“Yeni bir ülke bulamazsın. Bu şehir arkandan
gelecektir.
Sen
gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.(…)
Ömrünü
nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
Öyle
tükettin demektir bütün yeryüzünde de."
Konstantinos
Kavafis
Yıllık iznim
yarın bitiyor. Sıla-i rahim için geldiğim baba ocağından Cumartesi akşam
ayrılmış olacağım muhtemelen. Uçakla dönmeyi düşünmüştüm önce. Sonra trende
karar kıldım. Severim tren yolculuğunu. Güvenli bulurum. Hattâ birbirine
yabancı, ömürlerinde hiç karşılaşmamış yüzlerce insanı pulman biletli
koltuklarda, yemekli vagonlarda buluşturmasını önemser, iki çift lafla
başladıktan sonra samimiyetle uzayan sohbetlerin yalnızlık mabedine çekilmiş
bedenlerin tozunu aldığını düşünürüm. Sabah telefon edip yer ayırtmıştım. İyi ki
de ayırtmışım. Biletler tükenmek üzereymiş. Ne olur ne olmaz diye istasyona
kadar gidip bileti elden alacaktım fakat teyzemin uyarısıyla annemden miras
kalan eve bakmaya gideceğim bugün. Müteahhitler istiyormuş. Çatısı akıyormuş
yağmurlar başladığında. Yıpranan kiremitlerin de sonbahara kalmadan
değiştirilmesi gerekiyormuş artık. Kiralamak isteyenler tadilat yapılmadan
oturmak istemiyormuş. En son çıkan kiracı çatıda eski bir bavul bulmuş.
Atacakmış. İçinde bana ait eskileri, oyuncakları görünce kıyamamış. Sonra teyzeme
haber vermiş. “Bakın, işinize yararsa alın, bavulu bulduğum yere bırakıyorum”
demiş.
Sözüm söz. Üzerime
spor kıyafetler giyinip doğup büyüdüğüm eve bakmak için yola koyuluyorum.
Geçtiğim caddeleri tanımakta güçlük çektiğimi fark edince, kullandığım aracın
hızını düşürüyorum hemen. Üçüncü vites
yeterli. Çevremi gözlemleyerek ilerliyorum ağır ağır. Nüfusun hızla artışından
mıdır, yoksa kentsel dönüşüm yanılgısı mı? Büyükşehirlerdeki betonlaşma
hastalığı Armutlu’yu da kalbinden vurmuş. Eskiden evlerin boyu minareleri
geçmezmiş. Doğrusu ‘ben hâlâ evlerin minarelerin boyunu geçmeyeceği şehirler hayâl
ediyorum,’ ısrarla. Bu hayâldir
zaten beni mimarlık eğitimine yönelten. Mesleğime âşık eden. Bu hayâldir Anadolu mimarisini gönlümde
vazgeçilmez kılan. Âh! Geçen hafta Armutlu’nun eski bakırcılar çarşısının
bulunduğu semtte dev mızraklar gibi yükselen binaları görünce nasıl da içim
burkulmuştu. Başka bir kültürdü bu. Bize ait olmayan, bize yabancı, bizden
öncekilerde görmediğimiz bir yaşam tarzını imgeliyordu gökdelenler.
İzmir'de
oturduğum evin arsa sahiplerinden Ersel anlatmıştı. Babalarından kalan üç
katlı, önü bahçeli, bahçesinde limon ve mandalina ağaçları, ağaçların ortasında
kamelyası bulunan evlerini kat karşılığı müteahhide verdiklerine nasıl da pişmandılar.
“Eskiden yorgunluk çayımızı kamelyada içerdik. Pazar günleri sabah oldu mu
bütün aile kamelyada toplanırdı. Yazın iki ağacın ortasına bağlardık hamağı,
gölgede gel keyfim gel. Ne yorgunluk kalırdı. Ne sıkıntı. Evi müteahhide
vermeden önce üç dairemiz vardı. Üç kardeş paşa paşa oturuyorduk. Şimdi yine üç
dairemiz var. Âh! Ne paşalık kaldı, ne de komşuluk. Biz, evleri müteahhide
verirken farkında olmadan anılarımızın üzerine koskoca bir beton yığını inşa
ettirmişiz. Çok üzülüyor, kederleniyorum” demişti Ersel.
“Boş ver be Ersel” dedim kendi kendime. Kederlenme, yaşamana bak. Dünyanın
kendisi zevk ve safa meclisinde çalan kederli bir şarkıdır. En azından
kardeşlerin yanında. Bir ailen var. Benim yerimde olsan ne yapardın. Hem öksüz,
hem yetim. Üstelik tek bir kardeşim bile yok. Teyzem ve çocukları dışında kimsem
kalmadı şu koskoca hayatta.”
Geçmiş insanın zihninden silinmeyen esmer bir dut lekesine benzer. Tek çocuk
olarak el bebek gül bebek büyümüştüm. Dışarıdan nasıl görünür bilmem. Tek
olmanın, insanın ruhunda dolama gibi zonklayan ağrısı nasıl tarif edilebilir?
Hicranî'nin “İçimde kar donar buzlar tutuşur/Yağan ateş midir kar mıdır
bilmem” deyişi benim durumumu
en güzel tercüme eden beyittir belki de.
Çocukluğumda anneme sorar dururdum.
“Anne benim kardeşim niye yok, hiç olmayacak mı?”
Annemin yüzü bulutlanır: “Gülsüm Teyze’nin çocukları var ya. Meriç ablan,
Beyazıt ve Selçuk ağabeyin. Teyze çocukları kardeş gibidir paşam” der; sarılır,
gövdemi bağrına basardı. Bazen vereceği yanıtı geçiştirir, iç çeker, ağlardı
gizliden gizliye.
Büyümek sancılıdır. Çocukluk sancıları yıllar geçtikçe yerini başka sancılara
bırakır. Büyüdükçe kardeş istemeyi, annemi sorularla bunaltmayı bırakmıştım.
Kabullenmiştim mevcut hâlimizi. Liseden sonra İzmir’de mimarlık eğitimine
başlamıştım. Ege’ye yerleşmemi seçtiğim mesleğe borçluyum biraz da. Annemle
babamı depremde kaybettikten sonra Gülsüm Teyzemin bütün ısrarlarına rağmen
yıllık izinler dışında bir daha dönmemiştim Armutlu'ya.
Annem gibi
severdim Gülsüm Teyzemi. Teyzem, Cemil Enişte’yi ben doğduktan bir yıl sonra
trafik kazasında kaybetmiş. O hayatını çocuklarına adamış bir direniş
abidesiydi âdeta. Kolay kolay yıkılmazdı. Ketumdu. Verdiği sözden asla caymazdı.
Acısını dışarı veren zayıf kadınlardan değildi. Annemi de kaybettikten sonra öz
evladı gibi sahiplenmişti beni. Zaaf gösterdiği tek konunun benim çocuksu
nazlarım olduğunu düşünür, Armutlu’ya
temelli dönüş yapmamı istemesinin dışında onu incitmekten çekinirdim. Teyze
demek anne yarısı demektir. Bu öğretiyle büyüdük biz. Bu öğretiyi benimsedik. Onu kırmayı, sözünü
ikiletmeyi aklımın ucundan bile geçirmem. Her zaman yaptığım gibi ona verdiğim
sözü yine tuttum. Baba ocağına, evime
geldim.
Avluyu
çevreleyen duvarın üstünden başımı uzatıp bir yabancı gibi evimize baktım önce.
Çocukluğumun yıkılmayan sarayına. İyice bilinmelidir ki bir insanın yüreğinde
sevinci ve acıyı tanımlayan ne varsa çocukluğundan kalmıştır. Çocukluk tarihe
gömülü paha biçilmez bir hazinedir aslında. Demir kapının anahtarını çevirip ayrık
otlarıyla kaplanmış bahçeden geçerek verandaya yürüdüm. Sırtımı beyaz badanası
sararmış kerpiç duvara verip kirpiklerimi kapadım. Orada, verandanın
basamaklarına dikilmiş beni izleyen yeşil gözlü çocuğun belleğime yerleşen
filigran görüntüsüne baktım sessizce. Ne yaşadıysam burada yaşamıştım. Damayı, dokuztaş
oynamayı burada öğrenmiştim. Okul ödevlerimi bu verandada yapmıştım.
Sardunyaları bu verandada sevmiştim. Annemin üç öğün kurduğu yer sofrasına
dizlerimi bükerek oturmaya, bu verandada alışmıştım. İlkokulu bitirdiğim yıl Leyla’yı
bu verandada öpmüştüm. Babamın kalp krizi geçirdiğini, hastaneye götürüldüğünü
bu verandada öğrenmiştim. Amcamın vefat haberini elimdeki şeftaliyi ısırırken
bu verandada duymuştum. Her şeyin bir ömrü vardı. Evlerin, çiçeklerin,
insanın. Ama anılar ölümsüzdü galiba. Anılar geçmişe yabancılaşmanın
panzehiriydi. Hem, insanın sıvaları dökülen, kendi ailesine ait bir evde geçmişi
anımsarken kendine yabancı kalması mümkün müydü?
Yabancı
kalamazdım elbette. Bu ev benim kimliğime açılan yıldız geçidimdi. Vakit
kaybetmeden arka bahçeye dolanıp, eskiden kömür koyduğumuz depodan ahşap
merdiveni aldım. Bavula bakmak için beşik çatıya tırmandım. Pencereler
tozlanmış. Perdeler eprimiş. İçinde çeşitli boylarda vida, pul, cıvata, somun
gibi hırdavatların saklandığı malzeme kutuları yerli yerinde duruyor. Bahçe
hortumu, el çapası ve tırmığın yeri hiç değişmemiş. Ve işte teyzemin sözünü
ettiği bavul, köşedeki açılır kapanır formika masanın üzerine emanet yolcu
paketi gibi bırakılmış. Bavuldan kese kese altın çıkmayacağından adım gibi
eminim. Kiracı görmüş, bakmış zaten. İçinde eski kıyafetlerden, okul
karnelerinden, takdir belgelerinden, sevdiğim oyuncaklardan, kıyıda köşede
unutulmuş fotoğraflardan başka ne olabilir ki?
Fermuarını çözüp
açtığım bavuldan çıkanlar tahmin ettiğim şeyler. Küçük bir kutuda kırmızı
mercedesle, mavi buickle karşılaştığıma seviniyorum. Tekerleklerini çevirip
“vınnn, vınnn” diyorum gülümseyerek. Poşetlerden birindeki zarfta okul
karnelerim, takdir belgelerim var. Annem saklamış. Diğer poşetten bebeklik
patiklerim, el örgüsü çocuk yelekleri, nazar boncukları, Gülsüm Teyzemle
annemin bebekle çekilmiş birkaç eski fotoğrafı çıkıyor. Fotoğraftaki bebek
benim. Altı, bilemedin yedi aylık olmalıyım o tarihte. Sürpriz yok. Teyzem boşu
boşuna meraklanmış. Onunda merakını gidermek için bavulu götürmeye karar
veriyorum. Biliyorum, gözüyle görmezse içi rahat etmeyecek.
Bavulu
kapatırken alt bölmenin altındaki kabarıklık dikkatimi çekiyor ansızın. Oraya
en alt kenardan açılan gizli bir fermuarla ulaşılıyor. Fermuarı açınca iç içe
geçmiş, özenle katlanmış kalın bir zarf buluyorum en dipte. Zarfın bağlandığı
ipin düğümünü gevşetip içinden çıkanları incelemeye başlıyorum. Doğum sırasında
bebeklerin ve annenin koluna aynı anda bağlanan plastik koruma bilekliği var.
Bileklikler mavi şeritli. Küçük olanda yalnızca numara yazılı: “7916022879”
Büyük bileklikteki numara da aynı fakat üstüne tükenmez kalemle “Gülsüm
Gökmeriç” notu düşülmüş. Ne tuhaf. Galiba yanlışlıkla buraya karışmış olmalı.
Bileklikleri bırakıp zarfın içindeki kâğıda bakıyorum. Doğum belgesi. 16 Şubat
1979. Devlet Hastanesi Resmi Doğum Raporu. “Gülsüm Gökmeriç, sağlıklı, normal
doğumla 3.250 Kg. ağırlığında bir erkek çocuk, Ufuk Murat Gökmeriç” yazıyor.
Mühürlü, imzalı belge. Tesadüf mü? Şaka mı? Gülsüm Teyzemin benimle aynı adı
taşıyan, aynı yıl, aynı kg.da doğmuş “Ufuk Murat” ismini verdiği bir oğlu
yok.
Doğum belgesinin
arka yüzünü çevirince, babamın çok iyi tanıdığım el yazısıyla düştüğü notu
görmem gecikmiyor. “Ufuk Murat’ı doğumundan altı ay sonra bugün, “evde doğum”
bilgisiyle Nurcan-Fikret Güzeldoğan nüfusuna kaydettirdik. 16 Ağustos
1979.” Beyninden vurulmak böyle bir şey
olmalı. Babamın yazdığı notu tekrar tekrar okuyorum. 16 Ağustos 1979 benim
doğum tarihim. Yanlışlık görünmüyor. Nüfus Müdürlüğüne gecikmeli yapılan kayıt formunun
bir örneği muhafaza edilmiş çünkü.
Bu belgelerin
mutlaka bir açıklaması olmalı. Herkesi tatmin edecek bir hikâyesi. Yoksa...
Aman yarabbi! Aklımdan geçenler doğru olabilir mi? Doğruysa gerçek benden niçin
gizlendi? Şoktayım. Küçükken annemi bunalttığım soruları anımsıyorum. Zihnim şifresi çözülen bilgisayar gibi bütün
geçmişi hızla yeniliyor. Duraksıyorum. Paniklersem çözüm gecikir. Peki. Şu anda
ne yapmalıyım? Seçenek belli. Hareket alanım sınırlı. Kısa bir tereddütten
sonra bavulu toplayıp verandaya inmeye karar verdim. İnip yıllara meydan okuyan
ahşap sedire oturdum. Bir süre bekledim. Artık çocuk değil olgun bir
yetişkinim. Sağlıklı düşünmek gerekli. Kuşku gerçeği zehirler. Gerçeği bilense
teyzem. Yaşayan sır küpü o çünkü. Kalkıp cep telefonumdan teyzemi aradım.
Sesinde her
zamanki gibi müşfik, beni sahiplenen o edâ. “Ufuk, nerdesin annem?” dedi
teyzem. Annemin vefatından sonra benimle konuşurken “annem” takısını eksik
etmiyordu artık. “Canın ne çekiyorsa pişireyim annem. Aman, dikkat et cereyanda
kalma annem. Üşütme, üstünü sıkı giy annem. Ne zaman geliyorsun, seni özledik
annem. Dünya gözüyle mürüvvetini görmeyecek miyiz annem?”
“Teyze, bavulu
buldum.”
“Eee, baktın mı
annem. Ne varmış içinde?”
“Sır küpü” dedim,
titreyen, çatallanan sesimle.
“İnanılması güç bilgiler öğrendim teyzem. Doğum belgelerimi bavulda buldum.
Nüfus kayıtlarımı. Gerçek kimliğime dair aklına ne geliyorsa hepsini buldum. Yüz
yüze konuşmalıyız teyzem, yüz yüze!”
“Konuşalım
annem, konuşalım. Gecikmeden gel. Gel de otuz beş senedir bağrıma bastığım taşı
hep beraber kaldıralım annem” dedi. Ağlıyordu.
Telefonu
kapattım. Sedire yüzüstü uzanıp hıçkırıklarım kesilene kadar ben de ağladım.
Fatih Yavuz Çiçek
14 Şubat Dünyanın Öyküsü Dergisi 2015 Sayı: 9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder