Şiir, Edebiyat, Kültür, Sanat

25 Kasım 2015 Çarşamba

Fesleğen Sargısı / Öykü


“bazen içi de güneşlenmek istiyor insanın”

Emin Akdamar

Elimde mektubun; pencere kenarındaki fesleğenin üzerine yürüyen güneşe bakıp kendi kendime gülümsedim. Hatırlarsın; bizim oralarda sebepsiz yere gülenlere deli derler ama dur hemen endişelenme, ben delirmiş falan değilim. Senin aşılması çok güç inadın yüzünden yoğunlaşan kırgınlığımı iyileştirmek için yüzümden tebessümü eksiltmemeye çalışıyorum. Elimden gelen şimdilik bu kadar. Yaptığım şeye bir tür ruh temizleme egzersizi diyorum. Zaten sen ne dersen de umurumda bile değil artık. “Tamam, anladık! Okuldan ayrılmayı kafaya koydun. B Planın var mı?” diye sormuştu da Serpil Hoca. “Yok” demiştim gülümseyerek. “Hiçbir planım yok.” Aptallık etmiştim. Ömrümün en büyük aptallığını.

Tıp Fakültesine başlamıştım. Mezun olunca güya insanlığı biz kurtaracaktık. İyilik meleği doktorlar. Allah’ın yeryüzünde şifa dağıtan kulları. Peki ya beni kim kurtaracaktı? Kariyer mi? Bol sıfırlı bordrolar mı? Peh! Açıkçası gönülsüzdüm. Bu meslek bana göre değil diyordum. Kan, neşter, hastalıklar… Hele ki çaresiz insan suretlerine yansıyan dünyanın ağrılı zamanlarına teslim olmak, hiç bana göre değil.  “Ben yatağımı gökyüzüne kurmalı, kuş gibi daldan dala uçmalıyım” diyordum. “Sabret” diyordun. “Sabret, doktorluğu da seversin.”

Sabır meşakkatli bir eylemdir. İnsanı içinde uzun süreli yolculuklara çıkarır. Mumdan gemilerle ateş denizinin kıyılarına, geri dönülmesi güç koylara götürür. Sevmekse elektrik almak, vermekle ilgilidir daha çok. “Sevmek ne uzun kelime” diyen şairi düşünüyorum da sabır da öyle galiba. Sabretmek fiiline ilk görüşte âşık olacak, ondan elektrik alacaksın. Alamazsan işin zor hocam. Sekiz yıl az mı? Değil tabiî. Kıvrım kıvrım uzayan tam sekiz yıl. Hocam diyorum ya kusuruma bakma. “He” deyip geç. Ankara’dayken alıştım böyle hitap etmeye. Dil alışkanlığı, yöresel şive işte. “Hocam, anatomi sınavı nasıl geçti?” “Berbattı hocam, berbat!” “Hocamm hocamm, ufff! Kıza bak hocamm!” “Hangi kız hocam!” “Şu Tikky Leylâ’nın yanındaki esmer kız hocam.” “Vaovvv! Denizde mi yandın, solaryumda mı? Vay anam, vay, vay!” “Tanışmazsam ölürüm. Ben böyle afet görmedim desem yeridir hocammm!”

Başımı kaldırdım. Karşı duvarda asılı diplomaya vuran ışığa bakıp gülümsedim. Nöbetten dönmüşüm. Yorgun, kırgın ve yalnızım. Bir yıldır Şefkatli Hastanesi acilindeyim. Uzman doktorumuz yok. Dört pratisyen hastanede her söküğü dikmeye çalışıyoruz. Başımız sıkışınca danıştığımız Umut abi vardı. O da TUS’u kazanıp gitti. Geçenlerde bir apandisit vakıasını atlamıştım da Umut abi fark etmişti. Hasta yeni evlenmiş genç bir kadındı. Şikâyetini sormuştum. Yanındakiler, “Karnı ağrıyor” demişti. Kadına baktım. Utangaç. Gözünü yere indirip usulca: “Karnım ağrıyor” deyince muayene etmek istemiştim. Kocası “nâmahrem” diye karnını açtırıp muayene ettirmedi. Erkek doktora göstermezmiş. Ağrı kesici yazdım. Umut abi anlamış hemen. “Az gelsene” dedi. İçeri geçtik. “Apandisit olabilir” dedi. İl merkezine sevk ettik. Apandisitmiş. Umut abi o gece beni büyük bir vebâlden kurtardı hocam. Senin bunlardan haberin yok tabiî ki. Allah korusun ya aynı şey tekrar olursa? Yanlış bir teşhisle hastalara zarar verirsem, ne yaparım! Bu yükün altından nasıl kalkarım, bilmiyorum. Kolay değil, insan hayatı bu. Korkuyorum. Yeminle, vallahi billahi ciddi ciddi korkuyorum.

Umut abi sağolsun. Gitmeden önce uyarmıştı. “Hasta muayene olmak istemiyor mu?  Alın imzasını, durumu belgelendirin, sonra nereye istiyorsa oraya salın gitsin,” demişti. “Riske girmek yok. Anlaşıldı mı?”

Fakat acilde, o yoğunlukta hangi biriyle uğraşacaksın. Ölümü tevekkülle kabul eden bir toplumda bir bakıyorsun tevekkülün rengi yıldırım hızıyla değişivermiş. Ümitsiz vakıalarda doktordan mucize beklendiğine o kadar çok şahit oldum ki hangi birini anlatayım. Ayrıyeten, böyle zaman dilimlerinde şuurunu yitirmiş hasta yakınlarının uyguladığı duygusal şiddetten, hakarete varıncaya değin her türlü fiili saldırıyla her an karşılaşma riskini de göz ardı etmemek gerekiyor.

Gerçi ben hazırlıklıyım. İdmanlı. Liseye başladığım sene “Rocky IV” filmini izliyorduk sinemada. Rocky; Rus boksöre yumrukları sıralamaya başlayınca, hepsi benim gibi yeni yetmelerden oluşan izleyicilerle dolu salonda bir alkış, bir ıslık furyası başlamıştı ki dayanamayıp fırlamıştım sahneye. “Kesin şu Amerikan emperyalizmini alkışlamayı” demiştim. Önce bir şaşkınlık, sonra “bırak bu solcu ağzını” diyerek üstüme yürüyen grupla kavga etmiştik. Sinemanın sahibi dışarı atmıştı bizi. Dışarıda seni tanıyan birkaç kişinin araya girmesiyle kavga fazla büyümeden önlenmiş, yaz tatilinde de karate kurslarına yazdırmıştın beni. Mavi kuşağım o günlerden kalma. Hele bi saldıran olsun. Anında “yarım ay” duruşunu takınır, dövüş sanatının bildiğim bütün inceliklerini konuşturmaktan çekinmem.

Bazen kendi kendime, “yetersiz misin oğlum” diye sorduğum oluyor. Kendimi çok yeterli hissediyorum diyen kaç çaylak çıkar ki zaten? Saysan bir elin on parmağını geçmez belki de. Kemik yapısını incelemek için mezarlıktan gizlice kemik çaldım desem inanmazsın. Kadavra dersini neredeyse hiç kadavra görmeden geçen okullar var. Biz kadavra görmek için morga indik, sahipsiz cenazeleri gizlice yürüttük desem, güler geçersin şimdi. Gerçek bunlar hocam. Maalesef hepsi gerçek.

“B Planın var mı?” diye sormuştu Serpil Hoca. O zaman vardı bir planım aslında da, bir türlü cesaretimi toplayıp seninle konuşma fırsatı bulamamıştım. Hayallerini yıkmak istememiştim o dönemde. Hukuk ikinci sınıftan ayrılıp, Edebiyat Fakültesine kaydını yaptıran bi’arkadaşım vardı. Turgay. Okulu bitirdikten sonra İngiltere’de karşılaştırmalı edebiyat alanında yüksek lisans bursu kazanmıştı. Çeviri yapmayı düşünüyordu. Yüksek lisansı bitirir bitirmez yayınevleriyle çoktan kontak kurmuş, yeni kuşak İngiliz romancılardan birkaçının kitabını Türkçeye çevirmişti. Sevdiğin işi yapmak gibisi var mı? O ne büyük bahtiyarlıktır. Ne büyük keyif. Sürekli genç yaşamak dedikleri tazelik budur herhâlde. Sevdiğin işi yapmak, hormonları mutluluk moduna geçiren otomatik bir vites olmalı âdeta. Ben de Turgay gibi okulu bırakıp “Sivil Havacılık” alanına yönelmek istiyordum. Olmadı. Seni dinledim, doktor oldum. Mutsuzluk abidesi, pratisyen bir doktor.

Fesleğenin üzerinden masanın kenarına yaklaşan ışığa bakıp gülümsedim. Pencereden, Şefkatli’ye baktım. Unutulmak bazı insanların bazı beldelerin kaderidir. Hani ne yaparsan yap muhataplarının belleğinde iğne ucu kadarcık da olsa yer edinemezsin ya. Şefkatli de öyle. Bozkırın tam ortasında kalmış Şefkatli’nin kaderi, unutulmuş, tipik taşra yalnızlığına bürünmekten öteye geçemeyen yörelerimizden farksızdı. Ne bir sinema, ne tiyatro, ne bacası tüten fabrika. Burada hayat da zaman da siyah beyaz televizyon yayını gibi tek renkliydi. Sosyal yaşam sıfırın altında buz tutmuştu. Şehir meydanında “Villa Cafe” dışında gidilebilecek geniş bir mekân nerdeyse yoktu. Ara sıra şehrin tek caddesi “Cumhuriyet Caddesi”ne çıkıp volta atıyorduk. Topu topu on dakikada biten gezintide bizi tanıyan yöre halkıyla selâmlaşıyor, Merkez Camii’nin yanındaki çınar altında birer bardak çay içip eve dönüyorduk.

Ayak uçlarımı öpen ışığa bakıp gülümsedim. Düşünceler zihnimdeki denizde köpüren baloncuklar gibi uçuşurken, otağımı herkesten soyutladığım bir kaldera’nın ortasına kurmayı seviyordum. Sebep mi? “Bazı insanlar ses çıkarmadan konuşurlar” ve bazı duygular yalnızca sessizliğin lehçesinde anlaşılır da ondan. Kalkıp, Chopin “Nocturne”ü açtım. Bir ürperme hâli sarıp geçti, bir hüzün dalgasının soğuk alevi yaladı gövdemi. Ürperdim. Herkesin kendine yonttuğu dünyada, yalnızlığın bordosunda üşümeyen yürek yoktur bilirsin. Böyle zamanlarda fesleğenlere dokunuyorum. Keşfettiğim en iyi yarabandıdır fesleğen. Sonra konuşmak. Ürperince, ruh ikizimle konuşmak, ona sarılmak isteğim depreşiveriyor. Konuşmak ve sarılmak bilinen en eski ama en etkili yara sarma metodudur çünkü. Aslında görmesini bilene yalnızlığın iyi yanları da var tabiî. Bardağın dolu tarafından bakılınca, yalnızlığın insanı kendi aynasına yaklaştırdığı, kendi hakikatiyle yüzleştirdiği görülür. Yalnızlık derin bir yaradır. Derin yarayı da, derin insanların varlığı iyileştirebilir ancak. Söylesene, biz seninle doğru düzgün niçin konuşamadık baba? Birbirimizin yaralarına dokunmaktan niçin hep kaçtık? “Hakkımı helâl etmem bak” diyerek yaptığın duygu sömürüsüyle beni de annem gibi mezara gömdüğünün, hem de diri diri gömdüğünün ne zaman farkına varacaksın?

Şimdi her şeye yeniden başlamak, üstüme biçtiğin elbiseyi çıkarıp atmak için çok mu geç? Hayır! Düşündükçe karar vermekte zorlanmıyorum artık. Bu saatten sonra senin kararlarını umursamıyorum. Pişmanlık; hüzünlü bir şarkı gibi ruhumun yörüngesine kilitlenmiş, aynı nakaratı tekrarlayıp duruyor. “İstifa, istifa, istifa.”

Ansızın, hiç tereddüt etmeden kaleme uzanıp istifa dilekçemi yazıyorum. Gözlerim ışıl ışıl. Ruhum dingin. Cep telefonuma uzanıyorum. “Serpil Hoca’yla konuşmanın, B Planımı gecikmeli de olsa uygulamaya koymanın tam sırası” diyorum özgüvenle.

Gönderdiğin mektubu okumadan masaya bırakıyorum. Oturduğum koltuğu ve gövdemi iyice saran gün ışığına bakıp gülümsüyorum. Gülümsedikçe; kendimi kıştan çıkmış, odaları güneşle havalandırılan evler gibi hissediyor, ısınıyorum.

Fatih Yavuz Çiçek
Mavi Yeşil Dergisi Eylül-Ekim 2015 Sayı: 95