimi zaman kendileri bile farkına varmadan kendilerini özellikle de gençlik yıllarında sınırları kesin belirlenmemiş bir “taraf”ta bulabiliyorlar. Ve o zaman yazdıkları şey: (şiir değil şey) ya bir çeşit “bildiri” oluyor ya da dilsel bir oyun.

Bu o kadar tehlikeli bir davranıştır ki; böyle bir tercihte dil ve içerik ister istemez birbirini yaralar.

Kimi yerlerde şöyle söyleniyor veya yazılıyor:

Dili içerik belirler
Hayır belirlemez
Ya ne belirler?

Dili içerik belirler, doğru ama sadece içerik belirlemez. Aynı zamanda harcın malzemenin özellikleri de belirler. Bir de bu harcın şair tarafında işlenme biçimi, bir anlamda şairin ustalığı belirler. Eğer dil bütünüyle içerik tarafından belirlenseydi, şiirde yapının hiç önemi kalmazdı ve daha önemlisi ”şair” belki devreden çıkardı.

Şiiri şair yaratır ve şairin dünyası dilin dünyasıyla sınırlı değildir. Şair dili kullanır, malzemeyi aşar ya da aşmaya çalışır. Yani malzemede şiirin yapısına uygun olmayan unsurlar varsa (ki genellikle olur) şair bunları şiirin dışına sürükler, atar. Burada oluşur işte dil. Ve şair burada söze ulaşır. Bu dediğimde şairin “şairliğiyle” gerçekleşebilir ancak. Tekrarlamak gerekirse; biçim ile (belki dille) içeriğin birliği, birleşimi; şiirin bütün öğelerinin eytişimsel birliğidir.

Şimdi gelelim herhangi bir okurun herhangi bir şiire gösterebileceği yaklaşım biçimlerine:

1-Şiiri yazan insanı yani şairi tanıyorsa; okur ciddiye alınacak hiçbir sorun yaşamaz. Bildiği bir “şair”le karşı karşıyadır ve avantajla şiiri kavrar ve anlar.

2-Eğer okur tanımadığı bir “şair”in şiirini okuma durumundaysa şunları deneyebilir.

Önce şiirin temel veya yüzeysel yapısına bakar. Yani biçimsel oluşuma.

Ama şiirdeki şiirselliği yakalamak için okurun biçimin altında yatan anlamı kazıması, kurcalaması gerekir. Şiirde okuru anlama götüren dizeler okuru yanıltabilir ama. Çünkü günümüz modern şiirinde olduğu gibi birçok ozan hemen kendisini ele vermez, anlamı gizler. Bu durumda okur; şiirin bütününe bakacaktır, ilk dizeden son dizeye; hatta ilk sözcükten son sözcüğe şiiri inceleyecek ve bir takım ipuçları arayacaktır. O ipuçları doğruysa, şiirselliğe ve anlama ulaşır okur. Aksi durumlarda işin içinden çıkamaz.

Hiçbir şiir anlamını yalnızca tek başına kazanmaz.

O zaman neler yapmak gerekir?

Neler yapmak demeyelim de; şunların bilinmesi gerekir diyelim:

Okur;
1-Şiirin üzerinde oturduğu tarihsel ve toplumsal ortamı
2-Şiirin çağdaşlık boyutunu
3-Şairin ülkesinde ve dünyadaki yerini bilirse, bilebilirse; okuduğu şiirin özünü kavraması da kolaylaşacaktır. Ve işte o zaman şiirin hakkını vererek okuyacaktır.

Şair hangi şiiri savunuyor olursa olsun; yukarıda sıralanan yönteme uyulursa “şair” de “okur” da bu tür şiirsel bağlam düzeyinde okumalardan kazançlı çıkacaktır.

Şimdi denecektir ki;
Okuru bu kadar yormaya gerek var mı?
Bence var:
Neden var?

Çünkü ülkemizde, hem de dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı dillerde yazılan ve okurun önüne gelen şiir son derece karmaşık ve biraz da kapalı bir şiirdir. Bu doğaldır; zira dünyanın hemen her ülkesinde insan ve insan ilişkileri bilinen (belki de bilinmeyen nedenlerde) karmaşık bir çizgiye gelmiştir.

Bu durum yaşarken bizleri zorluyorsa; yazıldığında ve okunması gerektiğinde daha da zorlayacaktır.

İşte böyle!

Metin Güven/Onaltıkırkbeş, Sayı:22


10 Şubat 2015 Salı

Vaaoowww


"Salt bir kadın gövdesi değil aradığım. Beynimle de doymak istiyorum. Aynı düşünceyi paylaştığımız bir kadın istiyorum yatağımda."

Adalet Ağaoğlu/Ölmeye Yatmak, syf.238

9 Şubat 2015 Pazartesi

Mühür Kitap Seti


Blog sayfası açarken reklam almayı, bu sayfalarda kitap tanıtımları haricinde reklama yer vermeyi hiç düşünmedim. 

Mühür Kitaplığı (http://www.muhurkitapligi.com) 14 Şubat için bir kampanya başlatmış. info@muhurkitapligi.com adresine sipariş veren herkese fotoğrafta görülen bir roman, beş adet şiir kitabı olmak üzere toplamda 6 kitap, posta masrafları dahil 25 TL.

Yeni kitaplar, yeni yazarlar keşfetmek isteyen arkadaşlara duyurmak istedim.

fy

8 Şubat 2015 Pazar

ŞAİR OLMAK, İNSAN OLMAK


“Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma” Cenap Şahabettin

Şairin işi şiir yazmaktır, öyle değil mi?
O zaman sorgulamak gerekiyor
Şiir dedikleri şey nedir?
Ve şiir deyince ne anlamalıyız?
Mehmet Fuat “Doksan altı tür şiir vardır” derdi.
İnsanlığın var oluşundan bu yana dünyada yazılan, yazıla gelen şiire bakıldığında bu sayıyı çoğaltmak mümkündür. Tarihi gelişim içinde şiir hemen her ülkede değişik bir yığın akım görmüş ve her akımdan da etkilenmiştir.

Bir de şairin oluşumuna etki eden faktörler var. Ve bunlar da bir ülkeden başka bir ülkeye, bir şairden başka bir şaire farklılıklar gösterir. Örneğin şiirin psikolojik serüveni, işçiliği, yazılma nedenleri, şiire yüklenen işlevler hep ve her zaman değişik olmuştur. Bütün bunların sonucunda şu bile söylenebilir: Dünyada ne kadar şair varsa o kadar da şiir şekli vardır.

Buna öyle sanıyorum ki kimse itiraz etmez.

Ama bir de ülkemizin önemli şiir bilginlerinden Özdemir İnce’nin ciddiye alınması gereken bir sözü vardır:

“Evrende bugüne kadar yazılan şiiri bilmeden, incelemeden şair olunmaz”

Şu anda aklıma gelen bir şairimizi sorayım:
Ey taşeronların ağzına düşen genç şairler
-Mümtaz Zeki Taşkın’ı biliyor musunuz?
Ya da başka bir soru:
-Sabahattin Tahsin Teoman’ın “letrizm” denemelerinden haberiniz var mı?
Peki ya hermetik şairlerden kimleri okudunuz?
Aloysois Bertrand,
Marinetti, Nazım Hikmet yakınlığı.


Eğer bütün bu sorulara yanıtınız “hayır”sa, daha fazla komik durumlara düşmeden toplatın kitaplarınızı ve lütfen başka meşgaleler bulun kendinize. Böyle yaparsanız hem kendiniz daha mutlu olursunuz hem de başkalarını rahatsız etmezsiniz.

Peki diyelim ki; sorularıma “evet” dediniz. Bu sizin “şair” olmanız için yeterli midir?

Hiç sanmıyorum
Ya daha neler gerekiyor?
Şunlar efendim:
-Sağlam bir dünya görüşü,
-Hümanizmin tuzağına düşmeden varılan ve yakalanan doğa ve insan sevgisi.
-Vefa

Yaşadığınız kentte bir yakınınızın, şiir yazan sevimli bir kardeşinizin hayatında sorunlar mı var? O kenti, o insan için ayağa kaldırabiliyorsanız size “şair” derler.

Birey olarak, kurum olarak “feryat” ediyorsanız belki “şair” katına yükselebilirsiniz. Aksi halde siz “müteşair” olursunuz ki; bu yaratıklar da aslında “edebiyat dostları” değil gerçek birer edebiyat düşmanıdırlar.

“Onaltıkırkbeş” bu insanlardan hep uzak durdu ve duracak!
Zira benim ve dergimizin bir “derdi” var:
-İnsana olan her şeye yakın durmak.
Ve alt kültür insanlarına onurlu olmayı, delikanlı olmayı öğretmek!
Ama söylenecek fazla da bir şey yok:
Bu ülke bizim ülkemiz, bu insanlar da sonuçta bizim insanlarımız.

“Tanrı onları korusun”

Metin Güven
Onaltıkırkbeş, Sayı: 30

kızlar öpülmez büyümeden

ben önceden kuş biriktirirdim sevgilim
öpüp kanatlarımdan tuzlu dudaklarımla
pencere hayaliyle, sabahları denize açılan

kayıklar nasıl yapılır bilir misin
bir kartpostaldan çatlak yüzleriyle haykıran
içimde portakal kokusu, bahçede yosun

ayın karanlık yüzünde mi saklanır hakikaten,
gördüğün düşler, görmen için bekleyenler
sağlığında söylemişti bunları dedem ve eklemişti:
kızlar öpülmez büyümeden

yalnızlar zamanın sarhoşlarıdır, yağmur onlara yağar yazın
bilir misin sevgilim, içindeki hayvan
şiirle çıkar ortaya, öyle vahşi değil ama
kelebek gibi, kuş gibi, farzet saka

biri tutup yakalasa, biri alsa saklasa

Selahattin Yolgiden/lacivert bir oyundu ikimiz arasındaki, syf. 7

6 Şubat 2015 Cuma

Romanov Komplosu


Kuzey komşumuz Rusya'da Çarlık döneminde hüküm süren Romanov Hanedanının son Çarı II.Nikolay'ın ve ailesinin yaşadığı dram tarihçiler arasında yıllardır konuşulur tartışılır.

Bolşeviklerin Rusya'da iktidara gelmesinden sonra; sürgüne gönderildiği Urallar'da, Yekaterinburg Şehrinde eşi Aleksandra, kızları Olga, Tatiana, Maria, Anastasia ve Romanav Hanedanın veliahtı, oğulları Alexey ile birlikte zorunlu ikamet ettikleri evin bodrumunda kurşuna dizilerek öldürülen Romanovların mezarları uzun yıllar bulunamamış, 1918 yılında gerçekleştirilen yargısız infazın ardından Rus Halkı yıllar boyunca Romanovların küçük kızı Anastasia'nın ona acıyan görevliler tarafından kaçırıldığına ve yaşadığına inanmıştır.

1920 yılında Almanya/Berlin'de kendisini bir su kanalına atarak intihar etmeye çalışan fakat kurtarılarak akıl hastanesine yatırılan Anna Anderson isimli kadının Rus Çarı II.Nikolay'ın kızı Anastasia olduğunu iddia etmesiyle birlikte Romanovların hikâyesi Batı'ya taşınır ve konu film yapımcılarının, edebiyatçıların da ilgi alanına girer. Nitekim Romanovların hikâyesinden etkilenen Rus Yönetmen Anatole Litvak 1956 yılında başrollerini İngrid Bergman ve Yull Brynner'in oynadığı "Anastasia" filmini çeker.

İrlandalı Yazar Glenn Meade'nin kitabı Romanov Komplosu'da aynı konuyu farklı bir biçemle, tarihi gerçeklerin arasına ustaca yerleştirdiği karakterle kurgulayarak ortaya soluk soluğa okunacak bir polisiye-gerilim romanı çıkarmış.

Kitabın kalınlığı kimsenin gözünü korkutmasın. Çünkü yazar sürekli diri tuttuğu okurun merak duygusunu son sayfaya kadar taşıyor ve bu süreçte kendinizi 1918 Bolşevik Devrimin gerçekleştirildiği, Lenin'in iktidarı ele geçirdiği Rusya'da heyecanlı bir maceranın/gerilimin içinde buluyorsunuz. 

Kitaba başlarken okuduğum bir cümle var.  "Her öykü kendi âşığını bulur" diyor yazar. Sonra şöyle devam ediyor: 

"Bu öyküye İrlanda'nın kuzeydoğu kıyısında, görkemli Mourne Dağları'nın ırak gölgesine sığınmış Collon köyünü ziyaret ettiğimde âşık oldum. 

Harika vitraylarıyla 1813'ten kalma Prestebiryen Kilisesinin köy mezarlığında, ülkelerindeki Ekim Devrimi'inden kaçıp İrlanda'ya sığınmış bir avuç Rus'un mezarının başında.

Hâlâ bir sır perdesiyle sarılmış bir girişimi, 1918'de Rus Çarı'yla ailesini kurtarmaya yönelik dikkat çekici bir planın ilk yankılarını orada işittim. Birçok dalıyla köklerini derinlere salan bu gizem araştırdığım en güç öykülerden biri oldu.

Rus Devrimi'nin ateşli günlerinde St.Petersburg'da başlayan öykü İrlanda'nın köy mezarlığındaki birkaç mezarda son buldu. Aradaysa yirminci yüzyılın en inatçı sırrına cevap verebilecek çok karmaşık bir komplonun çoktan yitip gitmiş ipuçları kaldı.

Bu kitapta adları belirtilen kişilerden çoğu gerçekten yaşadı; Tobolsk'lu Aziz Yuhanna Kardeşliği adı verilen karanlık tarikat da gerçektir.

Okuyacaklarınızdan çoğu gerçekten yaşandı.

Gerisiyse, ufak bir bölümü kurgu; yazarın öyküsüne hayat vermek için kullanmak zorunda olduğu anlatı mozaiğinden parçalar.

Ancak hangi bölümün gerçek, hangisinin kurgu olduğu konusunda kararı size bırakıyorum."

Evet, polisiye/gerilim okumaktan hoşlanıyorsanız Romanov Komplosu ve Glenn Meade biçilmiş kaftan.

İyi okumalar

fy


5 Şubat 2015 Perşembe

Ölmeye Yatmak

"Asansörle tam on altı kat çıktık. On altıncı katta indik. Bana odayı gösterecek oğlanın peşinden yürüyorum. Kısa bir koridor geçti. Bir odanın önünde durdu. Ben de durdum. Kapıyı açtı, içeri girdik.

Perdeler sıkı sıkıya kapalı. Çocuk perdeleri açıp dışarısını göstermek istedi. Engel oldum. Lambaları yaktı. Banyo kapısını açtı. Oranın lambalarını yaktı. Banyo kapısını açtı. Oranın da lambalarını yaktı. Bir şey isteyip istemediğini sordu. İstemediğimi söyledim. Bahşişini verdim. Gitti.

O çıkınca kapıyı hemen kilitledim. Bütün ışıkları söndürdüm. Çarçabuk soyundum Köşedeki yatağı açtım. Çırılçıplak içine girdim; ölmeye yattım."

Adalet Ağaoğlu, Ölmeye Yatmak, syf.5

3 Şubat 2015 Salı

Taşranın Sazendesi


Abdülkadir Akdemir; Değirmen Yayınları’ndan çıkan ilk kitabı “Taşranın Sazendesi” ile okurları kendi şiir yolculuğunun merkezinde kurduğu mekânlara çekiyor.

İki bölüm halinde ve toplamda yirmi iki şiirden oluşan bu yolculuğun en önemli enstrümanı elbette kelimeler. Kitapta yer alan şiirleri okumaya başladığınızda ilk bölümde epik, ikinci bölümde kısmen lirik bir dille coşku, direniş, ıssızlık, hüzün, kısıtlılık, sabır, samimiyet,  mütevazılık, umut, unutulmuşluk gibi insana dair hasletleri mensup olduğu medeniyet bilinciyle taşranın ruhunda birleştirmiş bir şair profiliyle karşı karşıya kaldığınızı anlıyorsunuz.

Taşra İmgesiyle Bütünleşen Bir Sazende

Savaş Provaları başlığını taşıyan birinci bölümün ilk şiiri Arbede:

“Diyeceğim o ki Tanrım zararına yaşıyorum/İflası görmeden indir kepenklerimi/Ve yahut güçlü kıl/Tahrip gücü yüksek sözler ver bana/Bu müthiş arbedede savunayım renklerimi” dizeleriyle bitiyor.

Dünyevî duyguların bedeni istilasına karşı nefsiyle ve kendi nefsine dışarından olumsuz tesir etmesi muhtemel hâdiselerle yapacağı savaş hazırlığında Tanrıya mutlak teslimiyeti ve koşulsuz bir inanışı duyumsatan şair,  “Savaş Provaları II” de yöntemin nasıl olması gerektiğini şöyle vurguluyor:

“bir avuç kalbimize düştü yüksekten hüzün/bir kurşun gibi beynime giren acıyla şimdi/kime açsam sırrımı, aynı ses/derin ve sivri o sükut/zeytin dallarıyla savaşa tutuşsun çocuklar”

Kitaba adını veren Taşranın Sazendesi: “Biraz olsun anlamıyorsun dilimi/Unutulmuş katranların altında kalan/Durgun sular gibi konuşuyorum oysa” dizeleriyle son buluyor. Bu şiirde taşra, sazende ve yağmur üçlüsü, zaman ve mekândaki belirsizliği hem içerden hem dışarıdan aydınlatırken, İstanbul sisli bir tablo gibi kelimelerin arasından süzülerek ayrışıyor.

Burada hemen Nurdan Gürbilek’in “Taşra Sıkıntısı” başlıklı denemesinden şu satırları anımsıyorum. “Taşranın kendisini taşra olarak ayrıştırabilmesi için kendisinden esirgenmiş bir başka yaşantının kıyısına itildiği bir merkezin farkına varması, kendisini onun gözüyle görmesi, onun karşısında kendisini eksik, yoksun hissetmesi gerekir. Taşranın ufku her zaman büyük şehirdir. Taşra içinde yaşayanlara ancak o zaman dar gelmeye, içi boşalmış bir dış gibi gelmeye, onları zamanla boğmaya başlar”

Kimliğinin farkında ve nerede yaşadığının, kimden gelip, nereye gittiğini dosdoğru içselleştirmiş bir şair Abdülkadir Akdemir. Bu yargıya alıntıladığımız şu dizelerden varıyoruz.

“Örümcek ve güvercin bizim yolumuza da bir dünya örecek diye avutuyorum kendimi”

“Bunu ancak sen/bunu ancak avuçlarıyla gökyüzüne bir sağlam müslüman/bunu ancak gündüz gizlenen, gece yürüyen/yabancı seslerden gözleri büyüyen bilir”  

“Kendi ateşimizle yanmaktan başka ne yapabiliriz/Ateşe ateşle karşılık vermekten başka ne yapabiliriz”

“Kanın gövdeyi götürdüğü bir ülkeden özveriyle yazıyorum/44 gülümsemenin bir gecede eksildiği yerden”

“Sevemezdik zira kısa metrajlı sıkıcı bir film gibiydi dünya”

“Ben” i “Biz” Yapma Derdinde Bir Şair

Kitabın ikinci bölümü “İntihar Şüphesi” on şiirden oluşuyor. Bu bölümle aynı adı taşıyan şiir: “Hüzün evrendeki en kalın duvardan da kalınmış” dizesiyle açılıyor.

Her şair gibi hayatla derdi olan dizeler yazıyor Abdülkadir Akdemir. Hayatın yarım kalmış diğer yüzünü ‘tahrip gücü yüksek’ sözlerle tamamlarken, okurları yer yer lirizmin büyüsüyle, şiirin haz ırmaklarına sürüklüyor.

“hezimete uğradım da geldim.elimde/ eylül sonu göveren güller var”

“ardım sıra ölüyor zaman/vurulmuş bir ceylan süzülüyor/rüzgârlı çayırlardan”

“yüzgecinde inci akşamı/gitmeyi seçiyor/ben seni seçiyorum”

“Bu hüznün kumaşı iyi bir bakmışsın nisan/Bir bakmışsın yalnızda eylül elinde kalan”

Taşranın Sazendesi sahip olduğu kültürel değerlerin, ait olduğu medeniyetin sorumluluğunu hisseden, içindeki “ben” i, “biz” yapma derdinde olan inançlı bir kalbin sesi. Şairin bu içten; bu coşkulu sesi dışarı vurma sürecinde tercih ettiği epik dil beraberinde şiirleri kristalize olmayan uzun dizelerle yazdırma riskini getirse de, kitabın ikinci bölümünde okuduğumuz lirizme yatkın daha soft ve daha kısa dizeler, Akdemir’in gelecek dönemlerde kaleme alacağı şiirlerde söz konusu riski ortadan kaldırabileceğinin ipuçlarını veriyor.

Bu süreçte yeni şiirleri bekleyip göreceğiz diyelim ve sözü şairin dizeleriyle sonlandıralım.

“Kalk gidelim Sümeyra, kalk gidelim
Beklentimiz kalmadı yarından, asılsız çıktı dostluklar
Yalnız bırakmayalım kendimizi buralarda
Ver elini, yaslan bana
Rüzgâra vasiyet edelim
Kalk gidelim”

fy

2 Şubat 2015 Pazartesi

Menekşelerin G/Z Bölgesi


tenimizde sürgün menekşeler olabilir
aramızda uzun, ipince ve suskun
 “asi” bir nehir

göğünü yitirmiş ebabilin ikizi yorgun
rüzgârın uğultusu
barut kokusuyla sarmaş dolaş kan ter içinde
hayatın idare lambasını -biraz şaşkın-
düşürüp kırmış olabilir

bak sana öğreteyim
ateşin darlık belirtisi üçtür
bir yalım, bir infilak, yukarı sıçrama gibi endişe
karanlığın renginde parlayan geniş ufuklar kaçınılmaz
bunları ezbere bil, diyeceksin

kurulmuş adaletin mesnevisi dağınık
iki dudak arası boşluktan
parmak uçlarımızın sıcaklığına buzdan sınırlar çizilmiş
gülova mabedi böyle hiç aşılmaz da diyeceksin
peki… kabul, hepsi olabilir

amma ve lâkin yetmiyor
çünkü metal bir kağnı tekerleğine benziyor zaman
durmadan dönüyor, dönüyor acımtırak
dokundukça acıyor çatlak
kuruyor geçtiğimiz orman köşe bucak
her şey sonyaz,
etrafımızda her şey limonî, dünya sarımtırak

öylece yerinde duruyor dipdiri… solmuyor hiç
bir tenimizde sürgün menekşeler
bir de aramızdaki suskun ve “asi” ırmak

düşünüyorum da
bu, yer sıfır noktasında kusurlu aşkın G/Z bölgesi
olabilir-
mi acaba?

h@nna m.

İnce Kavramları Bulmak

"Benden önce şairlerin hepsi anlayışlı, derin düşünen kişilermiş. Gazele yakışan bütün sözleri, ince kavramları öylesine harcamışlar ki, geriye bir şey bırakmamışlar. Bir insanın önceden söylenmiş kavramları söylemekten kaçınabilmesi için, onların hepsini bilmesi gerekir. Zaman zaman akşamdan sabaha değin içim kanayarak uğraşa uğraşa bulup, yazdığım bir kavramı, sabahleyin, başka şairlerle benzeştiğini görünce, karaladığım olmuştur. Zaman zaman da sabahtan akşama kadar kafa patlatarak düşünce denizine dalıp çıkardığım eşsiz bir inciyi görenler. 'Bu kavram anlaşılmıyor' ya da 'Bu söz hoş karşılanmaz' deyince, bulduğum kavramın gözümden düştüğü, onu yazmaktan vazgeçtiğim olmuştur."

Fuzulî