Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

15 Nisan 2014 Salı

Şiirde Öyküleme Sorun Olabilir mi?


En sonda söyleyeceğimi en başta söylemek istiyorum. Şiirde dozu iyi ayarlanmış “öykülemeyi” Türk şiirinin problemi olarak görmüyorum.

Evet, şiirin kendine özge bir dili, bir tınısı var ve şiirin onu düzyazıdan ayıran bu gizemli özelliğini yadsıyamayız. Ancak şiir, şairin benliğinde var ettiği yaşamın anlık yansımalarından oluşan dalgaların dışa vuruşuyla oluşmaya başlıyor. Bu anlık yansımaları tıpkı yeraltında birikip gerilen enerjinin hızla boşalmasıyla fayları kırmasına, ardından meydana getirdiği titreşimlerin şiddetli sarsıntılara dönüşmesine benzetiyorum. Bir tür tanımsız ve yaşanılmış duygu depremi.

Bu noktada Fransız Şair Guellevic’in şu sözlerini anımsayalım.“Şiiri tanımlamak, onunla oyalanmak olabilir ancak, duygular tanımlanamaz. Hangi duygu tanınmamış soğukluğu yaşatabilir? Ve yaşamak bir duygudur. Şiirde. Herkes şiirini, bulduğu gibi ya da, koşullarının onun şiirine götürdüğü şekilde oluşturur.”  

Zaten şairlerde çok iyi bilirler ki herhangi bir konuya odaklanıp şiir yazmak güçtür. Şiir gelir ve kendisini yazdırır. Sözcükler düş gücüyle üflenmiş baloncuklar gibi uçuşurken dizeler içerdeki yaşamın aynasından kendiliğinden dökülmeye başlar. Bu dökülüş şiire soyut olarak yansıdığı gibi, öyküleme dozlu da olabilir. Veya geleneksel, hatta kuşdili ya da ilk bakışta okura anlamsız gelen ancak şairin bildiği imlemelerle de gerçekleşebilir.

Gerçekte her şiirin içinde yer alan ama okurun kolayca fark edemediği soyut kırmızı bir ip vardır. Şiirdeki tüm sözcükler, imgeler, yapılan söz sanatları bu kırmızı ipe dizilirler. İp şairin tarzına göre biçimlenirken, öze şairin dağarcığındaki sözcükler yön verir. Zaten şiirin bütün büyüsü burada gizli değil midir? Yani demek istediğim seçilen sözcükler gücünü tek olarak kendisinden değil, bir araya getiriliş özgünlüğü ve daha çok da erden diziliş biçiminden alırken, şiirde anlamsa dilin yapısal özelliğine göre birbirinin zıtlığından beslenerek işlev kazanmaktadır. Sözcükler kendi içinde yeniden değerlenirken bu değerlenme şiirin bütününde biçim ve özü, anlamsal yapılanmaya değin şiirin bütün unsurlarını etkilemektedir.

Burada yine son günlerde ismi sık sık anılan ve şiirinin yeniden okunması gerektiği belirtilen Turgut Uyar’dan örnek verebiliriz. 1960’lı yılların ikinci yarısında gelenekten yararlanma tartışmaları bittiğinde o dönemden geriye kalan iki önemli eserden biri olan ve 1970 de yayımlanan “Divan”ın sahibi olan Uyar’ın “Salihat-ı Nisvandan Saffet Hanımefendiye” ve “Meclis-i Mebusan” a isimli şiirleri onun öykülemeli şiirlerinin en güzelleridir. Bu konuda Uyar’ın şu sözü de önemsenmelidir. “Aslında her şiir bir hikâyeden çıkar, her şiirin bir konusu vardır…Bu kaçınılmazdır. Sözlerin, imgelerin ve simgelerin altında yatar o.”

Aynı konuda Güven Turan “Gerek bizde gerekse genelde dünya şiirinde, uzun şiir, bir “öykü”, bir öyküleme üzerine kurulmuştur.(…) Öykünün uzun şiirdeki belirgin rolü, şiirin belkemiğini oluşturup, dağılmasını önlemektir.” Derken Şavkar Altınel: “Şiirde öykülemeden kaçmak gerektiği, çünkü şiirin bir öykü gibi yazılıp okunmadığı ölçüde şiir olduğu benim de şiir anlayışımı özetleyen bir görüştü. Aradan bir on yıl geçip ciddi olarak şiir yazmaya başladığımdaysa, kendimi bu anlayışa göre değil, öyküleyerek yazarken buldum ve durup düşündüğümde de, hatırladığım ve sevdiğim şiirlerin nerdeyse tümünün, bir edebiyat sözlüğünün Yahya Kemal’in yapıtları için kullandığı deyimle, “birer hikâye karakterinde” olduklarını gördüm” demektedir.

Tüm bu sözlerden sonra aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Son dönemde kısa ve şiirsel kurguyla yazılmış yeni nesir, öykü karışımı metinler günümüzde şiirde öyküleme tartışmalarını tetiklemiş olabilir mi? Örneğin geçenlerde okuduğum bir şiirin başında yer alan şu dize dikkatimi çekti.

“Bir şairi en çok kelimeler öldürür”

Şiir çok uzun yazılmıştı. Yanılmıyorsam 80–90 civarında dize kullanılmıştı. Şiirin altına şu notu düştüm.

“Şiiri de uzun uzun yazılan dizeler öldürür.”

Salâh Birsel’den kısa bir görüş aktarmak istiyorum. “Bir şiirin güzelliği, kendi dışında bıraktığı sözcüklerin sayısıyla doğru orantılıdır… Ustalık her sözcüğü kullanmakta değil, sözcükleri iyi bir biçimde kullanabilmektedir. Şiirlerine bir sürü sözcük doldurmaya kalkan şairler bunu hayallerinin genişliğinden çok kısırlığından yaparlar.”

Aynı konuda Hilmi Haşal “Şiir için sarf edilen uzun söz; tanımlama, açımlama usandırıyor yazanı bile. Okuyan, (varsa okuyacak olan) sabır sebat gösterecek artık. Kısacık dizelerle, eksik sözcükle, birkaç heceyle, imlerle şiir kurabilenlere selam olsun. Alkış olsun. Şiir toprağı öyle yazanlara, yazabilenlere daha da cömert belki. Şiir, çok uzun ve çok dolaylı söylemden, biçimden hasarsız çıkamaz. Sözün aşırı yığılması şiire zarar. Kıvamında sözcükle içeriği bütünlüklü kılmaksa... Eh, o artık ustalıktır.” görüşündedir.

Kişisel görüşüm günümüz Türk şiirinin en önemli problemi öyküleme değil “Kimlik Bunalımıdır” Basit bir örnek vermek gerekirse yaban eriğine can eriği aşılanırsa ve bu işlem düzgün yapılırda aşı tutarsa ortaya aroması, rengi farklı ama kökleri sağlam yeni bir tür erik meyvesi çıkar.

Şimdi kimileri şiirin kimliğimi olurmuş diyebilir. Volter, “Tarihler milletin tarlasıdır, ne ekilirse o biçilecektir” der. Edebiyat ve şiir kaynağı insan olan bir sanat dalıdır ve her sanat dalı tarihsel süreç içerisinde bulunduğu coğrafyada oluşan kültürel kaynaklardan beslenmektedir. Kültürel kaynaklar “kimlik” sorununda önümüze iki anahtar koymaktadır.

1-Medeniyet
2-Kültürel Birikim Zenginliği

Geçmişten günümüze sözlü edebiyat, destanlar, geleneksel halk edebiyatı, divan edebiyatı bizim köklerimiz. Bu kökleri bir çırpıda kesip atmak o kadar kolay değil. Yukarıda örneklemeye çalıştığım yaban eriğine can eriği aşısı gibi köklerimizden gelişen yeni filizleri geliştirmeli, batıdan çeviri şiirlerle veya orada gelişen akımları birebir taklitle değil kendi şiir kimliğimizi geliştirmeliyiz. Nitekim Attila İlhan bir söyleşisinde “Bana yurt dışında Türk şiir akımları sorulduğunda divan edebiyatını örnek olarak veriyorum” demiştir. Kaldı ki divan edebiyatı da bize acemlerden geçmiştir ve o dönemde yaşayan şairlerimiz acemlerin kullandığı kalıpları değiştirerek ortaya “Türk Aruz” unu çıkarmışlardır.

Dünya edebiyatını elbette izleyelim, okuyalım, karşılaştıralım. Ama onlardan alınması gerekenleri mutlaka kendi şiir köklerimize doğru yerleştirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bu şekilde geleneksel şiiri yerinde saymaktan kurtarırken Türk şiirinin kimliğinde de yeni ufuklar açmak pekâlâ mümkündür.

Nitekim Türk şiirinin önemli isimlerinden Edip Cansever, Yeditepe Dergisine verdiği bir yanıtta şöyle diyordu: “Sözgelişi, eski Anadolu uygarlıklarından, onların ekin, sanat kalıtlarından yararlanarak yepyeni bir bileşime, yepyeni bir şiir ortamına varabiliriz. Hem de özlediğimiz bir yenilik olurdu bu; şiirimizi Batıya etkiler dağıtacak bir çizgiye, bir özgünlüğe ulaştırırdık belki de…”

Tekrar en başa dönerek yinelemek istiyorum. Aşırıya kaçmadan, dozu iyi ayarlanarak yapılan  “öyküleme” yi şiir ağacında uzayan bir dal olarak nitelendiriyorum.

Problem değil.

Ufuk Gökmeriç


Hiç yorum yok: