her yara ince bir kabukla iyileşmeyi denemelidir elbette
denemelidir,
hançerin ağusunu rüyasında bile hiç aklından çıkarmadan...
“Dün gece seni rüyamda gördüm, nasılsın? İyi misin?” Dedim telefonda. Şaşırıp, meraklandın. Hâl hatır sorma faslını geçtikten sonra rüyamı anlatmaya başladım. “Kış seminerine katılmışız birlikte. Bildiğin, her zamanki rutin eğitim seminerlerinden biri işte. Günlerden “Şeb-i Yelda.” Gecenin yarısı. Rüya bu ya, kapının vurulduğunu duyunca kalktım. Uyumuyorum. Dışarıda lapa lapa yağan karı izlemekten uyuyamamışım doğrusu. Sen pürtelâş, bodoslama bir hâlde içeri girdin. “Bilet” dedin. “Hemen uçak bileti almak istiyorum. Bana yardımcı olur musun?”
“Olurum,
elbette olurum ama gecenin bir yarısı bu kadar acele etmenin sebebi nedir? Neler
oluyor kuzum? Bu endişe, bu panikatak niçin?”
“Yağan
karı görmüyor musun? Eve dönüş hazırlığı için bavulları hazırlıyordum. Yollar
kapanmış dedi bizimkiler. Ben de uçakla dönerim dedim. Aklıma sen geldin.
Oteldeki arkadaşların büyük çoğunluğu kar yağışını bahane ederek dönüş
yolculuğunda uçağı tercih edebilir. Biletler tükenebilir, çığ düşebilir,
elektrikler kesilebilir, ne bileyim ya hû, bu yağışın ardından her şey olabilir. Burada tek başıma mahsur kalmaktan korkuyorum. N’olur bana yardım et!”
“Anımsadıklarım hayal meyal bu kadarcık” dedim. Zoraki gülüştük. Gördüğümüz başka başka rüyaları, rüyaların yorumlarını
anlattık karşılıklı. Sonra geçmişe gittik. Geçmiş belleğimizde terk edilmiş bir
deniz feneri gibiydi. Yaklaşmaya/yakınlaşmaya çekinmemize rağmen pusulamızı
kısa süreliğine de olsa oraya sabitledik. Benim bir dağ evi inşa ettirip, kışı
orada, çıtır çıtır yanan şöminenin karşısında, sadece kitaplarla haşır neşir
olarak geçirme düşümün gerçekleşme yüzdesi üzerine fikir yürüttük. Katıldığımız çevreci eylemleri yücelttik. Küresel ısınma tehlikesine dikkat çekmek amacıyla basılmış afişleri zabıtalarla köşe kapmaca oynayarak, Karlıbahçe'deki elektrik direklerine gizli gizli yapıştırdığımız günlerden konuştuk uzun uzun. Belki aramızda buz
tutmuş zamanı ve mesafeleri erittik böylelikle fakat geçmişten fırsat bulup günümüze bir
türlü gelemedik. Biliyorum, gelecek zamanla pazarlık etsek, şimdiki zamanın bize kazandırdığı
azıcık kârı bile oracıkta kaybedecektik.
Bi’ara çalışma ortamını sordum. Keyifsiz, bıkkındın. Yorulduğunu söylerken, ayaklarının her geçen gün geri geri gittiğinden bahsettin. “Kanıyorum... Oluk oluk kanıyorum. Zihnimin içinde beni huzursuz,
toplumu mutsuz kılan ne varsa hepsini ama hepsini toparlayıp, yeryüzündeki
çakma firavunların başından aşağı, hayır, ruhlarının deliğinden içeri bodoslama -evet aynen öyle- bodoslama
bir şekilde ve sanki lağım çukuruna bir çöp aracını boşaltırcasına
bütün öfkemi döke saça, çığlık çığlığa boşaltarak, rahatlamak
istiyorum,” dedin.
“Öfke kanatır, çığlık ağlatırmış.' En iyisi güne şiir okuyarak başlamak” deyince şaşırdın. “Şiir
mi?” dedin. “Ne şiiri okuyacakmışım?”
“Oku da ne şiiri okursan oku" dedim. “Gör bak ufkun nasıl
genişleyecek. Ruhun nasıl güzelleşecek. Ve bir zaman gelecek, öpüşmek
isteyeceksin içinde genişleyen denizle.”
Sustuk.
Gördüğüm rüyadan kendime saklayarak anlatmadığım eksik bir şeyler kalmıştı. Son puzzle parçasını da yerine koyarak rüyamdaki tabloyu tamamlamak istiyordum aslında. Güçsüzdüm. Yatağı kurumuş, uzak bir Denizdim. Zayıftım. En önemlisi senin gözünde hâlâ beyaz değil gri bölgedeydim. Harekete geçmek
için bana birazcık cesaret, sana bir tutam neş’e gerekliydi galiba. Öyle bir
cesaret ki biraz çakırkeyf, belki deli dolu, ya da tek yudumda içilecek su gibi berrak olmalıydı. Hatta cesaretin gönül tarihime çentik atılacak izi, daha büyük olmalıydı, düşlerin hakikatle yüzleşme korkusundan.
“İstanbul’u özlüyor musun?”
“İstanbul bütün özlemlerin atasıdır.”
Sessizlik…
.
.
.
.
.
Bulunduğun odada sanırım radyo vardı. Arka planda, gerilerden bir yerden radyoda çalan türkünün nağmeleri duyuluyordu. Kulak verip dinledim. “Âh gine bugün yaralandım/İndim etrafı
dolandım/Dertli canımdan usandım/Yıldız yıldız yıldız...”
Tuhaf bir çelişkiye mi yakalanmıştık bilmiyorum ama radyodaki
inleyen nağmeler gibi hep aynı nağmelere takılmak bazen insana hiçbir şey
katmıyor, aksine, gezindiği haz bahçesinin efkârı silip süpürüyordu insanın yüreğinde biriktirdiği sevinçlerini. İnsanoğlu acılara bir kere alışmaya görsündü. Yaraları kabuk bağladıkça acılara şerbetleniyor, duygusuzlaşıyor, dünyayı umursamıyordu.
“Benim dışarı çıkmam gerekiyor” diyerek
sessizliği bozdun. Evet, daha fazla uzatmanın anlamı yoktu. Gündelik hayatın ağır ve sıkıcı havasını solumaya dönme zamanıydı. Konuşacak bir şey kalmamıştı. “İyilikle…” dedim. Telefonları aynı ânda “çaatttt” diye kapattık.
Rüyamda: “Bana yardım et” derken boynuma
sarıldığını söylemedim. Küçük bir delilik yapıp en azından bu kadarını bari söyleyebilirdim. Söyleyemedim. Sarılırken üşümüş bir kuş gibi titrediğini de. Sahi,
kaç yıl olmuştu sen bana böyle sarılmayalı. Ya kokun. Benzeri olmayan, etkileyici
kokun. İnsanı bir girdabın içine alır gibi kendine çeken, sarmaşık gibi sarıp sarmaladıkça yörüngesinden dışarı bırakmayan, tutkuları baştan çıkaran o sofistike kokun.
Yanlış anımsamıyorsam “Tekin Acar”
kullanıyordun değil mi? Leylak, yasemin, menekşe. Baharat karışımlı olanlardan
hani. Kokunu içime çekmeyi bile unutmuştum. Ellerimi saçlarına götürdüm.
Yumuşak dokunuşlarla sırtını sıvazlayıp “Korkma! Yağan karın zevkini çıkar.
Sonra bakarız bir çaresine” dedim.
“Kokunu doyasıya içime çektim. Usul usul öpüştük. Öpüştükçe ateş, hava, su ve topraktık. Durmadık. Zamandan, mekândan hızla soyunduk. Zamanın
buzlarını boynundan başlayarak erittik. Zaman eridikçe, biz, tomurcuğun çiçeğe
dönüştüğü ân gibi ışıl ışıl parlıyorduk” diyemedim.
“N’olur bana yardım et” cümlesinin
ardından koparıp atmıştım gerçeğin iplerini.
Koparıp attım. Bir kervankıranla iyileşmeyi umarak ruhumu aldatmayı, kendime yakıştıramadım.
fatih yavuz çiçek
2 yorum:
rüya; gerçeğin çekirdeği.
Kurgu, yazarın ağzındaki bakla belki de.
Okuyarak kattığın değer için teşekkür ederim.
Yorum Gönder