Gözlerimizi
aralayıp da bizi kalabalıklardan soyutlayan perdelerimizi kaldırdığımızda,
ardına saklanacak yeni örtüler buluyoruz kendimize. Bir sokağa, bir parka yahut
bir sınıfa adım attığımızda altına sığınacağımız banklar, masalar, sıralar
arıyoruz. Hepimizin her gün özenle parlattığı, yüzeylerine toz kondurmadığı
maskeleri var. Bütün tozu sahte yüzlerimiz elverdiğince ciğerlerimize çekiyor,
gerçekleri içimize sıkı sıkı bastırıyoruz. Günlük yaşamın kırılmak bilmez
monotonluğunda bizimle birlikte gizlenen duygularımız var. Nereden mi
biliyorum? Çünkü benim de, sizlerin olduğu gibi, söylenmemiş sözlerim var; asla
söylemeyecek olduklarım ve söylemek için doğru zamanı beklediklerim. Sesim
yalnızca filtrelenmiş gerçeklere hayat veriyor. Kıyafetlerim ütülü, seyirciler
için seçtiğim ifadelerim hatalardan arınmış, dudaklarım yer çekimine düz bir
çizgide direniyor. Beni neyin mutlu edeceğini düşünmeden önce başkalarının ne
düşüneceğini sorguluyorum defalarca. Sizlerde de kendimdeki bu yoksunluğun,
gizlenmişliğin emarelerini görüyorum. Peki ya maskelerim, maskelerimiz,
gerçekten kalktığında kimim ben, kimiz biz? Bizi biz yapan hislerimizi,
insanlığın şiddetten ve sahtelikten uzak saf anlamını unuttuk mu?
Size ve
maskelerimden birinin hâlâ konakladığı yüzüme bir ayna tutuyorum. Gözlerinize
bakıyorum çünkü biliyorum ki her şey o parlak kürelerde gizli. Yaşam ile ölüm
oradan yansıyan ışıkta ayırılıyor, duygular orada, irislerinizin hemen ardına
zincirlenmiş, dışa vurulmak için çığlık atıyor. Kendi gözlerimde bastırılmış
düşünceler görüyorum. Eğer kelimelerimin düğümünü çözsem ruhumun senfonisini
duyacağım. Zincirlerimizden kurtulduğumuzda dünya kocaman bir konser sahnesine
dönüşecek, biliyorum. Yalnızca benim kulaklarımda yankılanan kendi senfonimi
sizler için çalıyorum bu sebeple.
Senfonimin
duyulmayı arzulayan belli belirsiz melodisi hayatın akışında yitip gidiyor
sonunda. Zaman, nihayetinde bütün ölümlü ruhları yutuyor. Öyleyse neden yaşarken
de ona dokunamıyoruz? Oluşturduğu nehrin sonsuz akışına kapılıp ilerlemek
yerine yüreğine uzanıp oraya parmak izlerimizi bırakamıyoruz? Ben, birçoğumuz
gibi, hatırlanmak istiyorum. Dünyanın rengârenk yüzeyine ismimi
kazıyamayacaksam, çağları kapatan bir isim olamayacaksam bile ölümümün kendi
hikâyemdeki bir noktadan ibaret olmasını istemiyorum. Parlak kürelerim sönüp
göğüs kafesim ölü ciğerlerime mezar olduğunda bile varlığımın bir parçasının
zamana tutunmasını istiyorum. Çünkü zaman, canlı ya da cansız her şeyin
yüzeyini, tıpkı suyun yaptığı gibi, aşındırırken kendimizi hatırlanabilir
kılmak için tek atımlık kurşunumuz var. Kaygılarımızın, maskelerimizin arasında
bu gerçeği hızlıca kaybediyoruz: En iyi ihtimallerle bile, yaşamakta olduğumuz
an ikinci bir defa önümüze sürülmeyecek. Çocukluğumuz, gençliğimiz, başkalarını
düşünerek almaktan vazgeçtiğimiz kararlarımız geri dönmeyecek. Biz bugünde
yaşıyoruz ama kendimizi baskıladığımız her günün sonunda o “bugün”ü
yitiriyoruz. Gerisi belli: Kaçırılacak yeni bir “bugün”, solup gitmeye yüz
tutmuş fırsatlar, değeri bilinmemiş yüzlerce başka an.
Neyi bekliyoruz?
Kimse yüzümüzdeki maskeleri ve yataklarımızın altında sakladığımız onlarcasını
bizim için kırmayacak. Küçük bir çocukken yatağımın altında saklandığından
korktuğum canavarların o maskelerim olduğunu benim için söylemeyecek kimse. Her
birimiz maskelerimizi, yaşadığımız toplumun, içerisinde doğduğumuz ailenin ve
belki de kendi seçimimiz olan arkadaşlarımızın beklentileriyle şekillendirdik.
Dışlanma ve küçük görülme korkularıyla dışlarını boyadık ama en nihayetinde
hepsini kendi ellerimizle yaptık: Bizim suçlu el işçiliklerimiz ama gerçek bizi
asla tanımlamayan imzalarımız… Ben artık bir başkasının beklentileriyle
yoğurulmuş geleceği yaşamak değil, içinde bulunduğum anı yaşamak istiyorum. Bir
yerlerde saklanmaktansa bir masanın üzerine tırmanıp yaşadığımı haykırmayı
arzuluyorum. Ardına saklandığım porselen yüzlerimi parçalayıp dudaklarımdan
dökülememiş bütün sözleri kafeslerinden teker teker çıkarmam, ciğerlerimdeki
tozu atmam gerekli. Gerçek beni önünüze serip sizleri tanımalıyım, bu sefer yüz
yüze değil, ruh ruha. Bırakın kırışık kalsın kıyafetleriniz, bırakın canlılığın
sağlıklı kırmızısıyla dolsun yüzleriniz ve dudaklarınızın kenarları ne
tebessümlere ne de tarifsiz hüzünlere dirensin.
Ruhlarımızdan
oluşmuş bir orkestrayı dinleyelim düşüncelerimiz tanışırken.
Selen Özkan
Kaynakça Haft,
Steven (Yapımcı), Schulman, Tom. (Senarist) ve Weir, Peter. (Yönetmen). (1989).
Ölü Ozanlar Derneği [Film]. ABD: Touchstone Pictures.
3 yorum:
"Zaman hiç durmaz, akıp gitmez de. Hep aynı uzamın içinde, birbirimize bağlar bizi sinsice."
merhaba, yazımı yayınladığınızı yeni gördüm ve çok mutlu oldum. teşekkür ederim.
Yazınız için asıl biz okurlar teşekkür ederiz. İyilikle kalın.
Yorum Gönder