Şiir kitapları içeriğinde barındırdıkları evrensel,
ulusal, kültürel, kültürlerarası, sosyolojik, psikolojik, mitolojik, tarih,
felsefe, din, dil gibi öğelerle çok katmanlı okumaya ve yorumlamaya müsait
eserlerdir. Elif Nuray’ın İz Yayıncılık
tarafından yayımlanan ilk şiir kitabı “O Korkunç Mahâret”i bu bağlamda tarif edecek olursak eser ilk dizeden
itibaren çok katmanlı üslubu ve şiir sesinin saflığı ile okurlarını eşikte
karşılıyor diyebiliriz.
Kitabın girizgâhındaki “ismim elif. evim, on beş sardunya
ile bir yokuşun gerdanında oturuyor” cümlesinden yola çıkarak bir saptama
yapmak gerekirse “ev, sardunyalar ve yokuş” üçlüsü sanki şairin yaşamının eş
zamanlı, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek özneleri gibi duruyor. Şöyle ki
“ev, sardunyalar, yokuş” özneleri işten güçten, sürdürülen hayattan, ikâmet
edilen şehirdeki diğer nesne ve karakterlerin hepsinden ayrı, hepsinin karşıtı
bir role, şairin duygusal yaşamının orada nefeslendiği, oradan destek aldığı
mekâna, şairin kendi öznel kimliğini kazandığı, gündelik hayatın akışında
buharlaşan her şeyin orada eski hâline kavuşturulduğu bir alana dönüşmektedir.
Kitabın ilk şiiri “Değişen Bir şey Yok”a: “yeni
bir öfkeye başladım/bazen inat, çokça belâ/elbette eski bir telaşı yazacağım
bitene kadar/bitene kadar: gök ve taş ve dua” diyerek başlayan Nuray’ın
şiirlerini okumaya başlarken yeni bir üçlüyle belki de onun şiirlerinin sacayağını oluşturan üç imgeyle karşılaşıyoruz. Elif Nuray şiirinde gök, taş ve
dua imgeleri moderniteye teslim olmuş günümüz bireyini içine düştüğü uyumsuz,
çelişkili, işkilli, mutsuzluk girdabından çekip çıkaracak, sürüklenilen kara
deliği kapatacak, ruha nefes aldıracak sabır, inanç ve umut kapılarına yönelişi
imliyor.
“O Korkunç Mahâret” ilk şiirden son şiire kadar
modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın,
uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip,
kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek,
sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen
göğe inancını yitirmeyen, “gözlerim
kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hala başıma devrilmiyor”
diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.
Taş, şairin göğsündeki sıkıntının, dünya ağrısının,
ıstırabının kaynağı, aynı zamanda tegafül
olarak değerlendirilebilecek gizlediği, göstermediği fakat varlığını ima
ettiği gönül ağrısı, ağırlığına dayanamadığında “Rabbim, ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye nida ettiği
sevgili midir? Muhtemelen öyledir. Öyle olmasa “kalbimin üstünde eski bir taş/ne dile geliyor, ne ufalanıyor” ve “durdukça büyüyen bu taşı kim bıraktı,
içimde/sormadan taşıdım” diyebilir miydi şair?
Şiirlerinde yalan denilen, fani olduğu bilinen dünyaya
karşı kelimelerin soyut gerçekliğini kuşanarak ilerleyen Elif Nuray; canefza,
bîmecâl, mim, melâl, ayn, zülâl, mihman gibi divan edebiyatıyla kan bağı kurmuş
sözcükleri de tercih ediyor ve şiirinin içine serpiştirdiği bu tarz sözcükleri
karanlıkta şimşek parıldamasının ortaya çıkardığı anlık etkiye eşdeğer şekilde
kullanıyor.
“ben menekşe kokusuyum
bir kuşun ağzında
sen ülkemden baharları
çalan
bir eski alınganlık
c a n e f z a”
“de ki yorgunum, de ki
dargınım, de ki bîmecâl
Ey kırgın kısrak! Senin
göğsünde de perde var”
Elif Nuray’ın şiirlerinde yalnızlık duygusu en yoğun
olarak “Kuyu” başlıklı şiirde kendini gösteriyor. “Kuyu” şairin içine düştüğü iflah olmaz
yalnızlığı, kırgınlığı, terk edişi, oradan çıkışı/kaçışı imgeleyen, şairin
onulmaz yarasının derinliğidir. Bu derinliği kitabın kuyudan ya da mağaradan
göğe bakışı çağrıştıran kapağıyla, “İnce Gölge” başlıklı şiirin “beklemenin kuyuyla bir ilgisi olmalı/bunca
düştüğüm boşuna değil/su içinde bir yarayı besleyip durdum/bir sevinç bulsam,
bilirim benim değil” dizeleriyle
örtüştürerek söylersek Elif Nuray şiiri âdeta kuyudan çıkarıyor.
“Kuyu” başlıklı şiir ritmi, yapısı, sesi, okurun zihnini
kilitleyen finaliyle dikkat çekiyor. Az sözle çok şey anlatan “Kuyu” şiirinin “kalbi yarıp/içine kendini koyan Allah
bilir/ yalnızlık kelimeden de eskidir/ düştün kalbin rahlesinden/kuyu senindir”
biçemiyle sonlanan finali manevi olarak çok güçlü bir ruhun gönlündeki iç
çatışmalara son verme, ağrıyı söküp atma arzusunun tezahürüdür desek yeridir.
“Bana Rağmen” başlıklı şiirde gerçeğin labirentlerinden
kaçışı, huzura kavuşmayı deniyor Elif Nuray. Bu kaçış alındaki günah izinden,
geçmişin haritasından, içindeki duvarlardan kaçışın denemesidir ancak “duvarlarla kapanmayan hesabım/tanıdık bir
intizamla sürülüyor önüme/huzursuzluğunu dolaşıyorum evin/kurtulsam
diyorum/kapılar eski bir dağ gözümde” dizeleri arzulanan çıkışın göründüğü
gibi kolay olmadığının en somut göstergesidir.
Bireyin kendi başından geçmiş büyük bir acının, ruhunu
yaralayan o acı hakikatin hatırası elbette sarsıcıdır. Birey ne yaparsa yapsın
içinden bir türlü söküp atamadığı, kendisini sürekli rahatsız eden böylesi bir
hatırayı anımsadıkça içgüdüsel olarak acı çeker ve en nihayetinde acısını
savmak için acının kaynağına inip onu yok etmek ister. “Bana Rağmen” başlıklı şiirin “alnımda günahın ilk izi/oyulmuş bir yara
gibi duruyor” dizesindeki “oyulmuş yara” huzursuzluğun yegane sebebi ya da
şairin yaşadığı her ne ise ondan utanma/gizleme
duygusu mudur? Eğer öyleyse Primo Levi, Ateşkes isimli kitabında utanç
duygusu için şunları söyler: “sonsuz bir
kötülük kaynağıdır o; batağına saplananların hem bedenlerini hem ruhlarını
parçalayıp yok eder ve en iğrenç konumlara indirir; sonra bir yüzkarası gibi
yeniden başkaldırıp zorbalara sandırır, geride kalanlara duyulan kinle
beslenerek sürer gider, herkesin istencine karşı bir intikam tutkusu, bir
ruhsal çöküş, bir yadsıma, bir usanç, bir her şeyden vazgeçiş gibi binbir
kılığa girer.”
“Bana Rağmen” başlıklı şiir “iyi sakla beni/dilimin altında bana rağmen/diri bir nehir yürüyor”
dizeleriyle, Elif Nuray’a özge söyleyiş, tahammül etmesini bilen, kelâmın
mukaddesatına inanan bir şair yaklaşımıyla bitiyor. Çünkü kelâmın olduğu yerde
irin de birikmez.
Kemal Bek “Şiirden Eleştiriye” başlıklı kitabında şöyle
der: “Her okur, yazarıyla hesaplaşır;
yazarla hesaplaşırken, kendi kendisiyle de hesaplaşır! Her okur mu dedim?
Durun, her okur değil... Okuduğunu yeniden yazabilen (oluşturabilen; inşa eden,
ya da ne derseniz deyin) okur. Bunun için de, metni yüreğinde duymalıdır insan.
Metni yüreğimizde duyamıyorsak, onu yeniden anlamlandıramıyorsak, her okuyuşta
başka anlamlar, başka tatlar alamıyorsak, ‘bu nice okumaktır?’ O zaman, boynuna
bir taş bağla, at kendini Sarayburnu’ndan denize!”
“O Korkunç Mahâret” Elif Nuray’ın kendi kendisiyle bir
hesaplaşması gibi de okunabilir veya Kemal Bek’in dikkat çektiği gibi okunan
metinler okur tarafından farklı cephelerden görülerek yürekte yeniden inşa
edilebilir.
Her ne şekilde olursa olsun okuma eylemi tamamlandığında
önemli olan şiirin güzelduyumuzda bıraktığı histir. Okuma eyleminden beklenen o
histir, “yüzünde bana ait bir şeyler
var/adın Ali mi senin?” ve “bir çocuk
susarsa reddi âlemdir/kar serpiyor Allah içimin sıkıntısına” dizeleriyle
birlikte duyumsanan gönül ferahlığının kaynağı da odur.
“yıllar çok dar, yürüdün
geçtin
düğümlerden öğrendim
uzak nedir
içimde ağaçlar, sesler,
hatıra
yüzüne en yakın yerinden
yüzümün
sana doğru bir şehir
büyümektedir”
İnsanda aynı ağaç gibidir der Nietzsche. Eğer ki özgür
bırakılırsa güvenle kök salar toprağa, gönlünce uzanır gökyüzüne. “O Korkunç
Mahâret” bir ilk kitap, bir mihenk taşı.
“benim bilmediğim
ama senin bildiğin
bir sebebi var
doğarken giyindiğim
o korkunç mahâretin
adı niçin sabır?”
Bu mihenk taşının sabrını önemsiyor hatta önemsemekle
yetinmeyip Elif Nuray’ın şiirin toprağında tek kitapla kalmayacak kadar
mahâretli, özgür, özgüvenli ve göğe gönlünce dokunacak kadar güçlü bir şair
olduğundan kuşku duymadığımı belirtmek istiyorum.
Fatih Yavuz Çiçek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder