Vedalaşırken:
“Denizi unutamazsın. Denizin kokusu bir
mıknatıs gibi seni kendine çeker, ondan kaçamazsın,” demişti ev sahibem Suna
Teyze. Haklı çıktı. Unutamadım. Şimdi, direksiyon başında “İzmir’in kavakları/Dökülür yaprakları” diye başlayan zeybek
türküsünü dinlerken düşünüyorum da Ege’den, martılardan, imbat rüzgârından kopmakla
ne kazandım, ya da ne kaybettim, ayrılığın üzerinden yıllar geçtikten sonra denizden
başkasını anımsamak bile istemiyordum galiba. Hafızamı yokladığım zaman, dönüp yerleştiğim
bozkırda bir yanımı çölleşmiş, diğer yanımı isimlendiremediğim bir şeylerin özenle
koruduğu deniz mavisi hatıralar görüyordum. Ömrüm mor bir a’rafın ortasına demir atmıştı
sanki ve artık ne denizin kokusunu hissetmeden, ne de bozkırın çıplak sûretini
görmeden yaşayamıyordum bir türlü. Bu yüzden olsa gerek tenimi dalgalara bırakmadan
rahatlatabileceğim başka formül bulamadığım her tatil döneminde bir sevgilinin
kollarına atılır gibi denize koşuyor, bozkırdan uzaklaştığım o günlerde ise beni
dizginleyen uçsuz bucaksız kızıl toprakların sessizliğini özlüyordum. Tuhaf
denilebilecek kadar çelişkilerle dolu, ikiye bölünmüş, sonbaharı her Eylül’de
kanayan bir yaşamım vardı benim. Yalnız, tedirgin ve ketum.
Bu tuhaf, bu tedirgin süren yaşamın içinde aynı zamanda okuyor,
araştırıyor, yazıyordum fakat ne yaparsam yapayım gövdemin temelinden
başlayarak bütün hücrelerime yayılan Eylül travmasının ruhumda açtığı boşluğu
doldurmaya hiçbir şeyin gücü yetmiyordu. Reankarnasyona sarıl, sarhoş ol, göğe
bak diyenler oluyordu. Hiçbirini dinlemek istemiyordum. Dinlemedim de. Baktım olacak
gibi değil, bir gün, siyah ipliğin beyazdan ayrıldığı bir Eylül sabahı kalkıp geçmişi
düşlerimin tavanına astım. Boşluk, bir süre sonra dağların suya vuran gölgesi
gibi ağır ağır silinip gitti ruhumdan. Sordum, soruşturdum. Düşlerde silinen
gölgelerin hüzünlü günlerin habercisi olduğunu söylüyordu rüya tabircileri.
Aldırmadım, yeni bir şehre taşındım. Her şeye sıfırdan başlamak için düşleri ürkütmeyecek
zayıflıkta resimler yaptım. Denize olan sevdamı tazeledim. İnce belli
kadınlarla seviştim. Sevişmek kırılgan ruhlu insanlar için muadili
olmayan tensel bir uyuşturucudur. Verdiği haz insanı yeryüzünden, bütün acılarından
kopartır. Ama ne yaptıysam olmadı. Yıllarca peşimi bırakmayan o travma, yırtılan
ozon tabakası gibi günün birinde aynı yerinden tekrar yırtıldı. Darbecilerin
yargılandığı davaya mağdur olarak müdahil olmamı isteyen hukukçuların
gönderdiği mektupla, silindiğini zannettiğim o fildişi boşluk biraz daha genişleyerek
ruhumun çeperini tekrar sardı. Beklentim neydi? Geçmişi unutarak iyileşmek mi? Bana
bu travmayı yaşatanlarla yüzleşmek, içimdeki öfkeyi onların suratlarına kusmak
mı? Yoksa… Yoksa daha fazlası mıydı? Kısasa kısas mı istiyordum mesela?
Kısas mı? Bu kavram şimdi durduk yerde nereden süzülmüş,
hınzırca nasıl da çıkıp gelmişti aklıma. Hiçbir fikrim yoktu doğrusu. Zaten
tahmin yürütme duygusundan bir hayli uzaktım ve bir ân evvel denize varmak
istiyordum. El ve ayaklarımın kullandığım otomobile, zihnimin geçmişten ziyade önümde
kıvrılarak uzayan yola odaklanması gerekiyordu çünkü. Ben de öyle yaptım. Bastıran sisin görüş
mesafesini düşürdüğünü görünce hızımı azalttım. Sis farlarını yaktım. Tedbirli
davranmayı önemserim. En istikrarlı alışkanlığımdır tedbirli davranmak. Sezgilerim
beni hiç yanıltmadı bu güne değin. Böyle havalarda neyin, nerede, nasıl
karşınıza çıkacağını kestirmek güçtür.
Nitekim karşı yönden şarampolü aşıp uçuruma yuvarlanan
aracı görünce frenlere asıldım. Aracımı emniyet şeridine çekip durdum. Gün ışımak
üzereydi ve ortalıkta kimse görünmüyordu. İlkyardım çantasını yanıma alıp kaza
yapan aracın yanına indim. Ters yatmış aracın ön tarafında altmış bilemedin
altmış beş yaşlarında uzun boylu, iyi giyimli, sarışın, mavi gözlü bir adam
inliyordu. Sol ön kapıyı açmaya çalıştım önce. “İyi misiniz?” dedim. Yaralıydı
fakat bilinci açıktı. Konuşuyordu. “Yardım et” dedi. “N'olur çıkar beni
buradan.”
Kısa bir ân göz göze geldik. Kısa bir ân. Bazen kısa bir ân
yaşamınızda küçük bir kıvılcımdan öte anlamlar taşır. Kısa bir ân geçmişe
açılan kapıdır örneğin. Ya da içinizde küllenen nefretin aniden körüklenmesiyle
birlikte yükselen alevlerin, aklınızı, insanlığınızı unutturacak boyutlarını
aşan tehlikeli etkinliği, sizi cinnet geçirme noktasına ve çılgın yangınların
ortasına sürükler. Tanımıştım o'nu. Komiser Münir'di bu adam. 12 Eylül'den
sonra bizi sudan sebeplerle tutuklayan, karakolda günlerce işkence eden, bir
kulağımın işitme duyusunu yitirmesine sebep olan canavardı.
“Adın Münir mi?” dedim. “Emniyette çalıştın mı?”
“Evet” dedi inleyerek. “Nereden tanıdın?” “Sen de mi emniyettensin yoksa?”
“Hayır! Ben… Ben 12 Eylül'de işkence yaptığın, sakat bıraktığın isimsiz
yüzlerce gençten biriyim” dedim buz gibi bir sesle. İnlemesi kesilmiyordu. “O
günlerin şartları bizi zorladı” dedi, yüzünü acıyla buruşturarak. “Şimdi
bunların sırası değil güzel kardeşim. Ölüyorum bak, yardım et! N'olur, çıkar
beni buradan. Çıkar da konuşalım. Helâlleşelim.”
“Güzel kardeşim mi? Helâlleşmek mi? Demek öyle. Ben de inandım. Vah vah! Gözlerim yaşardı geçirdiğin evrimden. Manyetolu
telefonla vücuduma elektrik verirken, yakası açılmadık galiz küfürler
savururken güzellik ve kardeşlik hiç aklına geldi mi ulan?” diye haykırdım içimden. Tekrar göz göze
geldik. Tekrar ve kısa bir ân. Kollarımda can veren Abdullah'ı düşündüm. Bu
kadar kolay mıydı, günâhların bedeliyle bir çırpıda helâlleşmek?
Geçmişte kalan otuz üç yılın hırsıyla Münir'in yüzüne
içimdeki yangının alevini ejderha gibi tükürdüm. Bu yangının söneceği de
soğuyacağı da yoktu. Tek bir şey yüreğimdeki nefreti soğutabilirdi belki de tek
bir şey. Aniden kalkıp benzin deposunun kapağını açtım. Kilitliydi. Durmadım.
Yerden aldığım taşla kilidi kırdım. Cebimden çakmağı çıkarıp, tutuşturduğum
kuru dal parçasını benzin deposunun içine salladım.
Geri çekildim. Araçtan yükselen alevlere bakarak bir sigara
yaktım. Patlayan yakıt deposunun gürültüsünden önce şeytanın kahkaha seslerini
duydum. Yol kenarındaki patikadan uçuruma inmeye çalışan insanlar gördüm.
Koşturan, çığlık atan, paniklemiş, ne yapacağını bilemeyen insanlar. Oturduğum
ağacın altında iki omzumdan tutup beni, sarstı birisi. “Bu adam şok geçiriyor,
yardım edin” diye bağırdı yeni gelenlere. Sorulara cevap vermedim. Kulaklarımı,
gözlerimi, kalbimi dünyaya kapadım. Ruhumu, içimdeki boşluğun yerini dolduran
denizin dalgalarına bıraktım.
Küçük bir balık gibi hissediyordum kendimi. Zokadan
kurtulmuş bir çipuradan farkım yoktu. Mesut, çok mesuttum o denizde.
Fatih Yavuz Çiçek
2 yorum:
Ben olsaydım, Komseri kurtarırdım. Onu bir kenara çeker, otomobili ateşe verirdim. Yaralıyı hastaneye götürürdüm, soranlara, "bu adam benim gibi düşünenlere işkence yapan adamdır" derdim. Karşılığında bir kaç kuruş para alan, çocuklarının nafakasını bu yollardan sağlayan adamdır derdim. Belki televizyon kanallarına haber olurdum böylece. Celladının ayaklarını yalayarak ömür sürdürenlerin kırla gittiği bir ülkede, celladının en aciz zamanında, onun hayatını kurtaran "anarşist" başlığını atarlardı belki?
Diğer bölümler aynen dediğiniz gibi... Çok dokunlaklı.
Olabiliri değil olmayabiliri istemek. Ya da klişeyi kırmak diyelim. Öykünün kahramanı, komisere yardım etseydi içine düştüğü "cinnet/cennet" ikilemini yaşamayacaktı belki de.
Komiseri, kazayı görüp uçurumdan aşağı inen diğer vatandaşların yanan araçtan kurtarmış olabileceği ihtimalini de düşünebiliriz. O bölümü okurun hayal gücüne bırakarak, her okur kendi finalini kendi kursun istemiştim.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim. Selamlar
Yorum Gönder