“bazen
içi de güneşlenmek istiyor insanın”
Emin
Akdamar
Elimde mektubun; pencere kenarındaki
fesleğenin üzerine yürüyen güneşe bakıp kendi kendime gülümsedim. Hatırlarsın; bizim
oralarda sebepsiz yere gülenlere deli derler ama dur hemen endişelenme, ben
delirmiş falan değilim. Senin aşılması çok güç inadın yüzünden yoğunlaşan
kırgınlığımı iyileştirmek için yüzümden tebessümü eksiltmemeye çalışıyorum. Elimden
gelen şimdilik bu kadar. Yaptığım şeye bir tür ruh temizleme egzersizi diyorum.
Zaten sen ne dersen de umurumda bile değil artık. “Tamam, anladık! Okuldan
ayrılmayı kafaya koydun. B Planın var mı?” diye sormuştu da Serpil Hoca. “Yok”
demiştim gülümseyerek. “Hiçbir planım yok.” Aptallık etmiştim. Ömrümün en büyük
aptallığını.
Tıp Fakültesine başlamıştım. Mezun
olunca güya insanlığı biz kurtaracaktık. İyilik meleği doktorlar. Allah’ın
yeryüzünde şifa dağıtan kulları. Peki ya beni kim kurtaracaktı? Kariyer mi? Bol
sıfırlı bordrolar mı? Peh! Açıkçası gönülsüzdüm. Bu meslek bana göre değil
diyordum. Kan, neşter, hastalıklar… Hele ki çaresiz insan suretlerine yansıyan
dünyanın ağrılı zamanlarına teslim olmak, hiç bana göre değil. “Ben yatağımı gökyüzüne kurmalı, kuş gibi
daldan dala uçmalıyım” diyordum. “Sabret” diyordun. “Sabret, doktorluğu da
seversin.”
Sabır meşakkatli bir eylemdir. İnsanı
içinde uzun süreli yolculuklara çıkarır. Mumdan gemilerle ateş denizinin
kıyılarına, geri dönülmesi güç koylara götürür. Sevmekse elektrik almak,
vermekle ilgilidir daha çok. “Sevmek ne
uzun kelime” diyen şairi düşünüyorum da sabır da öyle galiba. Sabretmek
fiiline ilk görüşte âşık olacak, ondan elektrik alacaksın. Alamazsan işin zor
hocam. Sekiz yıl az mı? Değil tabiî. Kıvrım kıvrım uzayan tam sekiz yıl. Hocam
diyorum ya kusuruma bakma. “He” deyip geç. Ankara’dayken alıştım böyle hitap etmeye.
Dil alışkanlığı, yöresel şive işte. “Hocam, anatomi sınavı nasıl geçti?” “Berbattı
hocam, berbat!” “Hocamm hocamm, ufff! Kıza bak hocamm!” “Hangi kız hocam!” “Şu
Tikky Leylâ’nın yanındaki esmer kız hocam.” “Vaovvv! Denizde mi yandın,
solaryumda mı? Vay anam, vay, vay!” “Tanışmazsam ölürüm. Ben böyle afet
görmedim desem yeridir hocammm!”
Başımı kaldırdım. Karşı duvarda asılı
diplomaya vuran ışığa bakıp gülümsedim. Nöbetten dönmüşüm. Yorgun, kırgın ve
yalnızım. Bir yıldır Şefkatli Hastanesi acilindeyim. Uzman doktorumuz yok. Dört
pratisyen hastanede her söküğü dikmeye çalışıyoruz. Başımız sıkışınca
danıştığımız Umut abi vardı. O da TUS’u kazanıp gitti. Geçenlerde bir apandisit
vakıasını atlamıştım da Umut abi fark etmişti. Hasta yeni evlenmiş genç bir
kadındı. Şikâyetini sormuştum. Yanındakiler, “Karnı ağrıyor” demişti. Kadına
baktım. Utangaç. Gözünü yere indirip usulca: “Karnım ağrıyor” deyince muayene
etmek istemiştim. Kocası “nâmahrem” diye karnını açtırıp muayene ettirmedi.
Erkek doktora göstermezmiş. Ağrı kesici yazdım. Umut abi anlamış hemen. “Az
gelsene” dedi. İçeri geçtik. “Apandisit olabilir” dedi. İl merkezine sevk ettik.
Apandisitmiş. Umut abi o gece beni büyük bir vebâlden kurtardı hocam. Senin
bunlardan haberin yok tabiî ki. Allah korusun ya aynı şey tekrar olursa? Yanlış
bir teşhisle hastalara zarar verirsem, ne yaparım! Bu yükün altından nasıl
kalkarım, bilmiyorum. Kolay değil, insan hayatı bu. Korkuyorum. Yeminle,
vallahi billahi ciddi ciddi korkuyorum.
Umut abi sağolsun. Gitmeden önce
uyarmıştı. “Hasta muayene olmak istemiyor mu?
Alın imzasını, durumu belgelendirin, sonra nereye istiyorsa oraya salın
gitsin,” demişti. “Riske girmek yok. Anlaşıldı mı?”
Fakat acilde, o yoğunlukta hangi biriyle
uğraşacaksın. Ölümü tevekkülle kabul eden bir toplumda bir bakıyorsun tevekkülün
rengi yıldırım hızıyla değişivermiş. Ümitsiz vakıalarda doktordan mucize
beklendiğine o kadar çok şahit oldum ki hangi birini anlatayım. Ayrıyeten, böyle
zaman dilimlerinde şuurunu yitirmiş hasta yakınlarının uyguladığı duygusal
şiddetten, hakarete varıncaya değin her türlü fiili saldırıyla her an
karşılaşma riskini de göz ardı etmemek gerekiyor.
Gerçi ben hazırlıklıyım. İdmanlı. Liseye
başladığım sene “Rocky IV” filmini izliyorduk sinemada. Rocky; Rus boksöre
yumrukları sıralamaya başlayınca, hepsi benim gibi yeni yetmelerden oluşan
izleyicilerle dolu salonda bir alkış, bir ıslık furyası başlamıştı ki
dayanamayıp fırlamıştım sahneye. “Kesin şu Amerikan emperyalizmini alkışlamayı”
demiştim. Önce bir şaşkınlık, sonra “bırak bu solcu ağzını” diyerek üstüme
yürüyen grupla kavga etmiştik. Sinemanın sahibi dışarı atmıştı bizi. Dışarıda seni
tanıyan birkaç kişinin araya girmesiyle kavga fazla büyümeden önlenmiş, yaz
tatilinde de karate kurslarına yazdırmıştın beni. Mavi kuşağım o günlerden
kalma. Hele bi saldıran olsun. Anında “yarım ay” duruşunu takınır, dövüş
sanatının bildiğim bütün inceliklerini konuşturmaktan çekinmem.
Bazen kendi kendime, “yetersiz misin
oğlum” diye sorduğum oluyor. Kendimi çok yeterli hissediyorum diyen kaç çaylak
çıkar ki zaten? Saysan bir elin on parmağını geçmez belki de. Kemik yapısını
incelemek için mezarlıktan gizlice kemik çaldım desem inanmazsın. Kadavra
dersini neredeyse hiç kadavra görmeden geçen okullar var. Biz kadavra görmek
için morga indik, sahipsiz cenazeleri gizlice yürüttük desem, güler geçersin
şimdi. Gerçek bunlar hocam. Maalesef hepsi gerçek.
“B Planın var mı?” diye sormuştu Serpil Hoca. O zaman vardı bir planım aslında da, bir türlü cesaretimi toplayıp seninle
konuşma fırsatı bulamamıştım. Hayallerini yıkmak istememiştim o dönemde. Hukuk
ikinci sınıftan ayrılıp, Edebiyat Fakültesine kaydını yaptıran bi’arkadaşım
vardı. Turgay. Okulu bitirdikten sonra İngiltere’de karşılaştırmalı edebiyat
alanında yüksek lisans bursu kazanmıştı. Çeviri yapmayı düşünüyordu. Yüksek
lisansı bitirir bitirmez yayınevleriyle çoktan kontak kurmuş, yeni kuşak
İngiliz romancılardan birkaçının kitabını Türkçeye çevirmişti. Sevdiğin işi
yapmak gibisi var mı? O ne büyük bahtiyarlıktır. Ne büyük keyif. Sürekli genç
yaşamak dedikleri tazelik budur herhâlde. Sevdiğin işi yapmak, hormonları
mutluluk moduna geçiren otomatik bir vites olmalı âdeta. Ben de Turgay gibi
okulu bırakıp “Sivil Havacılık” alanına yönelmek istiyordum. Olmadı. Seni dinledim,
doktor oldum. Mutsuzluk abidesi, pratisyen bir doktor.
Fesleğenin üzerinden masanın kenarına
yaklaşan ışığa bakıp gülümsedim. Pencereden, Şefkatli’ye baktım. Unutulmak bazı
insanların bazı beldelerin kaderidir. Hani ne yaparsan yap muhataplarının
belleğinde iğne ucu kadarcık da olsa yer edinemezsin ya. Şefkatli de öyle.
Bozkırın tam ortasında kalmış Şefkatli’nin kaderi, unutulmuş, tipik taşra
yalnızlığına bürünmekten öteye geçemeyen yörelerimizden farksızdı. Ne bir
sinema, ne tiyatro, ne bacası tüten fabrika. Burada hayat da zaman da siyah
beyaz televizyon yayını gibi tek renkliydi. Sosyal yaşam sıfırın altında buz
tutmuştu. Şehir meydanında “Villa Cafe” dışında gidilebilecek geniş bir mekân
nerdeyse yoktu. Ara sıra şehrin tek caddesi “Cumhuriyet Caddesi”ne çıkıp volta
atıyorduk. Topu topu on dakikada biten gezintide bizi tanıyan yöre halkıyla
selâmlaşıyor, Merkez Camii’nin yanındaki çınar altında birer bardak çay içip
eve dönüyorduk.
Ayak uçlarımı öpen ışığa bakıp gülümsedim.
Düşünceler zihnimdeki denizde köpüren baloncuklar gibi uçuşurken, otağımı
herkesten soyutladığım bir kaldera’nın ortasına kurmayı seviyordum. Sebep mi? “Bazı insanlar ses çıkarmadan konuşurlar”
ve bazı duygular yalnızca sessizliğin lehçesinde anlaşılır da ondan. Kalkıp,
Chopin “Nocturne”ü açtım. Bir ürperme hâli sarıp geçti, bir hüzün dalgasının
soğuk alevi yaladı gövdemi. Ürperdim. Herkesin kendine yonttuğu dünyada,
yalnızlığın bordosunda üşümeyen yürek yoktur bilirsin. Böyle zamanlarda
fesleğenlere dokunuyorum. Keşfettiğim en iyi yarabandıdır fesleğen. Sonra
konuşmak. Ürperince, ruh ikizimle konuşmak, ona sarılmak isteğim depreşiveriyor.
Konuşmak ve sarılmak bilinen en eski ama en etkili yara sarma metodudur çünkü.
Aslında görmesini bilene yalnızlığın iyi yanları da var tabiî. Bardağın dolu
tarafından bakılınca, yalnızlığın insanı kendi aynasına yaklaştırdığı, kendi hakikatiyle
yüzleştirdiği görülür. Yalnızlık derin bir yaradır. Derin yarayı da, derin
insanların varlığı iyileştirebilir ancak. Söylesene, biz seninle doğru düzgün
niçin konuşamadık baba? Birbirimizin yaralarına dokunmaktan niçin hep kaçtık? “Hakkımı
helâl etmem bak” diyerek yaptığın duygu sömürüsüyle beni de annem gibi mezara
gömdüğünün, hem de diri diri gömdüğünün ne zaman farkına varacaksın?
Şimdi her şeye yeniden başlamak, üstüme
biçtiğin elbiseyi çıkarıp atmak için çok mu geç? Hayır! Düşündükçe karar
vermekte zorlanmıyorum artık. Bu saatten sonra senin kararlarını umursamıyorum.
Pişmanlık; hüzünlü bir şarkı gibi ruhumun yörüngesine kilitlenmiş, aynı
nakaratı tekrarlayıp duruyor. “İstifa, istifa, istifa.”
Ansızın, hiç tereddüt etmeden kaleme
uzanıp istifa dilekçemi yazıyorum. Gözlerim ışıl ışıl. Ruhum dingin. Cep
telefonuma uzanıyorum. “Serpil Hoca’yla konuşmanın, B Planımı gecikmeli de
olsa uygulamaya koymanın tam sırası” diyorum özgüvenle.
Gönderdiğin mektubu okumadan masaya
bırakıyorum. Oturduğum koltuğu ve gövdemi iyice saran gün ışığına bakıp gülümsüyorum.
Gülümsedikçe; kendimi kıştan çıkmış, odaları güneşle havalandırılan evler gibi
hissediyor, ısınıyorum.
Fatih Yavuz Çiçek
Mavi Yeşil Dergisi Eylül-Ekim 2015 Sayı: 95