En sonda söyleyeceğimi en başta söylemek istiyorum.
Şiirde dozu iyi ayarlanmış “öykülemeyi” Türk şiirinin problemi olarak
görmüyorum.
Evet, şiirin kendine özge bir dili, bir tınısı var
ve şiirin onu düzyazıdan ayıran bu gizemli özelliğini yadsıyamayız. Ancak şiir, şairin benliğinde var ettiği
yaşamın anlık yansımalarından oluşan dalgaların dışa vuruşuyla oluşmaya
başlıyor. Bu anlık yansımaları tıpkı yeraltında birikip gerilen enerjinin hızla
boşalmasıyla fayları kırmasına, ardından meydana getirdiği titreşimlerin şiddetli
sarsıntılara dönüşmesine benzetiyorum. Bir tür tanımsız ve yaşanılmış duygu
depremi.
Bu noktada Fransız Şair Guellevic’in şu sözlerini
anımsayalım.“Şiiri tanımlamak, onunla
oyalanmak olabilir ancak, duygular tanımlanamaz. Hangi duygu tanınmamış
soğukluğu yaşatabilir? Ve yaşamak bir duygudur. Şiirde. Herkes şiirini, bulduğu
gibi ya da, koşullarının onun şiirine götürdüğü şekilde oluşturur.”
Zaten şairlerde çok iyi bilirler ki herhangi bir konuya
odaklanıp şiir yazmak güçtür. Şiir gelir ve kendisini yazdırır. Sözcükler düş
gücüyle üflenmiş baloncuklar gibi uçuşurken dizeler içerdeki yaşamın aynasından
kendiliğinden dökülmeye başlar. Bu dökülüş şiire soyut olarak yansıdığı gibi,
öyküleme dozlu da olabilir. Veya geleneksel, hatta kuşdili ya da ilk bakışta okura
anlamsız gelen ancak şairin bildiği imlemelerle de gerçekleşebilir.
Gerçekte her şiirin içinde yer alan ama okurun
kolayca fark edemediği soyut kırmızı bir ip vardır. Şiirdeki tüm sözcükler,
imgeler, yapılan söz sanatları bu kırmızı ipe dizilirler. İp şairin tarzına
göre biçimlenirken, öze şairin dağarcığındaki sözcükler yön verir. Zaten şiirin
bütün büyüsü burada gizli değil midir? Yani demek istediğim seçilen sözcükler
gücünü tek olarak kendisinden değil, bir araya getiriliş özgünlüğü ve daha çok
da erden diziliş biçiminden alırken, şiirde anlamsa dilin yapısal özelliğine
göre birbirinin zıtlığından beslenerek işlev kazanmaktadır. Sözcükler kendi
içinde yeniden değerlenirken bu değerlenme şiirin bütününde biçim ve özü,
anlamsal yapılanmaya değin şiirin bütün unsurlarını etkilemektedir.
Burada yine son günlerde ismi sık
sık anılan ve şiirinin yeniden okunması gerektiği belirtilen Turgut Uyar’dan
örnek verebiliriz. 1960’lı yılların ikinci yarısında gelenekten yararlanma
tartışmaları bittiğinde o dönemden geriye kalan iki önemli eserden biri olan ve
1970 de yayımlanan “Divan”ın sahibi olan Uyar’ın “Salihat-ı Nisvandan Saffet
Hanımefendiye” ve “Meclis-i Mebusan” a isimli şiirleri onun öykülemeli
şiirlerinin en güzelleridir. Bu konuda Uyar’ın şu sözü de önemsenmelidir. “Aslında her şiir bir hikâyeden çıkar, her
şiirin bir konusu vardır…Bu kaçınılmazdır. Sözlerin, imgelerin ve simgelerin
altında yatar o.”
Aynı konuda Güven Turan “Gerek bizde gerekse genelde dünya şiirinde,
uzun şiir, bir “öykü”, bir öyküleme üzerine kurulmuştur.(…) Öykünün uzun
şiirdeki belirgin rolü, şiirin belkemiğini oluşturup, dağılmasını önlemektir.”
Derken Şavkar Altınel: “Şiirde öykülemeden kaçmak gerektiği, çünkü
şiirin bir öykü gibi yazılıp okunmadığı ölçüde şiir olduğu benim de şiir
anlayışımı özetleyen bir görüştü. Aradan bir on yıl geçip ciddi olarak şiir
yazmaya başladığımdaysa, kendimi bu anlayışa göre değil, öyküleyerek yazarken
buldum ve durup düşündüğümde de, hatırladığım ve sevdiğim şiirlerin nerdeyse
tümünün, bir edebiyat sözlüğünün Yahya Kemal’in yapıtları için kullandığı
deyimle, “birer hikâye karakterinde” olduklarını gördüm” demektedir.
Tüm bu sözlerden sonra aklımıza
şöyle bir soru gelebilir. Son dönemde kısa ve şiirsel kurguyla yazılmış yeni nesir, öykü karışımı
metinler günümüzde şiirde öyküleme tartışmalarını tetiklemiş olabilir mi? Örneğin
geçenlerde okuduğum bir şiirin başında yer alan şu dize dikkatimi çekti.
“Bir şairi en
çok kelimeler öldürür”
Şiir çok uzun yazılmıştı. Yanılmıyorsam 80–90
civarında dize kullanılmıştı. Şiirin altına şu notu düştüm.
“Şiiri de uzun
uzun yazılan dizeler öldürür.”
Salâh Birsel’den kısa bir görüş aktarmak istiyorum. “Bir şiirin güzelliği, kendi dışında bıraktığı
sözcüklerin sayısıyla doğru orantılıdır… Ustalık her sözcüğü kullanmakta değil,
sözcükleri iyi bir biçimde kullanabilmektedir. Şiirlerine bir sürü sözcük
doldurmaya kalkan şairler bunu hayallerinin genişliğinden çok kısırlığından
yaparlar.”
Aynı konuda Hilmi Haşal “Şiir için sarf edilen uzun söz; tanımlama, açımlama usandırıyor yazanı
bile. Okuyan, (varsa okuyacak olan) sabır sebat gösterecek artık. Kısacık
dizelerle, eksik sözcükle, birkaç heceyle, imlerle şiir kurabilenlere selam
olsun. Alkış olsun. Şiir toprağı öyle yazanlara, yazabilenlere daha da cömert
belki. Şiir, çok uzun ve çok dolaylı söylemden, biçimden hasarsız çıkamaz.
Sözün aşırı yığılması şiire zarar. Kıvamında sözcükle içeriği bütünlüklü
kılmaksa... Eh, o artık ustalıktır.” görüşündedir.
Kişisel görüşüm günümüz Türk şiirinin en önemli
problemi öyküleme değil “Kimlik Bunalımıdır” Basit bir örnek vermek gerekirse
yaban eriğine can eriği aşılanırsa ve bu işlem düzgün yapılırda aşı tutarsa
ortaya aroması, rengi farklı ama kökleri sağlam yeni bir tür erik meyvesi
çıkar.
Şimdi kimileri şiirin kimliğimi olurmuş diyebilir.
Volter, “Tarihler milletin tarlasıdır, ne
ekilirse o biçilecektir” der. Edebiyat ve şiir kaynağı insan olan bir sanat
dalıdır ve her sanat dalı tarihsel süreç içerisinde bulunduğu coğrafyada oluşan
kültürel kaynaklardan beslenmektedir. Kültürel kaynaklar “kimlik” sorununda
önümüze iki anahtar koymaktadır.
1-Medeniyet
2-Kültürel Birikim Zenginliği
Geçmişten günümüze sözlü edebiyat, destanlar,
geleneksel halk edebiyatı, divan edebiyatı bizim köklerimiz. Bu kökleri bir
çırpıda kesip atmak o kadar kolay değil. Yukarıda örneklemeye çalıştığım yaban
eriğine can eriği aşısı gibi köklerimizden gelişen yeni filizleri geliştirmeli,
batıdan çeviri şiirlerle veya orada gelişen akımları birebir taklitle değil
kendi şiir kimliğimizi geliştirmeliyiz. Nitekim Attila İlhan bir söyleşisinde “Bana yurt dışında Türk şiir akımları
sorulduğunda divan edebiyatını örnek olarak veriyorum” demiştir. Kaldı ki
divan edebiyatı da bize acemlerden geçmiştir ve o dönemde yaşayan şairlerimiz
acemlerin kullandığı kalıpları değiştirerek ortaya “Türk Aruz” unu
çıkarmışlardır.
Dünya edebiyatını elbette izleyelim, okuyalım,
karşılaştıralım. Ama onlardan alınması gerekenleri mutlaka kendi şiir
köklerimize doğru yerleştirmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bu şekilde geleneksel
şiiri yerinde saymaktan kurtarırken Türk şiirinin kimliğinde de yeni ufuklar açmak
pekâlâ mümkündür.
Nitekim Türk şiirinin önemli isimlerinden Edip
Cansever, Yeditepe Dergisine verdiği bir yanıtta şöyle diyordu: “Sözgelişi, eski Anadolu uygarlıklarından,
onların ekin, sanat kalıtlarından yararlanarak yepyeni bir bileşime, yepyeni
bir şiir ortamına varabiliriz. Hem de özlediğimiz bir yenilik olurdu bu;
şiirimizi Batıya etkiler dağıtacak bir çizgiye, bir özgünlüğe ulaştırırdık
belki de…”
Tekrar en başa dönerek yinelemek istiyorum. Aşırıya
kaçmadan, dozu iyi ayarlanarak yapılan
“öyküleme” yi şiir ağacında uzayan bir dal olarak nitelendiriyorum.
Problem değil.
Ufuk Gökmeriç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder