Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

27 Temmuz 2017 Perşembe

Elif Nuray’dan Beklenen “O Korkunç Mahâret”


Şiir kitapları içeriğinde barındırdıkları evrensel, ulusal, kültürel, kültürlerarası, sosyolojik, psikolojik, mitolojik, tarih, felsefe, din, dil gibi öğelerle çok katmanlı okumaya ve yorumlamaya müsait eserlerdir.  Elif Nuray’ın İz Yayıncılık tarafından yayımlanan ilk şiir kitabı “O Korkunç Mahâret”i bu bağlamda tarif edecek olursak eser ilk dizeden itibaren çok katmanlı üslubu ve şiir sesinin saflığı ile okurlarını eşikte karşılıyor diyebiliriz.

Kitabın girizgâhındaki “ismim elif. evim, on beş sardunya ile bir yokuşun gerdanında oturuyor” cümlesinden yola çıkarak bir saptama yapmak gerekirse “ev, sardunyalar ve yokuş” üçlüsü sanki şairin yaşamının eş zamanlı, birbirinden bağımsız düşünülemeyecek özneleri gibi duruyor. Şöyle ki “ev, sardunyalar, yokuş” özneleri işten güçten, sürdürülen hayattan, ikâmet edilen şehirdeki diğer nesne ve karakterlerin hepsinden ayrı, hepsinin karşıtı bir role, şairin duygusal yaşamının orada nefeslendiği, oradan destek aldığı mekâna, şairin kendi öznel kimliğini kazandığı, gündelik hayatın akışında buharlaşan her şeyin orada eski hâline kavuşturulduğu bir alana dönüşmektedir.

Kitabın ilk şiiri “Değişen Bir şey Yok”a:  “yeni bir öfkeye başladım/bazen inat, çokça belâ/elbette eski bir telaşı yazacağım bitene kadar/bitene kadar: gök ve taş ve dua” diyerek başlayan Nuray’ın şiirlerini okumaya başlarken yeni bir üçlüyle belki de onun şiirlerinin sacayağını oluşturan üç imgeyle karşılaşıyoruz. Elif Nuray şiirinde gök, taş ve dua imgeleri moderniteye teslim olmuş günümüz bireyini içine düştüğü uyumsuz, çelişkili, işkilli, mutsuzluk girdabından çekip çıkaracak, sürüklenilen kara deliği kapatacak, ruha nefes aldıracak sabır, inanç ve umut kapılarına yönelişi imliyor.

“O Korkunç Mahâret” ilk şiirden son şiire kadar modernitenin her şeyi imha edebilecek tehditkâr yapısına karşı durmanın, uyumsuzluğa direnişin kelâmla vücut bulmuş hâli, şairin gönlünü göğe yöneltip, kâh susarak, kâh sorgulayarak, umarak, üzülerek, kimi zaman hayret ederek, sabırla sürdürdüğü bir ferahlama arayışıdır. Bir tür terapi. Ve her şeye rağmen göğe inancını yitirmeyen, “gözlerim kovulmuş bir ümidin hayreti/nasıl oluyor da bu gök hala başıma devrilmiyor” diyen şairin yüzünü tanrı katına çevirmiş benliğidir.

Taş, şairin göğsündeki sıkıntının, dünya ağrısının, ıstırabının kaynağı, aynı zamanda tegafül  olarak değerlendirilebilecek gizlediği, göstermediği fakat varlığını ima ettiği gönül ağrısı, ağırlığına dayanamadığında “Rabbim, ya geleyim sana/ya içimin taşını kaldır” diye nida ettiği sevgili midir? Muhtemelen öyledir. Öyle olmasa “kalbimin üstünde eski bir taş/ne dile geliyor, ne ufalanıyor” ve “durdukça büyüyen bu taşı kim bıraktı, içimde/sormadan taşıdım” diyebilir miydi şair?

Şiirlerinde yalan denilen, fani olduğu bilinen dünyaya karşı kelimelerin soyut gerçekliğini kuşanarak ilerleyen Elif Nuray; canefza, bîmecâl, mim, melâl, ayn, zülâl, mihman gibi divan edebiyatıyla kan bağı kurmuş sözcükleri de tercih ediyor ve şiirinin içine serpiştirdiği bu tarz sözcükleri karanlıkta şimşek parıldamasının ortaya çıkardığı anlık etkiye eşdeğer şekilde kullanıyor.

“ben menekşe kokusuyum
bir kuşun ağzında
sen ülkemden baharları çalan
bir eski alınganlık
                             c a n e f z a”


“de ki yorgunum, de ki dargınım, de ki bîmecâl
Ey kırgın kısrak! Senin göğsünde de perde var”

Elif Nuray’ın şiirlerinde yalnızlık duygusu en yoğun olarak “Kuyu” başlıklı şiirde kendini gösteriyor.  “Kuyu” şairin içine düştüğü iflah olmaz yalnızlığı, kırgınlığı, terk edişi, oradan çıkışı/kaçışı imgeleyen, şairin onulmaz yarasının derinliğidir. Bu derinliği kitabın kuyudan ya da mağaradan göğe bakışı çağrıştıran kapağıyla, “İnce Gölge” başlıklı şiirin “beklemenin kuyuyla bir ilgisi olmalı/bunca düştüğüm boşuna değil/su içinde bir yarayı besleyip durdum/bir sevinç bulsam, bilirim benim değil”  dizeleriyle örtüştürerek söylersek Elif Nuray şiiri âdeta kuyudan çıkarıyor.

“Kuyu” başlıklı şiir ritmi, yapısı, sesi, okurun zihnini kilitleyen finaliyle dikkat çekiyor. Az sözle çok şey anlatan “Kuyu” şiirinin “kalbi yarıp/içine kendini koyan Allah bilir/ yalnızlık kelimeden de eskidir/ düştün kalbin rahlesinden/kuyu senindir” biçemiyle sonlanan finali manevi olarak çok güçlü bir ruhun gönlündeki iç çatışmalara son verme, ağrıyı söküp atma arzusunun tezahürüdür desek yeridir.

“Bana Rağmen” başlıklı şiirde gerçeğin labirentlerinden kaçışı, huzura kavuşmayı deniyor Elif Nuray. Bu kaçış alındaki günah izinden, geçmişin haritasından, içindeki duvarlardan kaçışın denemesidir ancak “duvarlarla kapanmayan hesabım/tanıdık bir intizamla sürülüyor önüme/huzursuzluğunu dolaşıyorum evin/kurtulsam diyorum/kapılar eski bir dağ gözümde” dizeleri arzulanan çıkışın göründüğü gibi kolay olmadığının en somut göstergesidir.

Bireyin kendi başından geçmiş büyük bir acının, ruhunu yaralayan o acı hakikatin hatırası elbette sarsıcıdır. Birey ne yaparsa yapsın içinden bir türlü söküp atamadığı, kendisini sürekli rahatsız eden böylesi bir hatırayı anımsadıkça içgüdüsel olarak acı çeker ve en nihayetinde acısını savmak için acının kaynağına inip onu yok etmek ister.  “Bana Rağmen” başlıklı şiirin “alnımda günahın ilk izi/oyulmuş bir yara gibi duruyor” dizesindeki “oyulmuş yara” huzursuzluğun yegane sebebi ya da şairin yaşadığı her ne ise ondan utanma/gizleme  duygusu mudur? Eğer öyleyse Primo Levi, Ateşkes isimli kitabında utanç duygusu için şunları söyler: “sonsuz bir kötülük kaynağıdır o; batağına saplananların hem bedenlerini hem ruhlarını parçalayıp yok eder ve en iğrenç konumlara indirir; sonra bir yüzkarası gibi yeniden başkaldırıp zorbalara sandırır, geride kalanlara duyulan kinle beslenerek sürer gider, herkesin istencine karşı bir intikam tutkusu, bir ruhsal çöküş, bir yadsıma, bir usanç, bir her şeyden vazgeçiş gibi binbir kılığa girer.”

“Bana Rağmen” başlıklı şiir “iyi sakla beni/dilimin altında bana rağmen/diri bir nehir yürüyor” dizeleriyle, Elif Nuray’a özge söyleyiş, tahammül etmesini bilen, kelâmın mukaddesatına inanan bir şair yaklaşımıyla bitiyor. Çünkü kelâmın olduğu yerde irin de birikmez.

Kemal Bek “Şiirden Eleştiriye” başlıklı kitabında şöyle der: “Her okur, yazarıyla hesaplaşır; yazarla hesaplaşırken, kendi kendisiyle de hesaplaşır! Her okur mu dedim? Durun, her okur değil... Okuduğunu yeniden yazabilen (oluşturabilen; inşa eden, ya da ne derseniz deyin) okur. Bunun için de, metni yüreğinde duymalıdır insan. Metni yüreğimizde duyamıyorsak, onu yeniden anlamlandıramıyorsak, her okuyuşta başka anlamlar, başka tatlar alamıyorsak, ‘bu nice okumaktır?’ O zaman, boynuna bir taş bağla, at kendini Sarayburnu’ndan denize!”

“O Korkunç Mahâret” Elif Nuray’ın kendi kendisiyle bir hesaplaşması gibi de okunabilir veya Kemal Bek’in dikkat çektiği gibi okunan metinler okur tarafından farklı cephelerden görülerek yürekte yeniden inşa edilebilir.

Her ne şekilde olursa olsun okuma eylemi tamamlandığında önemli olan şiirin güzelduyumuzda bıraktığı histir. Okuma eyleminden beklenen o histir, “yüzünde bana ait bir şeyler var/adın Ali mi senin?” ve “bir çocuk susarsa reddi âlemdir/kar serpiyor Allah içimin sıkıntısına” dizeleriyle birlikte duyumsanan gönül ferahlığının kaynağı da odur.

“yıllar çok dar, yürüdün geçtin
düğümlerden öğrendim uzak nedir
içimde ağaçlar, sesler, hatıra
yüzüne en yakın yerinden yüzümün
sana doğru bir şehir büyümektedir”

İnsanda aynı ağaç gibidir der Nietzsche. Eğer ki özgür bırakılırsa güvenle kök salar toprağa, gönlünce uzanır gökyüzüne. “O Korkunç Mahâret” bir ilk kitap, bir mihenk taşı.

“benim bilmediğim
ama senin bildiğin
bir sebebi var
doğarken giyindiğim
o korkunç mahâretin

adı niçin sabır?”

Bu mihenk taşının sabrını önemsiyor hatta önemsemekle yetinmeyip Elif Nuray’ın şiirin toprağında tek kitapla kalmayacak kadar mahâretli, özgür, özgüvenli ve göğe gönlünce dokunacak kadar güçlü bir şair olduğundan kuşku duymadığımı belirtmek istiyorum.

Fatih Yavuz Çiçek

Hiç yorum yok: