Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

30 Mayıs 2014 Cuma

inanç, güven, sadakat



bir yetimin damarında kan pıhtısıydım
çığlık çığlığa geldiğim dünyada sarıldığım öksüzün
iki yumruk kadar mütemmim cüzü

pırıl pırıl bir top eğilip geçiyordu
üstümüzden kavisli günler

açıp kapadığım kirpiğimdeki zaman
neydi o servi boylu neş’ede sallanan gökyüzü
ve neydi onca yokluk yoksulluk deryasında
içimizde büyüttüğümüz çerağan

şu kalbimizi dokuduğumuz sözün
saf ve gümüş iğnesi
ey ipliğini erguvanla yıkadığımız kumaş:
derman olur mu yılların bıçak yarasına lilyum
onarır mı ilk göz ağrısını suskun bir dilârâ
ya da gül reçineli bir cânânla
silinir mi bu nar lekesi

söyle hangi sonsuzluğa vuralım
bedrin sır dolu mührünü yâr

susma… elife kays olmaktan başka çare mi var?

Fatih Yavuz Çiçek

29 Mayıs 2014 Perşembe

Epizotlar



Karşılaştığım, tanıştığım, yüz yüze konuştuğum çoğu insanın belleğinde iz bırakmayı başaramayan sıradan insanlardan biriyim galiba. İnsanın zihinsel faaliyetlerini bir puzzle gibi düşünürsek, tanıştığım insanların hafıza bölgesinde hangi parça, benim suretimle tamamlanmıyor ve oradan silinip gidiyorum doğrusu hiçbir fikrim yok.  

George Orwell, 1984 isimli kitabında şöyle bir cümle kurar: "Belki de insan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu."

Sahi ne istiyorum? Sevilmek mi? Anlaşılmak mı?

Ben sevmenin sevilmekten daha değerli olduğunu düşünürüm. Hem, başkalarının seni seviyorum demesi ne kadar inandırıcıdır ki? Sen, seviyorsan, kalbindeki sevgiden zaten eminsindir. İşte bu yüzden sevmek, sevilmekten her daim daha değerlidir.

Anlaşılmak meselesine odaklanırsam, böyle anlarda Andrew Niccol'un yönetmenliğini yaptığı "Simone" filmini anımsarım. Filmdeki Victor Taransky'nin  (Al Pacino) hayatını değiştiren hayranı "Hank" gibi birinin, düş bakkalıma uğramasını beklemek arpalık çukurunda yaşayan benim için, günümüz koşullarında fantastik bir hayâl olsa da bazen Pessoa'ya kulak verdiğim de olur: 

"İyi bir düşçü asla uyanmaz." 

Sahiden hiç uyanmaz mı?

Bu epizotu, Marcus Aurelieus'un cümlesiyle bitireyim:

"Kişinin hayatı, düşünün rengine boyanmıştır" 

Le Passé


Le Passé, (Geçmiş) Oscar ödüllü İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin ikinci filmi. Film boşanma sürecinde olan anne, kız, yeni sevgili Samir, yeni sevgilinin intihara kalkışmış eşi, eski koca Ahmet ve iki küçük çocuktan oluşan bir ailenin girift ilişkilerine ayna tutuyor.

Film,  Tahran'da yaşayan Ahmet'in Marie'den boşanmak için Paris'e gelmesiyle başlıyor. Marie'nin, ilk eşinden olan kızı Lucie'nin sorunlarını öğrenmek amacıyla yardım istediği Ahmet, Lucie'nin endişeleri ve itiraflarını dinleyince, ailede dengeler sarsılıyor. 

Asghar Farhadi basit, durağan gibi görünen bir hikâyeyi, birbiriyle ilintili ve sanki iç içe geçmiş matruşka bebekler gibi açarak izleyici peyazperde önüne mıhlamayı, izleyicinin merak duygusunu uyandırmayı başarmış. Son derece dingin başlayan filmin hikâyesindeki dağınık puzzle parçaları aile içindeki yıkımlarla yerine oturmaya başlıyor. Boyalı kapılar, onarılan mutfak sifonu, yeni takılan avize, yağmur, toplanmış valiz vs. gibi metaforlar geçmişle, gelecek arasına sıkışmış  sırlarla yüzleşmenin fitilini ateşliyor.

Le Passé (Geçmiş)'in henüz Farhadi filmi izlemedim diyenler için çok fazla sıkılmadan izlenebilecek bir yapım olduğunu düşüyorum.

İyi seyirler.

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Güneşin Çocukları


"Güneşin Çocukları Maya 2012" ve "Güneşin Çocukları-2 Atlantis'in Ötesinde," Ali Ataman'ın Minval Yayınlarından çıkan, fantastik tür romanlar kategorisinde sayılabilecek kitapları.

Her iki kitabın kahramanı Brezilyalı bir arkeolog olan Carlos Mendez. Olaylar Guetamala'da küçük bir kasaba'da meydana gelen deprem sonrasında açılan çukurun incelenmesiyle başlıyor. Kitap ilerledikçe Maya Uygarlığı ve İnka Mitolojisinin kurgulandığı gizemli sırlara doğru yelken açıyorsunuz. Carlos Mendez ve sevgilisi Liz, yıllar evvel yine bir deprem sonrası aynı yerde açılan çukura araçlarıyla düşerek kaybolan iki kardeşi aramak için indikleri çukurda, Maya Uygarlığına açılan tünelleri buluyorlar. Yerin metrelerce altındaki tünel boyunca ilerleyen roman kahramanları bu tehlikeli, macera dolu yolculuğun sonunda hiç beklemedikleri bir sürprizle karşılaşıyorlar.

Serinin ikinci kitabı "Atlantis'in Ötesinde," bir önceki kitabın devamı niteliğinde. Güneşin Çocukları Maya 2012'de, tanrılar tarafından yazıldığına inanılan 52 tableti bulduktan sonra  tabletleri çözümleyen Arkeolog Carlos Mendez ve sevgilisi Liz, bu seferde zamanda yolculuğa çıkıp kendilerini çağlar öncesinde, kayıp kıta Atlantis'te buluyorlar. Orada insanlığın soyunu yoketmek isteyen Kabillerle yapılan fantastik mücadele bu tarz kurguları seven roman okurlarının ilgisini çekecektir kanaatindeyim.


Ali Ataman, "Güneşin Çocukları Maya 2012"yi önce Amerika'da, İngilizce yayımlamış. 2103 yılında Maya Takvimin gizemleri, kıyamet senaryoları, 21 Aralık'ta Dünya'nın yok olacağı, sadece İzmir'de Şirince'nin güvenli kalacağı gibi varsayımlarla gündeme gelen Maya Uygarlığını merak edenler için sözünü ettiğim her iki kitap biçilmiş kaftandır desek yeridir.

Fantastik romanların en belirgin özelliği kurgusudur. Kurguda insanın hayal gücünü zorlayan, gerçek dışı bir dünya ve karakterler oluşturulur. Okur, düş ve gerçek arasında sürekli gelir gider. Çok başarılı bulduğum "Güneşin Çocukları Maya 2012"den sonra okuduğum "Atlantis'in Ötesinde" hepimizin merak ettiği UFO'ları, uzaydan, farklı gezegenlerden gelen varlıkların Dünya'ya gizlice kurdukları istasyonları vs. anlattığı bölümlerde "kitsch" olgusundan kurtulamıyor. 

Yazar'ın biyografisini incelemek isteyenler http://www.minvalyayinlari.com/ali-ataman adresinden daha detaylı bilgi edinebilir.

İyilikle kalın...

26 Mayıs 2014 Pazartesi

O Muhteşem Hayatınız


Fotograflar, hele ki siyah beyaz fotograflar hep ilgimi çekmiştir. Ara sıra eski albümlere baktığımda geçmiş belleğimde izlemeye doyulmayan, muhteşem bir havai fişek gösterisine dönüşür. Fotograflardan yola çıkarak "Karton Gemiler" ismini verdiğim kısa öyküyü ve "Fotograflar" başlıklı şiiri yazmıştım. Oya Baydar'ın "O Muhteşem Hayatınız" isimli romanında kendi yazdığım metinlerle örtüşen izler buldum. Hiç şaşırmadım. Romanı okudukça, Freud'un şu sözünü düşündüm: "Nereye gittiysem, oraya benden önce varmış bir şairle karşılaştım." Der, Freud. Ki Freud bu tespitinde haksız değil galiba.

Oya Baydar; eski fotograflardan etkilenerek yazdığı "O Muhteşem Hayatınız" da, ışıltılı bir yaşamın sırlı perdesini aralayarak okurları konjonktürel bir yaranın, yıllarca gizlenen ama içten içe sürekli kanayan, üzerinde konuşulmasından, tartışılmasından çekinilen bir yaranın içine çekiyor.

Kitap, dünyaca ünlü opera sanatçısı Aliye Sema'nın aile fotograflarını bulan ve bulduğu fotografları iade etmek isteyen toplayıcı ile buluşmasını konu edinerek başlıyor. Birinci bölümde ortaya çıkan siyah-beyaz aile fotografları, Aliye Sema'nın kendisini, yaşamını, kimliğini sorgulatan bir iç hesaplaşma dönüşürken, ikinci bölümde kızı Arya ile kopmuş anne-kız ilişkisinin yeniden kurulmasını sağlayan kurguyla devam ediyor. Birinci bölümde anlatıcı Aliye Sema, ikinci bölümde yerini kızı Arya'ya bırakıyor. Son bölümde ve kitabın diğer bölümlerinde araya "toplayıcı" karakteri giriyor.

Kitabın kurgusu bir primadonna'nın hayatını anlatıyor gibi görünse de yazarın asıl odaklandığı merkez 1937-1938 Dersim olayları. Oya Baydar, akıcı üslubu, su gibi berrak, insanı düşündüren anlatımıyla bizleri Dersim'li kayıp kızların, parçalanmış ailelerin dramıyla yüzleştiriyor. O yörede yaşayan insanların, kimi kesimler tarafından eksik/yanlış bilinen inançlarına, kültürüne, efsanelerine, kaynağından alınmış bilgilerle dikkat çekiyor. Baydar'ı, tercih ettiği kurgu yüzünden popülist, hatta romanın Dersim'e ilişkin içeriği günümüzdeki konjonktürel söylemle örtüştüğü için ideolojik bularak eleştirenler olsa da, ben, Oya Baydar'ın "O Muhteşem Hayatınız" da, toplumun tabu olarak gördüğü ve söz konusu alevilik inançları olunca herkesin kısık sesle fısır fısır konuştuğu, görmezden, duymazdan geldiği her şeye, edebiyat çevrelerinden, eleştirmenlerden gelecek tepkilere aldırmadan bilinçli ve cesur bir ayna tuttuğunu düşünüyorum. 

Benzer bir aynayı, Dersim olaylarının başlangıcında Singeç Köprüsü Karakolunda şehit edilen Teğmen İsmail Hakkı ve 33 askerin geride bıraktığı ailelerinin yaşadığı dramlara çevirecek, araştıracak başka bir yazar daha çıkar mı? Bilinmez. 

Oya Baydar kitabın sonlarına doğru şöyle bir cümle kuruyor. "Ah Arya! Gerçeklik nedir? Gerçek hayat dediğin nedir? Kimin nasıl yazdığına bağlı bir kurgudan ibaret değil midir bütün yaşamöyküleri."

Kaybolan gerçekler, parçalanmış, ikiye, üçe bölünmüş karanlıkta kalmış hayatlar ve gizlenen kimlikler.

“Yıkılacağımı, şok geçireceğimi, depresyona gireceğimi sanmıştın belki. Ama Arya, ben hep seziyordum. Öyle apaçık bir bilgi, bilince çıkmış bir gerçek olarak değil, derinde biryerlerde, karanlık bir köşede saklıydı kimliğim. Daha çocukluktan başlarsın ipuçlarını ufak tefek derlemeye. Daha doğrusu, onlar kendileri toplanırlar, yığışırlar. Farkında bile değilsindir ama kuşku kırıntıları, bilgi kırıntıları ağır ağır birikir. Aileden birinin boş bulunup söylediği bir söz, sisler içinde bir anı, inatçı bir duygu, senden saklanan ufak tefek sırlar, en masum soruyu izleyen huzursuz suskunluklar… Son ampul yanana kadar beklersin, ertelersin. Sonra o an gelir, pırıl pırıl görünür her şey.” (O Muhteşem Hayatınız, syf.441)

Hindistanlı insan bilimci Sirinivais şöyle der: “Her insan en az bir kez doğar. Onlardan küçük bir bölümü yabancı toplum veya kültürleri tanıyıp tanıtarak ikinci kez doğar, bizim gibi insan bilimci olur. Ama, bizlerden çok azı bununla da yetinmeyip, kazandığı gözlem gücü ve deneyimle kendi toplumunu incelemeye girişir ve üçüncü kez doğar. Sizleri son adımını da atıp, üçüncü kez doğmaya çağırıyorum. Kolay değil ama denemeye değer.”

Kendi toplumunu incelemek ve üçüncü kez doğmak.

Oya Baydar, bir sosyolog, bir yazar olarak "O Muhteşem Hayatınızda" biraz sancılı da olsa işte tam da bunu yapmaya çalışıyor.

Varsın sancılı olsun. Bu toplumda her doğum genellikle sancılı değil midir zaten.

Fatih Yavuz Çiçek 

23 Mayıs 2014 Cuma

Varlık/Yokluk



"Var olduğun fikri beni mutlu ediyor."

André Comte-Sponville/Cinsellik, Aşk ve Ölüm, syf.76

Seçme Şiirler


Seçme Şiirler, Adnan Özer şiirlerinden oluşturulmuş bir seçki. Okuyup altını çizdiğim, birbirinden iyi şiirler ve dizeler var içeriğinde. Geçtiğimiz günlerde Mühür Kitaplığından Mustafa Fırat'la konuşuyordum. Bana, Mühür Dergisi'nin gelecek sayısında Adnan Özer dosyası yapmayı düşündüklerini ve oluşturacakları dosyaya benimde katkı yapmamı gönülden arzuladığını belirtti.

Adnan Özer şiirlerini okumuştum. "Seçme Şiirleri" tekrar okudum. Etkilendiğim dizelerin kendi şiir algıma düşen görüntülerini, Mühür Dergisi için hazırladığım yazıda dil ve kültür kavramları üzerinden yola çıkarak analizini yapmaya çalıştım. Adnan Özer şiirlerini okumayan varsa "Seçme Şiirler"i öneriyorum.

Kitabın içinde en çok beğendiğim şiirlerden biri de "Yalnızlığa Veda"

                                  Gidiyorum işte
                                  Hayalde gör, düşte gör.

Yalnızlığın da ucuna geldim,
sırtımda kederin hançeri,
saplanmadan hep tehditle yürütür beni.
Bilmem neden ve nasıl çıktım bu yola,
vardır elbet başlangıcı bu halin;
ben de bir harmandan savruldum sonunda,
konmasız uçtum peşinden kadın denilen hayalin.

Hayatmış ama asıl beni kandıran cilve.
Yine de bir şey verdi diyemem bana bu derin tasavvur
ve yeryüzü meridyenlerle kestiğim özlü çamur
kerpici iliğimde kurur, ağrısı yüzüme vurur.

Ah ne vedadır ne vebadır ne vebaldir bu!
Gitmek değil, artık dağılmak benimkisi
tozuyan aklım ve hafızamla.
Bitsin artık bu şiirler, bu kitap, bu içe dönük cihannüma
Hayalse katili bir insanın
cesedi vurmaz hiçbir kıyıya.


22 Mayıs 2014 Perşembe

Soğuk Kanıt



Soğuk Kanıt, Kanadalı yazar Kenneth J.Harvey'in üçüncü kitabı. Yazarın diğer kitaplarını okumadım. Soğuk Kanıt'ı kitabın arka kapağındaki tanıtım yazılarını görünce ve aldığı ödüller dikkatimi çekince okumak istedim. Oysa tahmin etmeliydim. Edebiyat Dünyasında ödüllerin birer aldatmacadan ibaret olduğunu, yıllardır bu ortamın içinde nefes alan biri olarak hemen tahmin etmeliydim. Aldanmak, kirlenmiş bir toplumda iyi ve temiz kalmaya çabalayan insanların zaafıdır. Soğuk Kanıt'ta aldandığımı düşünüyorum. 

Kitabın içeriği hakkında yazmak bile istemiyorum. Yazmaya değmez çünkü. Bu kadar övülen kitap, argo tabirle ifade edecek olursam "beş para etmez." 

Alışkanlığımdır. Bir kitabı okuduktan sonra yaptığım iki şey var. Ya kitaplığımda tutarım. Ya da sahaf arkadaşıma verip, okumayı istediğim başka kitaplarla değiş-tokuşta kullanırım.

Soğuk Kanıt'ı da öyle yaptım ve Sahaf'a bıraktım. karşılığında üzerine bir miktar nakit ödeyerek, Oya Baydar'ın "O Muhteşem Hayatınız" isimli kitabını aldım. "O Muhteşem Hayatınız" bilinçli seçimim. Oya Baydar'ın beni yanıltacağını hiç düşünmüyorum.

İyilikle kalın...

fy

Kusursuz İçgüdü


Bir muhasebe şirketinin ortağı olan; çok sevdiğiniz, her şeyine güvendiğiniz, onsuz asla yapamayacağınızı, onun sizi hiç aldatmadığını/aldatmayacağını düşündüğünüz bir eşiniz var ve siz onun eve gelmesini beklerken kapınız çalınıyor, kapıyı açtığınızda karşınızda polisleri görüyorsunuz, polisler eşinizin trafik kazası geçirdiğini, aracının yandığını, araçta bir de kadın bulunduğunu, kadınla birlikte eşinizin de hayatını kaybettiği haberini size veriyor.

O an, ne düşünürsünüz?

Nicci French'in "Kusursuz İçgüdü" isimli romanı bu soruyu temel alarak kurgulanmış bir kitap.

Kitabın kahramanı Ellie, duyduğu haberle sarsılıyor, ama kendini bırakmıyor. Polis, olayın kaza olduğunu düşünerek dosyayı kapatıyor ancak eşini iyi tanıyan Ellie, kazanın olduğu zaman araçta bulunan kadının kimliğinden yola çıkarak olayı gizliden gizliye farklı bir kimliğe, Gwen rolüne bürünerek araştırmaya başlıyor.

Kitap, okuru meraklandırarak, düşündürerek, Ellie'nin yaşamına, kadınlara has sezgilerin derinliklerine doğru çekiyor. Bir yanda eşini kaybetmiş yaslı bir kadın. Diğer yanda sürdürülmesi, tek başına da olsa ayakta kalınması gereken yeni bir hayat. Cevapları aranan sorular. Gizemli, birbirine geçmiş arkadaşlık bağları. Çıkar ilişkileri.  Sayfalar ilerledikçe dağınık, ilgisiz gibi duran parçalar yavaş yavaş yerine oturuyor, hissedilen heyecanın dozu son sayfada düğüm çözülene kadar sürekliliğini koruyor.

Bütün bu olaylar içinde dikkatimi en çok çeken noktalardan birisi de Ellie'nin mesleği. Kullanılmış mobilyaları yeniliyor Ellie. Her türlü aleti rahatlıkla kullanıyor, eskileri onarıyor, elinde zımpara ahşabın pürüzlerini temizliyor, vernikliyor, cilalıyor. Bizim toplumsal dinamiklerimize kadın ve erkeğin meslek seçim kültüründen bakıldığında Ellie'nin meslek tercihindeki aykırılığı hissediyorsunuz. Örneğin Ankara'da mobilyanın kalbi Siteler semtinde atar. Burada binlerce atölye vardır ancak imalatta çalışan tek bir kadın mobilya ustası göremezsiniz. Bu yüzden Ellie'ye, (roman kahramanı da olsa) hayran olmamak elde değil.

Kusursuz İçgüdü tipik bir cinayet romanı. Kurgusu başarılı. Anlatım karmaşık değil. Cümleler akıcı. Karakterler gerçekçi.

Bu tarz romanları takip edenlerin, Nicci French'i sıkılmadan okuyacağını düşünüyorum.

20 Mayıs 2014 Salı

Su ve Ateş



"Ve ben sana doğru bakıyorum,
sen ki güneşin ateşten çemberinde olansın;
zamanı hatırla, gecenin bizimle dağa çıktığı,
hatırla o zamanı,
şimdi neysem eskiden de o olduğumu bir düşün:
bir hapishaneler ve kuleler ustası,
porsuklarda bir soluk, denizde bir sarhoş,
ve bir söz, o senin yanarak yaklaştığın."
Paul Celan/Bademlerden Say Beni, Sayfa: 56
Çeviri: Gertrude Durusoy/Ahmet Necdet

Satranç



"Sözün bittiği yerdir Satranç. Üstelik Yalnızca Zweig için değil, yüzyıllardır kurduğu ve koruduğu değerleriyle bütün bir Avrupa için de bu böyledir. Satranç oyunu çerçevesinde birbiriyle asla uzlaşamayacak toplumsal değerleri, karşıt iki karakter Mirko Czentovic ile Dr.B  aracılığıyla çökmekte olan bir dünyanın içine yerleştiren yapıt, kendi simgeselliği içinde, Avrupa kültürünün ve Avrupalılığın çöküşü olarak da yorumlanabilir. Böyle bakınca gerek yapıta adını veren satranç oyununun gerek Mirko Czentovic ile Dr.B örneğinde figürlerin diziliminin karşıt politik söylemleri temsil ettiği söylenebilir. Satranç şampiyonu Czentovic ilkelliğiyle "küçük bir Hitler" modeli çizerken, gerek Gestapo gözetiminde bir otel odasına hapsedildiğinde gerek Czentovic karşısında bile, aslında hep kendine karşı oynayan ve "siyah olan ben ve beyaz olan ben" olarak kişiliği ikiye bölünen Dr.B de yok olmaya mahkûm edilen bir dünyayı simgeler. Böyle bakınca, Dr.B insancıl ve özgür bir yaşam biçimini temsil eden dünya görüşüyle, hiç kuşkusuz Zweig'ın kendini yansıttığı bir figürdür. Bu bakımdan satranç, Stefan Zweig'ın şiddetin egemenliğine karşı koyamayan ve mat edilen özgürlüğü son bir kez daha ele aldığı yapıttır."

Şebnem Sunar
Satranç/Stefan Zweıg/Can Yayınları Syf.12

Koyu




"Kıvamını bulmuş yalnızlığın bordosunda üşümeyen kalp yoktur, bilesin!"

Fatih Yavuz Çiçek

Akdua


ölülerin ak ayaklarında açar zambaklar
(zambaklar) yer kurtlarının tezgâhında dokunur
senin - kötüler kötüsü -  yüreğin bunları bilmez

ölülerin ak soluklarıyla büyür zambaklar
(zambaklar) mahşerin ak bildirisidir okunur
senin -yetimler yetimi- aklın bunları almaz

şairlerin ölüm çiçeğidir zambaklar
(zambaklar) çocukların karbeyaz uykusudur
senin -mutrıplar mutrıbı- gönlün bunları çalmaz

zambaklar gün gelir şairlerin başucuna sokulur

Adnan Özer, Seçme Şiirler, syf.49

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gecikmiş Mumya Üzerine Okuma Notları


1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü alan Gabriel Garcia Marquez’in okuduğu kitaplara ilişkin şöyle bir tanımlaması vardır. “Kitabın ilk cümlesi laboratuar görevi görür.”

Birkaç gündür Hilal KARAHAN’ın Mühür Kitaplığından çıkan “Gecikmiş Mumya” isimli şiir kitabını okuyorum. Şair; ilk cümlede,  kitabını “sevginin krallığında neşe duyanlara”  ithaf ediyor.

Sevgi ne yüce bir duygudur değil mi? Ve sevgiden yola çıkarak ilk cümlenin analizini “insan’ın bedeni kovan gibidir. Bu kovanın peteği, balı da aşktır, sevgidir. Aşkı sevgiyi alıverdin mi beden sadece dış kabuğu olan içi boş bir kovandır. Gönlüne hikmet çiçeklerinden bal topla da sevgiyle dolu petekler ör” diyen Mevlâna’nın sevgiye bakışını yansıtan cümlelerıyle yapmak mümkün.  

İlk cümleden sonra kitap, “Burnu Büyük Erguvanlar Baladı” isimli şiirin:

“uzun zaman oldu görüşmüyoruz erguvanlar ve soluğunuz
Uzun zamandır sesinizi gökyüzünden tanıyoruz”  dizeleriyle başlıyor.

Lirizmin yoğun olarak hissedildiği şiir, z sesiyle oluşturulmuş bir ritimle birlikte su gibi akıcı ve kaygan ilerliyor.

“ıtır kokusu, yasemin çayı, öğle vakti biliriz;
sade ve güneşli günleri seversiniz,
kapı önlerinde sessiz güler buluruz sizi”

Şair dört şiirin yer aldığı ilk bölüme “Sesin İlmekleri” ismini vermiş. Şairin şiirlerinde özle birlikte biçimsel kurgulamaları da belirgin bir şekilde öne çıkarmış. Bu tercih kitap boyunca bütün şiirlerde çok net görülürken “Şizofren Tregadya” başlıklı ikinci bölümün ilk şiiri “Bir Pazartesi Kendini Terk Eden Valiz” de biçim ve özün düzyazıyla uyumlaştırılma çabası zirveye ulaşmış. Bu şiirde giderek anlamsızlaşan toplumsal karmaşanın, şizofreni metaforuyla bireyin iç dünyasındaki gel gitleri ve tepkimeleri yansıttığını düşünüyorum.

Kitabın 3.Bölümü “Hendek Musiki Cemiyeti Beraber ve Solo Saz Eserleri” şairin şiirlerinde beslendiği kaynağın net olarak algılandığı dizelerden oluşuyor diyebiliriz.

Şair Huşû Kuşu (:Bestenigârdan Eviçe Ney Taksimi isimli şiirde “ huzur mu arıyorsunuz kardiyak kilerde? sevgiyle silin korkuları/silkinin, kalbi pelviste sananlar/sese doymuş bir dil taşıyabilir/tümceyi ve her şeyi/ve herkesi bağışlar” derken metafizik, musiki, fen bilimleri üçlüsünü bütünleştirmiş.

Mesleği hekimlik olan şair tıbbi terimleri sanki bir ameliyat masasındaymış gibi dizelerin içinde kullanmakta da oldukça cesur davranmış. İşte okurlar için seçtiğim birkaç örnek dize:

“çağın sertleşme sorununa teğet/ayak fetişizmine dik bakan”

“dikkatle sıvazlar karnını zamanın/siğilli elleriyle sessizlik”

“sağdan sola, soldan sağa sirkadyen ritm”

“ruha teğet sözler taşımaz iskeletini”

“camlara yaslanan şizofren siluet”

“yutulmayan anaerobik inanç; köz”

“ O SAKRUMDA UYUYAN DİŞİ BİR YILANDIR”

“huzur mu arıyorsunuz kardiyak kilerde”

“sevgiyle silin korkuları/silkinin, kalbi pelviste sananlar”

Bu dizeler bana Heves Şiir Eleştiri Dergisinin Nisan 2010 sayısında Akın Terzi’nin Gherasim Luca’yı anlattığı “İlk Kitap Dudaklardır” başlıklı yazısından bir bölümü anımsattı.

“Luca’nın kendi ifadesiyle, şiir bir ameliyathanedir; sözcük bu ameliyathanede ses mutasyonlarına tabi tutulur ve taşıdığı anlam yüklerinin tümü açığa çıkarılır. Luca kendi yaptıklarını, gürültü ile sessizliğin çarpıştığı yerdeki bir arayış olarak tarif eder: Bu çarpışma uzamında şiir bir dalga şeklini alır ve çarpışmanın etkilerini şiire yayar. Zaten Luca kendi yazdıklarına şiir denmesini de yanlış bulur, daha ziyade tercih ettiği karşılık “varlık-sesi” dir. (ontophonie) Sözcüğün içini açan kişi, aslında bir maddeyi açmış olur. Sözcük gerçeği adeta simyaya mahsus bir başkalaşımdan geçirmeye yönelik bir keşif sürecinde kullanılan maddedir.”

Kitabın son iki bölümü “Gecikmiş Mumya” ve “İç Sözlük” şairin şiirde biçimi önemsediğinin işareti olarak algılanabilir. Harflerle oluşturulan görsellik, kırılan, parçalanan, kesilen puzzle parçaları gibi dizeler ki zaten şair de Berna Olgaç’la yaptığı söyleşisinde “Şiiri bir seyyah gibi yazıyorum; nesnelerin arasından hızla akıyor sözcükler. Bu nedenle sık sık boşluklar, kolajlar, anlam kırılmaları, ritimde sıçramalar oluyor, hızlı yaşantıma paralel şiirimde... Benim şiirsel metinleri bu kadar rahatlıkla parçalayıp, bu kadar kolaylıkla yeniden kolaj yapmamda, sanırım cerrah olmanın etkisi var”  diyordu.

Gecikmiş Mumya’ya ilişkin okuma sürecinin sonunda okur hissettiklerini “bir kitap okudum hayatım değişti” cümlesiyle ifade edebilir mi? Bunu zaman gösterecek. Okurun kitabı benimsemesi önemli, çünkü şiiri ve şairi geleceğe taşıyan en önemli unsurlardan biri okurdur diye düşünüyorum. 

Soruyu kendi adıma yanıtlamam gerekirse, kitabın içinden belleğime kazınan bir dizeyle yazıyı bitirelim.

“keçi burcuyum ben,
iyimser ve kine gecikmiş”

Fatih Yavuz Çiçek

Casablanca


"Ilsa: Sana iki kelimelik, sonunu bilmediğim bir hikâye anlatayım mı?
Rick: Evet
Ilsa: Seni seviyorum."



14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma: Yüreklere Ateşin Düştüğü Yer


Soma Maden Ocağında meydana gelen trafo patlamasından sonra, vefat eden 201 madenci ve ocakta mahsur kaldığı söylenilen diğer madenciler için sözün bittiği yerdeyiz.

Ateş düştüğü yeri yakıyor. Ateş, haberi duyduğu andan itibaren bu acıyı duyumsayan her yürekte lav gibi püskürüyor. Çünkü konuyla ilgili teknik donanıma sahip herkes biliyor ki bu saatten sonra ocakta kalanlar için artık hiçbir umut yok.

Cenazelerin defin işleminden birkaç hafta sonra, muhtemelen, önce Maden'in İş Güvenliği yönünden eksikleri tespit edilecek ve ardından eksikler giderilinceye kadar "üretim durdurma" kararı verilecektir. Üç-beş ay geçince de ocak tekrar işletmeye açılacaktır. Başka türlü davranılır mı? Sanmıyorum.

Trajedi denilecektir belki. Oysa ülkemizde, iş kazalarındaki yüksek oran için "trajedi" kelimesini kullanmak hafif kalır. Çalışma Bakanlığı yasa ve yönetmelik çıkarmakla sorunları çözebileceğini sanıyor. Ya da öyle görünmek istiyor. Hatırlayalım. Geçtiğimiz yıl MKEK Elmadağ Barut Fabrikasında meydana gelen iş kazasından sonra bakanlık müfettişleri yaptıkları denetimlerde "üretimi durdurma" kararı vermişlerdi. Ne oldu? Eksikler giderildi ve üretim yeniden başladı.

Hiç kuşkunuz olmasın, Soma Maden Ocağı için de ilk aşamada buna benzer bir karar verilecek, olay hafızalardan yavaş yavaş silindikten sonra işletme yeniden üretime geçecek. Burası Türkiye. Burada hiçbir mesele 15 günden fazla gündemde kalmaz çünkü.

Peki ya sonrası...Sonrası Allah kerim. Ulusal gündemi belirleyecek yeni bir iş kazası oluncaya kadar, kısır döngüye devam.

Abdülkadir Akdemir'le Poetik Haber için yaptığımız söyleşiyi anımsıyorum. Abdülkadir; "İşçileri anlatan bir şiir neden yazılmıyor, varsa kimler yazıyor?" diye sormuştu.

Yıllardır emekçilerle birlikte çalışan ve İş Güvenliği sorunlarını yakından bilen, gözlemleyen, çözümler üretmeye çalışan biri olarak şöyle yanıtlamıştım.

"Emek kutsal, ücret haktır. Çalışanların sayısı, ülkemizin toplumsal katmanında yüksek oranda bir yekûn oluşturuyor. Yekûn çok olunca sorunlar da ona paralel artıyor. Çözüm süreci şöyle işliyor. İşverenler, öncelikle çalışanlarının sağlığı ve güvenliğini sağlamakla, yönetim erki yasa hazırlamakla, çalışanlar da çıkarılan yasaları işverenle birlikte uygulamakla mükelleftir. Yeni çıkan 6331 sayılı İş Sağlığı Ve Güvenliği Kanunuyla birlikte artık emek sarfeden her ücretli “çalışan” olarak adlandırıldı. Burada amaç kamu-özel, işçi-memur ayrımı yapılmadan emek sarfeden herkesin çalışma güvenliğinin sağlanması. Buraya kadar her şey iyi güzel ancak iş uygulamaya gelince gerek işverenler gerekse çalışanlar bildiğini okumaya devam ediyor. Öncelik iş sağlığı ve güvenliğine verilmesi gerekirken, çalışma hayatında ne olursa olsun “üretim, üretim, üretim” anlayışı hâkim durumda. Bu da iş kazalarını ve ölümleri kaçınılmaz hâle getiriyor. Sağlıksız iş ortamında üretim ısrarı, üretim verimlerini de etkiliyor. Teknoloji ve proses yenilemesi yapmayan kurumlar zaman içerisinde giderek üretim yeteneklerini kaybediyor ve kapanma riskiyle karşı karşıya kalıyor. İş ortamını denetlemesi gereken yönetim erkini temsilen yapılan denetimlerin çoğu göstermelik, günü kurtarmaya yönelik para cezası uygulamalarından öteye geçmiyor. Kapatılan, mühürlenen çoğu işyeri merdiven altında farklı bir şekilde ve aynı sağlıksız, güvensiz ortamda tekrar üretime geçiyor. Kısır bir döngü böylece sürüp gidiyor. 

Bu anlattıklarım madalyonun sadece bir yüzü. Diğer yüzünde çalışanların haklarını savunmak için kurulmuş sendikalar var. Ben; günümüzde sendikaların çalışanların haklarını yeterince doğru ideallerle savunduğu kanaatinde değilim. Çünkü toplumun genelini etkileyecek konularda sendikaların artık kendilerini var eden çalışanların ve zayıfın yanında değil, gücün yanında saf tuttuğunu düşünüyorum. Örneğin ülkemizin yaşadığı askeri darbelere ve en son yaşanan 28 Şubat postmodern darbeye bakıldığında fotoğraf çok net görülür. Sendikalar; sivil inisiyatif adı altında darbenin yanında saf tutarken, sendikaları var eden çalışanlardan bu saf tutuşa karşı hiçbir tepki gelmemiştir. Böyle bir ortamda hangi şair, çalışanlar için şiir yazmak ister? Fakat yine de çalışanların karşı karşıya bulunduğu sorunlar ve haksızlıklar karşısında dayanamayıp çağa tanıklık eden şairler yok değil. Tuzla tersanesindeki ölümler için Ahmet Günbaş’ın Tersane Uğurlaması, Bülent Güldal’ın Ölüm Çarkı isimli şiirleri yazdığını hatırlıyorum. Tütün işletme ve depolarının özelleştirme/kapanma sürecinde Ömer Turan ve Engin Turgut’un girişimiyle 40 şair, Tekel çalışanlarının direnişini anlatan şiiri yazmaktan geri durmadılar."

1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü kutlayalı 14 gün oldu.

Sözü eğip bükmek istemiyorum. Raporlar yazılacaktır, sendikalarla, işveren arasında karşılıklı suçlamalar yapılacaktır. Muhalefette eleştirilerin dozu artacaktır. İktidar geçen ay reddettiği genel görüşme önergesinden pişman olacak, iş kazalarıyla ilgili TBMM'de genel görüşme yapılmasını sağlayacaktır. Deyim yerindeyse toplumun biriken "gazı" böyle alınacaktır. Ancak gerçek şu ki: Çalışma yaşamında kimse masum değil arkadaşlar. Bu süreçte kimse "benim ayranım ekşi" demeyecektir. Zaten,  bugüne değin dememiştir de. 

Herkes "sütten çıkmış ak kaşık" rolünü oynamayı bıraksın. Aslında çözüm gayet basit.

İktidarın yasa ve yönetmelikler çıkarmak dışında, "önce insan", "önce iş güvenliği" demesini bilen, bu bilinçle yetişmiş yöneticileri, müfettişleri ataması gerekiyor. İş Güvenliği Uzmanları'nın, müfettişlerin, yaptıkları denetimlerde yolunda gitmeyen, mevzuata aykırı gördükleri hususları tespit etmeleri hâlinde gözünü kırpmadan "üretim durdurma" cezasını kesmesi gerekiyor. İş Güvenliği Uzmanları'nın, İş Güvenliği Müfettişleri'nin tıpkı Hakimler, Savcılar gibi bağımsız olmaları gerekiyor. Sendikaların, çalışanların, "İş Güvenliği" eksikliğinden, yetersizliğinden kaynaklı "üretim durdurma", "kapatma" cezalarını sükunetle kabullenmeleri gerekiyor.

Aksi halde bu haberleri daha çok duyar, gözyaşı dökmeye devam ederiz.

Askerlik görevimi Kırkağaç'ta yapmıştım. Soma'yı, orada alınan nefesi gayet iyi bilirim. Çok üzgünüm. 

Vefat eden madencilere Allah'tan rahmet, kederli ailelerine, yakınlarına, tüm ulusumuza sabr-ı cemil niyaz ediyorum.

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Aşk'ın Sinema Diliyle Konuşan Hâlleri



İtalyan yazar Ricciotto Canudo’nun; 7.Sanat olarak adlandırdığı sinemanın büyüsüyle tanıştığımda, henüz 5-6 yaşlarında bir çocuktum. Sanırım 1970 yılıydı. Yurtdışında yaşayan uzak bir akrabamızın Türkiye’ye izinli geldiği dönemlerden birinde onu ziyarete gitmiştik. Hayli kalabalık olan evde, büyüklerin sohbet faslından sonra yurtdışından getirilen sinema makinesi büyük salona kurulmuş, ışıklar söndürülmüş, biz çocuklar da beyaz badanalı duvarın karşısına bağdaş kurup, Kartal Tibet’in siyah beyaz çekilmiş Karaoğlan filmini şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir duyguyla nefesimizi tutarak izlemiştik. 

Hiç unutmuyorum; ilerleyen günlerde izlediğim filmin etkisiyle kendime tahta bir kılıç, söğüt dalından da bir at yapmış, komşularımızın çocuklarına da anlattığım “Karaoğlan” filmini kendi aramızda bıkmadan usanmadan oynadığımız bir ritüele dönüştürmüştük.

Okula başlamak; okumayı, yazmayı öğrenmek her çocuk için bir milattır. Okula başlayıp sınıfları atladıkça, sinemanın büyüsü yerini hikâye, roman ve şiire bıraktı ve daha sonraki yıllarda sinemaya ilgim izleyici olmaktan öteye de geçmedi. Bu yüzden olsa gerek, içimde sürekli artarak büyüyen okuma, yazma tutkusunu hiçbir sanat dalı tahtından indiremedi. Okumak, yazmak içime bir saltanat gibi kurulmuştu ancak düşünme ve yazma sürecinde sinemanın düş gücüme pozitif etkisini hiçbir zaman yadsıyamam.

Yönetmen olmayı, sinema filmi çekmeyi hiç düşlemedim. Hele ki sinema tarihinde vizyona girmiş birbirinden iyi senaryoya sahip, gerek kurgusu, gerekse yönetmen dehasının izlerini taşıyan aşk konulu başyapıt olmuş nice filmler varken, yeni çekilecek bir film projesinde aşk hangi kareye, nasıl bir mizansenle sığdırılabilir ve farklı bir sinema söylemiyle izleyicilere nasıl aktarılırdı,  doğrusu hemen yanıt vermek güç.

Gözümün önüne Majid Majidi’nin “Baran”, Ferzan Özpetek’in ”Karşı Pencere”, Clint Easwood’un “Yasak İlişki” filmlerinde etkilendiğim sahneler geliyor. Majid Majidi’nin çektiği “Baran” filminin final sahnesi yürekleri burkan platonik bir aşka vedayı duyumsatır. Baran; arabaya binmek için yürürken lastik ayakkabısı çamura saplanır. Filmin erkek oyuncusu Yasef eğilir ve ayakkabıyı alır, temizleyerek Baran’ın giymesi için yere bırakır. Araba uzaklaşırken, kamera Baran’ın ayakkabısının toprakta bıraktığı ize odaklanır. O esnada başlayan yağmur usul usul ayakkabının izindeki çukura dolmaya başlar. Aşkın ve ayrılığın sükût hâli bu sahnede sinemanın diliyle şiirsel bir renge bürünür.

Ferzan Özpetek’in “Karşı Pencere” filminde, Giovanna’nın hergün evini gözetlediği Lorenzo’nun penceresinden kendi evinin penceresine gizemli bakışı bizi, onun sınırlarına, pencerenin arka tarafındaki karmaşıklığa, oradan da yaşamın görünen gündelik gerçekliğinden daha güçlü bir gerçeklik bulunduğu inancına götürür. Pencereden Giovanna’nın ruhuna açılan soyut geçitte Giovanna’nın düşlerinden uyandığı, arzularına gem vurduğu bu sahne aslında kadının iç dünyasıyla, dış dünyasını uzlaştıran aşka dair duyguları, zıt pencere imgesiyle görsel bir şölene dönüştürür.

Clint Eastwood’un yapımcı, yönetmen ve Robert rolünü oynadığı “The Bridges of Madison County” (Yasak İlişki) filminin sonlarına doğru Robert’ın yağmur altında Francesca’ya bakışı, araçlar kırmızı ışıkta beklerken kadının kapının kolunu tuttuğu, inip âşık olduğu adama koşma/koşamama gelgitini yaşadığı karar anı, ölene dek kalbin derinliklerinde yaşayacak saf ve temiz bir aşkı duyumsatırken, filmin sonunda izleyicilere hayatta bu tür bir duygu yalnızca bir kez hissedilir” repliğini bir kez daha söyleme gereğini duyumsatır.

Bu örneklerden şuraya gelmek istiyorum. Kuşkusuz her sanatın kendine has bir iletişim dili, grameri var ve bu dilin yetkin kullanıldığı sanat eserleri geleceğe kalmada diğerlerine göre bir adım öne çıkıyor. İçimizin çıkmazına inen ve bizi güneşin çocukları gibi sonsuzluğa götürecek upuzun bir tüneldir aşk. Bir kuyu olan içimizdeki göğün dili, yitik bir uygarlığın ancak sükûtla keşfedilen lehçesidir aşk. Enis Batur; Aşkın en sağlam sigortası mesafedir”der. Bir yönetmen olsaydım sanırım baştan sona “imkânsızlık”, “kapanmayan mesafeler” ve “acı” dolu karelerde anlatırdım aşk'ı. 

Aşkın büyüklüğünü en iyi “acı”nın üstü örtülmesi mümkün olmayan gerçekleri anlatabilirdi  belki. Filmin son sahnelerinde bir aynaya düşen aşkın kırılgan görüntüsü, katlanması güç bir dünya yaşamını ayna metaforuyla sorgulayarak unutulmaz kılabilirdi.

Filmin konusunu şöyle kurgulardım. Deniz, kökleri Anadolu’da olan ve 12 Eylül 1980 sonrası yurtdışına gidip oraya yerleşmiş bir içmimardır. Çalıştığı firma İstanbul’da inşa edilen büyük bir iş merkezinin yapım işini, Türkiye’de yerleşik başka bir firmayla ortaklık kurarak üstlenmiştir ve Deniz, yıllar sonra eğitim gördüğü İstanbul’a gelir. Lale’de diğer ortağın inşaatla ilgili görevlendirdiği içmimarlardan biridir. İş yaşamlarındaki başarıyı özel hayatlarında yakalayamamış, evlilikleri sallantıda, mutsuzluğun cenderesinden kurtulmak için kendilerini işine, şiirin ve kitapların büyüsüne kaptıran bu iki insanın yolu “Aynalı Han” projesinde kesişir.

Proje gereği binanın iç ve dış cepheleri, kirişler, kolonlar, sütunların tamamı aynalarla kaplanacaktır. Bina aynalarla kaplanmaya başladıkça okudukları ayna temalı şiirler, Deniz ve Lale’yi birbirine yakınlaştırır. Bu yakınlaşma onların kendilerini daha iyi tanımalarına, kendi iç aynalarında aşkın görüntüsünü keşfetmelerine, iç dünyalarında hiç yaşanmamış duyguların ötesini görmelerini sağlayacak, kendilerine yeni bir hayat kurmak isteyen ikiliyi filmin sonunda yaşamın zıt anlamıyla yüzleştirecektir.

Her filmin izleyici kitlede iz bırakan sahneleri vardır demiştik. Yukarıda konusunu kısaca yazdığım filmde; aşkın kırılgan hâlini, kırılan bir ayna metaforuyla duyumsatarak, filmi belleklerde iz bırakacak bir sahneyle taçlandırmak isterdim. Filmin sonuna doğru giriş katın aynalarının montajı yapılmaktadır. Deniz; eşiyle yüzyüze konuşmak için yurtdışına gideceğini ve uçak bileti aldığını söyler. Dışarıda yağmur başlamıştır. Lale'nin ıslandığını gören Deniz, şemsiyeyi açar ve üşüdüğünü söyleyen Lale'ye çevresindekileri umursamadan sarılır. Tam o esnada bir kaza olur ve montajı yapılan aynalardan biri yere düşerek ikiye ayrılır. Kamera, kırılan aynaya yansıyan Deniz ve Lale'nin ikiye bölünmüş gölgelerine odaklanır. Deniz, yolculuk hazırlığı yapacağını söyleyerek izin ister. Akşam yemeğinde; eşine kötüye giden ortak yaşamları hakkında konuşmak istediğini belirten Lale, konuşmaya başlarken, son dakika haberlerinde Deniz'in Yeşilköy’de meydana gelen trafik kazasında öldüğünü duyar ve öylece donup kalır. O anda Deniz’le birlikte geçirdiği vakitler gözlerinin önünden geçer. Eşinin “seni dinliyorum” sözüne karşılık, titreyen dudaklarından Deniz’in kendisine en son okuduğu dizeler dökülür:

“iki kırık ayna tamamlamazmış birbirini
iki kırık ayna”*

Fatih Yavuz Çiçek



*Seyit Pelitli

Umunç: Usulca ve Yeğnik



"orada, ıssız bir gülüşün balkonunda, kırılan

bir camın dağılan sesindeki ışığı öpüyorum.


ve topluyorum kıyıcığına yaşamın, küflenmiş


günlerin aynasını"

Hayati Baki