“Kırılan hangi kanadımız
Bir sıçrayışta artık dimdik duramıyoruz”
Philippe Tancelin/Adımlar
“Dışarı kar içerisi dar” derdi
babam. Kışın ruhunu bu kısacık deyimle anlatırdı. Evden dışarı çıktığımda
rahmetlinin ellerini ovuşturarak odaya girişini, gürüldeyen sobanın ateşine
bakarak keyiflenişini anımsadım. Hakikâten de dışarısı kar, içerisi dardı. Gece
yağan karın ardından ayaza çeken havanın soğuğu insanın tâ iliklerine kadar işliyordu.
Ben de: “Ağalara dert, çobanlara yat günü” dedim içimden. Garaja geçip, kar
lastiklerini yeni taktırdığım aracımı çalıştırdım.
Her sabah olduğu gibi bu sabahta
her iki tarafı çam ve dişbudak ağaçlarıyla kaplı bulvardan geçerek işyerime
gitme telâşındaydım. Klimasını açtığım aracın içinde “Demirkırat” belgeselinin
müziklerini dinleyerek Hürriyet Bulvarından, Sanayi Köprüsüne doğru ilerledim.
Önümde uzayan yolun tenhâlığı muhteşem bir kış tablosunu andırıyordu ve sanki “dünyanın en uzun hüznü yağmıştı. Yorgun ve yenilmiş
insanlığımızın üstüne.”
Az ilerde, durakta servis
bekleşen öğrencilere kaydı gözüm. Sabahları erken kalkıp; siyah önlük, beyaz
yakalarımızı giydikten sonra gürüldeyen sobanın başında ısındığımız günler film
şeridi gibi akıp geçti hafızamdan. Kuzineli sobada ısıttığımız yufka ekmek,
tereyağı, peynir ve yumurtayla karıştırılarak yapılan omaçlı dürümün kokusu,
annemin demlediği ayva çayı burnumda tüttü buram buram.
Geniş bahçeli evimizin avlusundan
çıkıp sokakta arkadaşlarla buluştuğumuz, sonra hep birlikte kuş gibi
cıvıldayarak yola koyulduğumuz ilkokul yıllarımı düşünürken kırmızı ışığı
görünce durdum. O esnada eski parkın köşesinde üzerinde pejmürde bir mont, başında
sarı kırmızı ponponlu şapka, sırtında tahta boya sandığıyla yürüyen oniki onüç yaşlarında
gözlüklü bir çocuk dikkatimi çekti. Çocukcağızın hâline öyle üzülmüştüm ki yol
açılınca aracı sağ şeride yanaştırdım. Çocuğun yanında zınk diye durup camı açarak
seslendim.
“Yavrum gel seni gideceğin yere
bırakayım.”
Gözlerinde ürkek bir serçe
belirdi önce. Endişesini sezince gülümsedim. Âh! Evet, gülümsemek. Hep
denemişimdir, hangi yaşta olursa olsun karşımdaki insanla konuşurken yüzüme
yayılan gülümsemenin muhatabıma hissettirdiği güven duygusunu başka hiçbir
bakış sağlayamamıştır. Küçük haklıydı. Günümüzde her insana hemen güvenip
aracına binmek onun yaşındakiler için risk oluşturabilirdi. Karşılıklı, kısa
süren bu ânlık bakışma, sesimdeki yumuşaklık, yüzümdeki aydınlık çocuğu
rahatlatmış olmalı ki “Toptancı halindeki kahveye gidiyorum amca" dedi. Açtığım
kapıdan içeri süzülüp arka koltuğa oturdu.
Konuşmaya başladık. Adı Murat. Üç
kardeşler. Murat en büyükleriymiş. Diğer kardeşleri Cemil altı, Yıldız dört yaşında. Babası toptancı halinde
yükleme boşaltma işlerinde çalışıyormuş. İlkokulu geçen yıl bitiren Murat okula
devam edememiş. Sebebini “Paramız yok, evimiz kira” diye açıklayan Murat’ın “okul”
sözcüğünde gözlerinin parladığını dikiz aynasından görünce içim burkulmuştu. “Okula
gitsem, çok param olsa büyük bir lokanta açar oradan bizim gibilere parasız
yemek dağıtırdım ama gidemiyorum. Ayakkabı boyamakla kazandığım parayı da anneme
veriyorum, bana hiçbir şey kalmıyor” diyerek hayâllerini sıralıyordu Murat.
Kahveye vardığımızda içerisi
kalabalıktı. Masaların etrafına kümelenmiş insanların sohbetleri televizyonun
sesiyle birleşmiş, ortaya çıkan yeni ses dalgası uğultuya dönüşmüştü. Duman
altındaki kahvede bulunanların kimi ortadaki büyük sobanın başına geçmiş ısınma
derdinde, kimi yaktığı sigarasından yeni bir nefes çekip çayını yudumluyordu. Köşede
beli bükülmüş simitçi bir yandan üşüyen ellerini ovuşturuyor, bir yandan da
simitleri ahşap tablaya diziyordu. Bu tür yerlerin daimi müdavimleri genellikle
birbirini iyi tanıdığı için sabah sabah oraya çocukla gelen ben onlara göre kim
olduğu, ne aradığı bilinmeyen bir meçhuldüm. Meraklı gözlerin üzerime
çevrildiğinin farkında ama bana yönelen bakışlara da aldırmadan ortalığa selâm
verip, herkese hayırlı işler diledim. Murat’a “Koş bana bir çay söyle, babanla
da konuşmak istiyorum” dedim.
Babası semt pazarına sebze
kasalarını boşaltmaya gitmişti. Çayımı yudumlayıp Murat’a kartvizitimi verdim.
Babasının beni mutlaka aramasını tembihledim. Ayrılırken “Bak Muratçığım, okula
dönmen için bütün olanaklarımı kullanacağım ama bana bi’söz vermeni istiyorum. Büyüyünce
lokanta açıp, ihtiyacı olan insanlara bedava yemek dağıtma hayâlinden asla vazgeçmeyeceksin,
tamam mı” dedim. Tekrar okula gitme fikri onu çok sevindirmişti. Başını salladı
elimi öptü. Kahveden ayrılırken Murat’ı kucakladım. Bu masûm çocuğa sarılırken
sanki kendi geçmişime sarılmıştım.
Akşam eve döndüğümde üzerimde yoğun
bir günü daha bitirmenin, kızım ve eşimle birlikte olmanın rahatlığı vardı. Her
zaman olduğu gibi eşimin hazırladığı yemekler nefis görünüyordu. Sofraya oturduğumuzda
bir yandan da yıllardır bende alışkanlık hâline gelen haber bültenini izlemek amacıyla
televizyonu açtım. Tam sıcak çorbaya uzanıyordum ki spikerin duyurduğu yeni haber,
elimdeki kaşığı düşürmeme yetti de arttı bile.
“Sayın seyirciler; yapımı süren metro inşaatı civarında kanalizasyon
çukuruna düşen küçük boyacı Murat İspir’in cesedi, itfaiye ekiplerinin uzun
uğraşılarından sonra ancak çıkarılabildi. Yürürken üzeri kartonla örtülen
çukuru ve kar yağışının gizlediği kartonu farketmeyen talihsiz çocuğun ölüm
haberini duyarak olay yerine gelen yakınları sinir krizleri geçirdi. Konuyla
ilgili açıklama yapan belediye yetkilileri sorumluluğun kendilerinde değil, yüklenici
firmada olduğunu belirttiler.”
Birdenbire çöl. Evet, birdenbire
insan kendini çölde hisseder mi? Öyle işte. İçim acıdı. Yüreğim kavruldu. Yerimden
kalktım. Eşimin ne olduğunu öğrenmek isteyen sorularına yanıt vermeden balkona
çıktım. Merakla yanıma gelen küçük kızıma sabah tıpkı Murat’a sarıldığım gibi
sarıldım. İçeri geçtiğimde “Ülkemizde
çalışanlara uygulanan asgari ücret milli gelire oranlandığında Avrupa Birliği
standardının üstünde” diyordu televizyonda konuşan yetkili ağızlardan birisi.
“Murat” dedim eşime… “Murat,
okula gitmek istiyordu.” Daha fazla konuşamadım, gözlerimin sıcak buğusunu engellemeyi
bırakıp gözyaşlarımı sel gibi boşalttım. Tekrar balkona çıktım. Yaşam elbette
kusursuz, dört başı mamur, varlığını güllük gülistanlık sürdüren dikensiz bir
organizma olamazdı. Bu gerçeği biliyordum. Yaşam; iyi, kötü, güzellik ve
çirkinliğin karışımıydı. Yaşam suyun yapısı gibiydi. Mucizeydi. Ve o mucize akıp
gidiyordu kusursuzluğun özgün imgesine doğru. Ölüm bu imgede vücut buluyordu.
Sonsuzluk bu imgede sırlanıyordu. Murat’ta ölümle sırlanmış, herkesin yüzleşmekten
korktuğu aynadan geçerek bir cennet süsüne dönüşmüştü. Ardından ağıt yakan
ailesi, “kurtuldu” denilerek teselli edilecekti belki ama ya diğer Muratlar,
onlar ne olacaktı?
Göğe baktım. Kar tekrar
başlamıştı. Lapa lapa kar yağıyordu. Şehir bir kez daha kışın rengine boyanıyordu.
Kar, yeryüzünü beyaz bir kumaşla örtmek, insanlığın bütün kirini, günâhını o
kumaşın altında saklamak ister gibi yağıyordu. Kış acıydı. Yoksulluk acıydı. Ölüm
acıydı. Zaman acıydı. Bütün acılar, kar maskesi takan zamanın içinde silik bir
nokta gibi kalıyor, zaman eninde sonunda her şeyi kendi koyduğu noktanın içinde
yok ediyordu. Kar adeta zamanın suç ortağıydı.
Başımı yeniden göğe çevirdim. Kar
değil, sanki zamanın utancı yağıyordu.
fy
Ayna İnsan 2016, Sayı: 18
2 yorum:
Kar, izleyen herkes kadar suç ortağı...
Bugün hayata eğiliyorsak her şey kar gibi beyaz, bembeyaz yürekli masum çocukların hatırınadır.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder