Güneş bahçedeki badem ağacının
yaprakları arasından sızıyor, sabah yeliyle rakseden ince dalların gölgesi geometrik
şekiller çizerek pencereden içeri vuruyordu. Uykulu ve mahmur gözlerle uyanmış,
yeni güne sıradan, bildik davranışlarla, esneyerek hazırlanıyordum. Uzanıp
pencereyi araladım. Pencereyi aralamamla birlikte oluşan hava cereyanı tül
perdeyi dalgalandırınca, perde süpürgelik kenarında duran menekşeye takıldı ve
çiçek saksısını seramik döşenmiş zemine düşürdü. Hay aksi! Esirgediğin göze çöp
batar derler. Vallahi doğru. Menekşeyi alıp yerine koydum. Zaten kaç gündür
solgundu. Birgün gülen, birgün yaramazlık yapmış suçlu çocuk hallerinde
sessiz, mahcup ve kırılgan.
Sonra zarif çiçeklerine dokunup azıcık
gönlünü almak istedim. “Günaydınnnn. Pembe çingenem benim, bir yerin acıdı mı? Küs
müyüz kız Esmeralda” diyerek yapraklarını okşadım ve yerini değiştirdim. Sanki
sesimi anlamıştı da bana gülümsüyordu. Anlaşılan kuruyan toprağı biraz da su
istiyordu. Şebeke suyu da geceden kesilmiş. Böyle durumlar için dolu tuttuğum
plastik bidondan bir bardak su alıp, pembe menekşeyi suladım. Musluklu bidonun
başlığını hafifçe çevirince sızan suyla tasarruflu bir şekilde elimi yüzümü
yıkayıp üstüme giyecek gömleği rastgele çekip aldım.
Giyerken baktımki gömleğin orta
düğmesi kopuk. Üstelik yeni de sayılır. Daha geçenlerde; açık renk krem
pantolonumun üzerine sütlü kahve çizgilerin uyum sağladığını görünce fiyatını
hiç düşünmeden almıştım. Nasıl da kopmuş. Herkesi kendim gibi sanıyorum. Anlaşılan
bu gömleğin düğmelerini kontrol etmeyi unutmuşum. Oysa biz küçükken annem yeni
alınan giysilerin düğmelerini gözden geçirmeden ve kendi elleriyle o küçücük
çıt çıtları iyice berkitmeden üstümüze giydirmezdi.
Hele yaz tatillerinde çırak
olarak yanında çalışmaya başladığım Terzi Artin ustanın: “Demek yeni çırağımız
sensin” diyerek onardığı eski bir ceketi bana doğru uzatmasını: “Al, bunun
düğmelerini dikerek mesleğe başla” sözünü dün gibi anımsıyorum.
Sokakta “tumba” oynadığımız
renkli misketlere benzeyen düğmeleri acemice dikip ustama gösterdiğimde, parmak
uçlarıyla sıkıca kavradığı düğmeyi burgu yapar gibi çevirmiş çevirmiş, kopan
kopçayı avuçlarıma koyarken: “Olmamış evlat, yeniden dik” demişti.
İlk görüşte sevdiğim ustam, yıllarını
yaz kış demeden Samatya Pasajında “Giy Sev Terzihanesi’nde” geçirmişti. Pamuk
saçları, kırış kırış yüzü, deniz mavisi gözleri, kendinden emin görünen edasıyla
onu yaşlı fakat gölgesiyle etrafına serinlik veren ulu bir çınara benzetirdim. Boynuna
doladığı ince mezurası, parmağına taktığı pirinçten yapılmış eski dikiş yüzüğü,
kaliteli çelikten yapılmış iğnesiyle işine oldukça titizlenir, ağır ama düzenli
çalışırdı. Çiçeklerle konuşulduğunu bilirdim de kumaşlarında bir dili olduğunu,
onlarla da konuşulduğunu bilmezdim. Ölçüsünü aldığı kumaşların her biriyle
düğün salonunda konuklarıyla ilgilenen ev sahibi inceliğinde tek tek ilgilenir;
yaptığı işçilik, döktüğü göz nuru, diktiği elbiseler çok beğenilirdi. Şimdi
olduğu gibi hazır giyim yaygın olmadığı için dönemin ünlü simaları bile beraberinde
eş, dostuyla provaya gelir, dükkân müşterisiz kalmazdı.
Yanında çırak durduğum günden
itibaren, bana uzattığı eski ceketin düğmelerini dikip ona gösterdiğimde hep aynı
şeyi yapar, çevirdiği düğme kopunca burnunun üzerinde duran gözlüğünün camından,
gözlerimin seviyesine indirdiği sevimli, babacan bakışlarıyla her seferinde: “Olmamış
evlat, bir kez daha dik” derdi. Bir defasında dayanamayıp itiraz etmiştim.
“Düğme böyle çevire çevire iliklenmez ki?”
“Hayat evlat hayat! Düğme dikişi bir hayat kurtaracak kadar
sağlam olmalı”
Telefon çalıyordu. Koridorda
bulunan ahizenin yanına varıncaya kadar gittiğim geçmişten günümüze dönmüştüm. Arayan
yan sokaktan kadim bir komşumuzdu. Sabahları işyerime oturduğumuz mahalleden
arkadaşlarla birlikte gidiyorduk. Gitgide artan benzin fiyatları nedeniyle araçları
sırayla trafiğe çıkarmaya karar vermiştik. Zaten bu hayat pahalılığında başka
çaremiz de yoktu. Eskiden olduğu gibi takım elbise dikmiyorduk. Hazır giyim
hızla gelişirken, meraklısı dışında takım elbise siparişleri azalmıştı. Biz de yaka,
paça, astar tamiratlarıyla geçinip gidiyorduk. En son iki gün önce getirilen
bir kaç pantolonla, mevsimlik bir pardösüyü yenilemiş dün akşam müşterilere teslim
etmiştim.
Komşuları bekletmek olmazdı. Hem
trafik yoğunluğuna kalmadan gitmek en akılcı olanıydı. Fazla oyalanmadan üstüme
yeni bir gömlek giyip evden çıktım.
Büyük şehirlerin en belirgin
özelliğidir. Trafik, hayat pahalılığı, hava kirliliği, gürültü, tüketim
çılgınlığı, kazalar… Aklınızın ucundan bile geçmeyen bir olayla karşılaşmanız
an meselesidir. İşte trafik yine tıkanmış akmıyordu. Az ileride; sağ şeritte
kimi araçların durduğunu, soldan gelenlerinde sağ taraftaki kalabalığa bakarak
yavaşladığını, araçlardan inen insanların köprünün üstünde kalabalıklaştığını
görünce merakımız arttı. Acaba bir kaza mı olmuştu. Aracı emniyet şeridine park
edip biz de merakla indik. Toplanan kalabalığa yaklaştık usulca.
Bağırış, çağırışlar arasında her
kafadan bir ses çıkıyordu.
“İtfaiyeyi arayın”
“Polise haber verin”
“Ambulans çağıralım”
“Fazla dayanamaz”
“Oğlum aklından zorun mu vardı. İnsan
kendini köprüden atıp, canına kıymak ister mi?”
“Birazdan düğme kopar; denize
çakılır, eyvah ki eyvah!”
Görebildiğim kadarıyla köprüden
atlayan genç bir delikanlıydı. Kim bilir ne derdi vardı. Anlaşılan kendini
boşluğa bıraktığında üstündeki pardösü rüzgârın etkisiyle şemsiye gibi açılmış,
önündeki ilikli tek düğmeyle aşağıdaki kısa korkuluk demirlerine takılıp, orada
öylece asılı kalmıştı.
Artin usta tekrar gözlerimin
önüne geldi.
“Hayat evlat hayat! Düğme dikişi
bir hayat kurtaracak kadar sağlam olmalı!”
Kolayca sökülüp kopmayacak bir
dikişin nasıl olması gerektiğini gösterdiği günden sonra, dikip götürdüğüm eski
ceketin kol düğmelerini çevirmiş çevirmiş, kopmadığını görünce yeni diktiği
ceketi bana vermiş: “Artık giyilmemiş bir takım elbiseye düğme dikebilirsin” dediğinde
nasıl da sevinmiştim.
İtfaiye ve ambulansın çalan siren
sesleriyle bir kez daha geçmişten uyanırken, boşlukta sallanan gence baktım. Birkaç
dakika önce yaşamına son vermek isteyen, saçı sakalı birbirine karışmış zavallı
delikanlının ölüm çizgisiyle arasında sadece bir düğme kalmış, şimdi de “ölmek
istemiyorum, kurtarın beni” diye yukarıdan kendisine bakan kalabalığa sesleniyordu.
İtfaiyeciler hazırlıklıydı.
Çabucak kurdukları iki zincirli kurtarma aparatıyla aşağıya sarkıp delikanlıyı
alkışlar eşliğinde yukarı çıkardılar. Olay mahalline gelen polis ekipleri meraklı
kalabalığı dağıtmakla meşgul, yoldan geçen televizyon muhabiri de yeni bir haber
yakalamış olmanın verdiği heyecanla çekim yapıyordu.
“O düğmeyi diken terziye aldığı
para helâl olsun” dedi birisi.
İki üç gün sonraydı. Sabah işyerine
gelmiş, yeni ölçüsü alınmış ve kısalması gereken kot pantolon paçalarıyla
uğraşıyordum. Kapı açılınca, işi bıraktım. Karşımda gülümseyen, saçları düzgün
taranmış, yüzü aydınlık genç bir delikanlı vardı. Buyurun demeye kalmadan selam
verip, elindeki menekşeyi yandaki masaya bıraktı ve sordu:
“Giy Sev Terzihanesi sizin mi”?
“Evet! Size nasıl yardımcı
olabilirim”
“Oldunuz zaten! Hem de çok fazla.
Şu an burada olmamı biraz da size borçluyum.”
Şaşkın bakışlarımla, ne yapmışım demeye
kalmadan, üstündeki pardösünün ortanca düğmesini göstererek sözünü tamamladı.
“Biliyor musunuz? Bu düğmeyle hayatımı kurtardınız.
Size bir can borçluyum. Teşekkür etmeye gelmiştim.”
Bir an duraksadım. Sonra karşı
duvarda asılı duran ustamın resmine baktım. Işıl ışıl parlayan gözleriyle bana: “Aferin evlat, şimdi anladın mı? ” dediğini duyar gibi oldum.
Sonra gülümseyip arkasındaki
çerçeveyi işaret ederek ustamı gösterdim. “Vaktin varsa otur; bir bardak çay içelim.
Asıl ona teşekkür etmelisin,” dedim. Oturdu.
Kendimizi konuşmanın tılsımına bıraktık.
Anlattıklarını dinleyecek, onu önemseyecek birisine meğer ne çok ihtiyacı
varmış.
Saatlerce konuştuk, konuştuk,
konuştuk.
Zaman iğne deliğinden geçerken, sökülen
bir hayatın düğmesini sağlam kelimelerle ama kopmayacak biçimde yeniden dikmeye
çalışan usta ve çırak gibiydik.
Fatih Yavuz Çiçek
5 yorum:
Ne kadar güzel bir yazı... Hayatta herşeyi ciddiye almak gerekiyor sanırım elimizden gelenin en iyisini yapmak..
Ne kadar anlamlı bir hikaye.Yaptığımız işlere gereken önemi vermemiz gerektiğini,''BİR DÜĞME BİR HAYAT KURTARIR..''başlığının yakışacağı bu anlatımla anlamış,belki de yeni farketmiş oluyoruz.Kaleminize sağlık.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
İyilikle, selamlar.
Tüm karmaşaya,değişen hayat şartlarına rağmen..Böyle güzel bir öykü yazmanız ve benim okuma şansına sahip olmam..Sağolun, varolun..
Hayat insana verilmiş en değerli armağan. Yaşama küçük şeylerle tutunanlar sanırım daha mutlu bir hayat sürdürüyor.
Okuyarak kattığınız değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder